Başlangıçta karanlık, soğuk alev ve dinmek bilmeyen gökgürültüsü vardı; uzun kıvılcımlar halinde yanımdan geçen kömür karası çengeller, parçalanmış çengeller ve uzun bir burnu andıran düz kafalarıyla sürünerek ben olan şeye değen metal yılanlar vardı ve bu dokunuşların her biri, şimşek gibi bir sarsılmaya neden olarak neredeyse zevk veriyordu.
Yuvarlak pencerelerin ardındaki gözler beni izliyordu, sonsuz derinlikte, kıpırdamayan gözler; sonra geri çekildiler, ama belki de hareket eden bendim, bir sonraki gözlem dairesine girmiştim ve bu, uyuşukluk, saygı ve korku uyandırıyordu. Sırt üstü yaptığım bu yolculuk belirsiz bir süre boyunca devam etti, ilerledikçe ben olan şey çoğaldı ve sınırlarını keşfederek kendini tanımaya başladı, ama onun biçimini tamamen ne zaman anlayabildiğimi, terk etmiş olduğum yerleri tam olarak ne zaman kavrayabildiğimi bilmiyorum. Orada dünya başladı, gök gürlemeleriyle, alevlerle, karanlıkla; sonra hareket son buldu ve bana beni uzatan eklemli uzuvlar hafifçe havaya kalkarak ben olan şeyi kıskaçlı ellere bıraktı, kenarları kıvılcımlarla kaplı düz ağızlara sundu ve yok oldu, ben olan şey kıpırtısız bir biçimde yattı gerçi artık kendi kendine hareket edebilirdi, ama henüz zamanımın gelmediğinin farkındaydım ve bu hissiz eğimde çünkü ben, o, eğik bir yüzeyin üzerinde yatıyordu — son bir akım dalgası, nefessiz son ayinler, titreyen bir öpücük beni gerdi; bu, hemen kalkıp ışıksız yuvarlak deliğe sürünmek için bir işaretti ve artık hiçbir zorlamaya ihtiyaç duymaksızın, taşsı bir rahatlamayla üzerlerinde dinleneceğim soğuk, pürüzsüz, içbükey levhalara dokundum. Ama belki de bunların hepsi bir rüyaydı.
Nasıl uyandığımı bilmiyorum. Anlaşılmaz hışırtılar ve serin bir loşluk hatırlıyorum, ben de bunun içindeydim; dünyanın onun önünde rengârenk açıldığını, eşikten geçtiği sırada adımımda ne kadar merak olduğunu hatırlıyorum. Dikey bedenlerin renkli karmaşası güçlü bir ışıkla aydınlanıyordu, kürelerini gördüm, suyun parlaklaştırdığı küçük düğmeleri kendi yönlerinde döndürüyorlardı; uğultu kesildi ve bunu izleyen sessizlikte ben olan şey bir adım daha attı.
Bundan sonra, işitilmeyen ama hissedilen bir sesle, içimdeki narin bir ip koptu ve artık bir dişi olan ben, cinsiyetin içime akışını o denli şiddetli bir şekilde hissettim ki onun başı döndü ve gözlerimi kapattım. Gözlerim kapalı öylece dururken her yanımdan sözcükler gelmeye başladı, çünkü o, cinsiyetle birlikte dili de almıştı. Gözlerimi açıp gülümsedim, ileri doğru hareket ettim ve onun giysisi benimle birlikte hareket etti; ağırbaşlı, soylu bir edayla yürüdüm, üzerimde kabarık eteğimle, nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm, çünkü saray balosundaydım ve onun az önceki hatasını, başları küreler gözleri de ıslak düğmeler olarak algılayışımı anımsayınca epey eğlendim, bu nedenle gülümsedim, ama bu gülüş sadece kendimeydi. Keskinleşen kulaklarım uzakları işitti, böylelikle saraydakilerin benle ilgili fısıltılarını, beylerin saklamaya çalıştıkları iç çekişleri, hanımların nefes alışla rındaki kıskançlığı ve “Kont hazretleri, bu genç kadın kim?” deyişlerini duydum. Sonra, tavandaki ağlarından gül yaprakları sarkan kristal örümceklerin altından yürüyerek dev bir salonu geçtim, zengin dul kadınların boyalı yüzlerinden akan hoşnutsuzlukta, esmer lordla rın şehvet dolu gözlerinde kendime baktım.
Kemerli tavanlardan parke döşemelere kadar inen camlardan gece giriyordu büyüyerek; bahçede kadehler parıldıyordu ve iki pencere arasındaki bir kameriyede, mermerden bir heykelin ayağının dibinde, diğerlerinden daha kısa boylu bir adam duruyordu, etrafı siyah-yeşil çizgili giysiler giymiş saray mensuplarıyla çevrilmişti, sanki ona doğru kapanmak ister gibiydiler, ama hiçbiri boş dairenin içine adım atmıyordu ve bu kişi ben yaklaşırken bana doğru bakmadı bile. Yanından geçerken durdum, o bana doğru bakmadığı halde parmaklarımın uçlarıyla çember eteğimi topladım ve önünde eğilip selam verirmişçesine gözlerimi indirdim, ama baktığım sadece kendi ince, beyaz ellerimdi. Bu beyazlığın nedenini bilmiyordum, gök mavisi eteğimin yanında bu beyazlık korkutucuydu. Ama saray mensuplarıyla çevrili o kısa boylu lord ya da soylu, arkasında yarım zırhlı bir şövalye duran, sarı saçlı başı açık, elinde oyuncak kadar küçük bir kama tutan o adam, sıkıntı dolu bir sesle kendi kendine birşeyler söyledi ve bana bakmaya tenezzül etmedi. Bense, selam vermeden, esmer yüzünü unutmamak için ona bir an öfkeyle baktım; sarkık dudaklarının kenarındaki küçük beyaz yara yüzüne bıkkın bir ifade veriyordu ve ben gözlerimi o ağza dikerek topuğumun üzerinde döndüm, etek hışırdadı ve yanından geçip gittim. Ancak o zaman bana baktı ve ben ensemde o kaçamak, soğuk, bir anlık bakışı hissettim, sanki yanağında görünmez bir tüfek vardı da boynuma, o altın buklelerin arasına nişan almıştı; bu, ikinci başlangıçtı. Geriye dönmek istemiyordum, ama döndüm ve iki elimle eteğimi kaldırarak yerlere kadar eğildim, sert kumaşın arasından kayıp yerin içine girmek istiyordum adeta çünkü o kraldı. Sonra yavaşça doğruldum, nasıl olup da bunu bu kadar iyi ve bu kadar kesin bir biçimde bildiğimi merak ettim; uygunsuz birşeyler yapmak istiyordum, çünkü bilmeme olanak olmayan bir şeyi kesin bir şekilde biliyorsam rüyada olmam gerekirdi, rüyada yaptıklarımın kime ne zararı olabilirdi ki — mesela birinin burnunu çekmenin? Biraz korktum, çünkü bunu yapamadım, sanki içimde görünmez bir engel vardı. Ne yaptığımın farkında olmadan öylece yürüdüm, gerçeklik de rüya da inandırıcıydı, aynı anda içime bilgi akıyordu, tıpkı sahile vuran dalgalar gibi, her dalga ardında yeni bir bilgi, rütbeler ve unvanlar bırakıyordu, tıpkı kenarlarına işlenmiş dantel parçaları gibi; koridorun ortasına geldiğimde, tavandan alevler içindeki bir gemi gibi sarkan parlak bir şamdanın altından yürürken, yıpranmışlıkları ve acıları titizlikle saklanmış bütün hanımların adlarını biliyordum.
Artık öyle çok şey biliyordum ki, tıpkı uykudan uyanıp hâlâ gördüğü kâbusu bütün canlılığıyla anımsayan biri gibi; benim için hâlâ erişilmez olan o iki şey ise, iki karanlık gölge gibi zihnimdeydi: Geçmişim ve şimdim. Çünkü kendim hakkında hâlâ hiçbir şey bilmiyordum. Oysa, pahalı giysilerle gizlenmiş çıplaklığımı bütünüyle hissediyordum, göğüslerim, karnım, bacaklarımın üst kısımları, boynum, omuzlarım, görünmeyen ayaklar… Göğüslerimin arasında bir ateş böceği gibi parlayan altın üzerine kakılmış topazı, yüzümdeki o hiçbir şey elevermeyen ifadeyi hissedebiliyordum, belirsiz bir ifade olmalıydı, çünkü beni gören herkes gülümsediğimi düşünüyordu, oysa biri ağzıma, gözlerime, kaşlarıma daha yakından bakacak olsa orada hiçbir eğlence ifadesi olmadığını, eğleniyor gibi görünmeye bile çalışmadığımı görüp gözlerime bir kez daha bakardı, ama gözlerim bütünüyle dingindi, o da yanaklarıma bakardı, çenemde gülümseyişin izlerini arardı, ama yüzümde uçarı gamzeler yoktu, yanaklarım pürüzsüz ve beyaz, çenem gergin, sessiz, ciddi, boynum kadar kusursuzdu ve hiçbir şeyi açık etmiyordu. Sonra bana bakan kişi, neden gülümsediğimi düşünmüş olduğunu merak ederek rahatsız olur, kuşkularının ve güzelliğimin şaşkınlığı içinde kalabalığın arasına karışır ya da kendisini o hareketin arkasına saklama umuduyla önümde yerlere kadar eğilirdi.
Ama hâlâ bilmediğim iki şey vardı, belirsiz bir biçimde olsa da çok önemli olduklarını fark ettiğim iki şey. Yanından geçerken Kral’ın beni neden görmezlikten geldiğini, güzelliğimden ne korktuğu ne de onu arzuladığı halde neden gözlerime bakmayı reddettiğini anlamamıştım. Aslında onun için çok değerli olduğumu hissetmiştim, ama anlaşılmaz bir şekilde sanki ona bir yararım yokmuş gibiydi; sanki onun için, bu parlak salona ait olmayan biriydim, bronz armaların arasına rengârenk desenlerle döşenmiş cilalı parkelerin üzerinde dans etmek için yaratılmış biri değildim; ama yanından geçerken, yüzünde isteğini anlayabileceğim hiçbir düşünce belirmemişti, o ani ve tesadüfi bakışıyla ardımdan bana baktığında bile, anlamıştım ki o solgun gözleri aslında bana bakmıyordu, o gözler ki kara gözlüklerin arkasına saklanmalıydılar, çünkü, soylu yüzünün tersine, bakışlarında hiçbir ifade yoktu ve bir kâsenin dibinde kalan kirli su gibiydiler. Hayır, gözleri uzun zaman önce atılmış bir şey gibiydi, gün ışığına dayanamadıklarından saklanmaları gerekiyordu.
Ama benden ne istiyor olabilirdi? Ne? Bunun üzerinde düşünemedim, çünkü ilgimi başka bir şey çekti. Ben buradaki herkesi tanıyordum, ama kimse beni tanımıyordu. Belki bir tek o, sadece o: Kral. Parmaklarımın ucunda kendime ait bilgiye de sahiptim, salonun dörtte üçünü geçmişken yavaşladım, tuhaf duygular doldu içime; uyuşmuş yüzlerin kır düşmüş gümüş bıyıklı yüzlerin, pudraların altında terleyen şişik kırmızı yüzlerin, kurdelelerin, madalyaların ve örgülü püsküllerin arasında bir yol açıldı, bakışlar eşliğinde bir kraliçe gibi yürüyebileyim diye — ama nereye yürüyordum böyle?
Kime yürüyordum?
Ben kimdim? Düşünceler birbirini izledi, o an kendi durumumla bu kibar kalabalık arasındaki uyumsuzluğu anladım, çünkü her birinin bir geçmişi, bir ailesi, şöyle ya da böyle nişanları, entrikalar ve ihanetler yoluyla kazanılmış bir asillikleri vardı, her biri, kendi kişisel geçmişini çölde giden bir atlının ardında bıraktığı toz dumanı gibi peşi sıra taşıyor, iğrenç gururuyla kabaran göğsünü gere gere gösteriş yapıyordu. Oysa ben o kadar uzaklardan gelmiştim ki sanki bir değil, birçok geçmişim vardı, onlar benim yaşamımı ancak kendi adetlerine, bildiğim bu yabancı dile parça parça tercüme edildiğinde anlayabilirlerdi, bu yüzden beni ancak yaklaşık olarak kavrayabilirlerdi ve seçilen her adla onlar için farklı bir kişi olurdum. Peki kendim için de öyle mi olurdum? Hayır… yine de, hemen hemen öyle; salonun girişinde, tıpkı kabaran suların sağlam bentleri kırarak çorak topraklara akması gibi içimi dolduran bilgiden başka hiçbir şey bilmiyordum. Bu bilginin ötesinde mantık yürütüyordum, aynı anda birçok şey olmak mümkün müydü? Terk edilmiş geçmişlerin çoğulluğundan gelmek? Belleğin zehirli otlarından çıkartılan mantığım, bana bunun mümkün olmadığını, tek bir geçmişim olması gerektiğini söyledi ve eğer ben Kont Tleniks’in kızı Mürebbiye Zoroennay’sam, Valandiyan kabilesi tarafından uzaklardaki Langodotlar krallığında öksüz bırakılan küçük Virginia isem, eğer gerçeklikle kurguyu birbirinden ayıramıyorsam, o halde rüyada olmam gerekmez miydi? Ama şimdi bir yerlerde orkestra çalmaya başlamış, balo hareketlenmişti — bu uyanıştan uyanırken insan kendisini daha gerçek bir gerçekliğe nasıl inandırılabilirdi?
Artık rahatsız edici bir şaşkınlık içinde, her adımıma dikkat ederek ilerliyordum, çünkü “vertigo” adını verdiğim baş dönmesi geri gelmişti. Yine de soylu yürüyüşümden bir an bile vazgeçmedim, bunun için çok büyük bir çaba sarf ediyordum, ama kimselere fark ettirmeden, fark edilmemekten güç alarak sonunda uzaktan bir yerlerden, bir adamın gözlerinden yardım geldiğini hissettim, yan açık bir pencerenin alçak pervazına oturmuştu, pencerenin üzerindeki ipek perde tuhaf bir pelerin gibi omuzlarına dökülüyordu; perdenin üzerine, pençelerinin arasında zehirli elmaları andıran cennetten çıkma toplar ve asalar taşıyan kırmızı yeleli, başları taçlı, korkunç derecede yaşlı aslanlar işlenmişti. Perdedeki aslanların süslediği siyah giysiler giymiş bu adamın üzerindekiler, zengin görünüşlü olmakla birlikte yapaylıktan, lordlara özgü düzensizlikten uzak, doğal bir rahatlığı yansıtıyordu; ne züppe ne de şıklık düşkünü, ne saray mensubu ne de dalkavuk olan, pek yaşlı sayılmayacak bu yabancı, uğultunun içinde çekildiği köşeden bana baktı — o da en az benim kadar yalnızdı. Etrafımızda, tarot eşlerinin gözleri önünde bükülmüş banknotlarla sigaralarını yakan, havuzdaki kuğulara fıstık atar gibi yeşil kumaşın üzerine altın paralar atan, ünleri yaptıkları her şeyi onurlu kıldığından kendileri için hiçbir davranışın aptalca ya da onursuzca olmayacağı kişiler vardı. Adam kesinlikle bu salona ait değildi ve üzerinde kraliyet aslanları olan ipek perdenin omzuna dökülüp yüzüne mor kraliyet rengini yansıtması karşısındaki kasıtsız görünen hürmeti, aslında alayların en incesini taşımaktaydı. Artık genç değildi, ama kısarak baktığı koyu gözlerinde olanca canlılığıyla gençliği yansıyordu ve kendisiyle konuşmakta olan, çok yemek yemiş uysal bir köpeğe benzeyen ufak tefek, şişman, kel kafalı adamı dinliyordu, belki de dinlemiyordu. Oturan adam ayağa kalktığında, perde sahte, atılmış değersiz bir şey gibi kolundan kaydı ve o an gözlerimiz karşılaştı, ama ben gözlerimi onunkilerden kaçırdım. Yemin ederim. Buna karşın yüzü, sanki birden kör olmuşum gibi, gözlerimin önünden gitmedi ve hiçbir şey duyamaz oldum, öyle ki — bir an için-orkestra yerine kendi kalp atışlarımı duydum. Ama yanılıyor da olabilirim.
Yüzünün çok sıradan olduğu konusunda sizi temin edebilirim. Hatla yüz hatlarında, zekânın bir göstergesi olan gösterişsiz yakışıklılığın bakışımsızlığı vardı, ama her şeyi kavrayabildiği ve biraz da kendisine zarar verdiği için parlak zekâsından usanmış olmalıydı; hiç kuşku yok ki birçok gece kendinden nefret ediyordu, bunun kendisi için bir yük olduğu belliydi; bazı zamanlar, sanki bir ayrıcalık ya da yetenekten çok bir tür sakatlıkmışçasına zekâsından kurtulmak istiyordu; özellikle yalnız olduğunda, bitmek bilmeyen düşünceler ona işkence ediyor olmalıydılar, yalnızlık onun için her yerdeydi, burada da. Sanki terziyi sürekli uyarıp yönlendirmiş gibi, modaya uygun olarak kesilmiş olduğu halde üzerine yapışmayan güzel giysilerinin altındaki bedeni, beni onun çıplaklığını düşünmeye itti.
Epey dokunaklı olmalıydı, çıplaklığı; erkeksi ligin görkeminden uzak, ne atletik ne de kaslı, ne o yılankavi kıvrımlar, düğümler, ne de o güçlü adaleler, hâlâ çiftleşme arzusuyla yanıp tutuşan ihtiyar kadınların iştahını kabartacak bütün o özelliklerden yoksun bir çıplaklık. O erkeksi güzelliği bir tek yüzünde taşıyordu, ağzının kenarındaki o deha kıvrımında, kaslarındaki o kızgın sabırsızlıkta, bir kesme işare tli gibi kaşlarını ayıran o çizgide, kendi gülünçlüğünü hissettiği yağla parlayan güçlü burnunda. Ah, yakışıklı bir erkek değildi, çirkinliği bile kışkırtıcı değildi, sadece farklıydı ve gözlerimiz karşılaştığında içim uyuşmasaydı kesinlikle yürüyüp giderdim.
Doğru, eğer böyle yapsaydım, o çekicilik bölgesinden uzaklaşmış olsaydım, merhametli Kral, mühürlü yüzüğünün bir hareketiyle, gözbebekleri iğneleri andıran solmuş gözlerinin bir yan bakışıyla, hemen benimle ilgilenirdi ve ben geri dönerdim. Ama o zamanda ve orada bunu bilmemin imkânı yoktu, o bakışların tesadüfen karşılaşmasının, yani iki varlığın iris tabakasındaki siyah deliklerin — ne de olsa gözbebekleri kafatasının deliklerindeki yuvarlak organlarda kıpraşan deliklerdir — bir an için karşılaşmasının önceden belirlenmiş bir durum olduğunu anlamamıştım, bunu nasıl bilebilirdim ki?
Ayağa kalkıp komedinin sona erdiğini belirtircesine perdenin sarkan püskülünü kolundan atarak bana doğru geldiğinde yoluma devam etmek üzereydim. İki adım atıp durdu, bir tek anlama yorulabilecek o davranışın ne kadar uygunsuz olduğunun, bandoyu izleyen bir ahmak gibi tanımadığı bir güzelin ardından yürümenin ne kadar saçma görüneceğinin farkına vararak öylece kaldı; sonra ben bir elimi kapayıp diğer elimle yelpazemin küçük ilmeğini bileğimden kaydırdım, yere düşsün diye. Bunun üzerine o da derhal…
Yelpazenin sedef sapının üzerinden birbirimize baktık, şimdi birbirimize çok yakındık. Müthiş ve ürkütücü bir andı, boğazıma saplanan ölümcül ağrı konuşmamı engelledi; boğazımdan sadece tuhaf bir ses çıkacağını hissederek ona başımı salladım ve bu hareketim, bana bakmayan Kralın önünde selamımı bitirmediğim zaman yaptığımın aynısıydı.
Karşılık olarak bana başını sallamadı, içinde olup bitenlerden ötürü fazlasıyla şaşırmış bir haldeydi, çünkü kendisi de bunu beklemiyordu. Biliyorum, çünkü daha sonra bana söyledi, ama söylememiş olsaydı da bilirdim.
Bir şey söylemek istiyordu, o an oynamakta olduğu aptal rolüne son vermek istemiyordu ve ben bunu biliyordum.
“Hanımefendi,” dedi boğazını temizleyerek, “Yelpazeniz…”
Artık yine kontrolüm altındaydı. Kendim de.
“Bayım,” dedim, biraz boğuk bir sesle, ama o bunun benim normal sesim olduğunu düşünebilirdi, gerçekten de o ana kadar sesimi hiç duymamıştı, “onu yeniden mi düşürmeliyim?”
Gülümsedim, ah, ama bu gülümseme ne baştan çıkarıcı, ne çekici, ne de mutluydu. Gülümsememin nedeni yüzümün kızardığını hissetmiş olmamdı. Bu kızarma bana ait değildi, yanaklarıma yayıldı, yüzümü sardı, kulak memelerimi pembeleştirdiğini hissettim, ama utanmış ya da heyecanlanmış değildim, tanımadığım bu adam karşısında büyülenmiş falan da değildim, ne de olsa diğer birçoğu arasından sadece biriydi, saray erkânı içinde kaybolmuş biri — dahası da var: Benim o yüz kızarmasıyla hiçbir ilgim yoktu, salonun girişinde, ayna gibi parlayan yere altığım ilk adımda içime dolan bilginin geldiği kaynaktan geliyordu — yüz kızarması saraylı olmanın bir gereği gibiydi, tıpkı yelpaze, tel çemberli etek, topazlar ve saç tuvaletleri gibi. Bu yüzden yüz kızarmasını önemsiz kılmak, onun çıkarabileceği yanlış sonuçları bertaraf etmek için gülümsedim — ona değil, neşe ile alay arasındaki sınırı sonuna kadar zorlayarak gülümsedim ve o sessiz bir kahkaha patlattı, kahkahası sanki kendi içine yönelmişti, gülmenin kesinlikle yasak olduğunu bilen, bu yüzden de kendini tutamayan bir çocuğun kahkahasına benziyordu. Bunu yaparken anında gençleşti.
Ansızın, yeni bir düşünceyle ciddileşmişçesine, “Bana bir dakika verirseniz, belki sözlerinize akıllıca bir yanıt verebilirim. Ama kural olarak, iyi fikirler aklıma sadece merdivenlerde gelir,” dedi.
“Demek yaratıcılıktan bu denli yoksunsunuz…?” dedim, yüzümü ve kulaklarımı kontrol etmeye çalışarak. Çünkü hâlâ süren bu kızarma beni kızdırmaya başlamıştı, özgürlüğüm karşısında bir tehdit oluşturuyordu ve bu anlamıştım ki — Kral’ın beni kaderime terk etme amacının bir parçasıydı.
“Belki de, ‘Bunun çaresi yok mu?’ diye eklemeliyim. Siz de buna ‘Hayır’, der, ‘kusursuzluğu Mutlak’ın varlığını olumlayan bir güzelliğin karşısında, yok’ diye yanıt verirsiniz. Bundan sonra orkestra başlar, ikimiz de yeniden ağırbaşlılığımıza döner, büyük bir incelikle konuşmayı daha sıradan bir saray konuşmasına dönüştürürüz. Ancak siz bu alanda biraz rahatsız göründüğünüzden, belki de hazırcevaplığa kalkışmasak daha iyi olacak…”
Bu sözlerim üzerine artık benden gerçeklen korkuyordu, söyleyecek hiçbir şey bulamamıştı. Bakışlarını büyük bir ciddiyet kapladı, sanki kiliseyle orman arasında bir fırtınada, ya da sonunda hiçbir şeyin olmadığı bir yerde duruyorduk.
Gergin bir sesle, “Kimsin sen?” diye sordu. Artık hiçbir hafiflik, hiçbir yapmacık kalmamıştı, sadece benden korkuyordu. Bense ondan hiç korkmuyordum, hem de hiç; aslında tehlikeyi hissetmem gerekiyordu, çünkü gözenekli cildini, asi, diken diken kaşlarını, kulaklarının geniş yuvarlaklığını hissedebiliyordum, bunların hepsi içimde o zamana dek saklı olan beklentimle birleşiyordu, sanki şimdiye kadar içimde onun basılmamış bir negatifini taşıyordum, o da şimdi gelip onu doldurmuştu. Yine de, o benim kaderim bile olsa, ondan hiç korkmuyordum. Ne kendimden ne de ondan korkuyordum, ama o bağın içsel, hareketsiz gücünden ötürü tüylerim diken diken oluyordu — bir insanın titremesi değildi benimki, akrebi ve yelkovanıyla saat başını vurmak için hareket ettiğinde hâlâ sessiz olduğu halde titreyen bir saat gibiydi. O titremeyi kimse göremezdi.
Çok sakin bir şekilde, “Sana yavaş yavaş anlatacağım,” diye yanıtladım. Kişinin hasta ve zayıf birini neşelendirmek için yaptığı gibi hafifçe gülümseyip yelpazemi açtım. “Bir kadeh şarap içeceğim. Ya sen?”
Başını salladı, kendisine çok yabancı olan ve pek ayak uyduramadığı, rahatsız bulduğu bir tarzda davranmaya çalışıyordu; inci tanelerini andıran cilanın damla damla aktığı parkenin üzerinden, mumların bıraktığı isin arasından, sıra sıra dizilmiş inci beyazı hizmetkârların kadehlere içki doldurduğu köşeye doğru omuz omuza yürüdük.
O akşam ona kim olduğumu söylemedim, ona yalan söylemek istemediğimden ve kendim de gerçeği bilmedi — ğimden. Hakikat kendisiyle çelişemez ve ben bir mürebbiye, bir kontes ve bir öksüzdüm, bütün bu soyağaçları içimde dönüyordu, hangisini kabul edersem gerçek o olacaktı; artık hakikatin benim seçimim ve arzumla belirlenebileceğini, ben herhangi birini dile getirdiğimde sözü edilmemiş diğer imgelerin uçup gideceğini anlamıştım. Ama bu olasılıkların arasında kararsız kalmayı sürdürdüm, çünkü bunlarda kaçamak bir anı var gibiydi — ben, kendisi için endişelenen akrabalarından kaçmış, belleğini yitirmiş kararsız bir kişi olabilir miydim? Onunla konuşurken şöyle düşündüm: Eğer ben deli bir kadın olsaydım, her şey iyi bir şekilde sonuçlanırdı. Kişi, bir rüyadan kurtulabildiği gibi, delilikten de kendini kurtarabilirdi — her iki durumda da umut vardı.
Geç saatlerde — bütün o süre boyunca yanımdan hiç ayrılmamıştı — odasına çekilmeden önce bir anlığına Majesteleri’nin yanından geçtiğimizde, Kralın bizim tarafımıza bakmaya tenezzül bile etmediğini hissettim, bu korkunç bir keşifti. Arrhodes’in yanındaki davranışlarımı gözlemlemeye gerek görmüyordu, belli ki bu gereksizdi, sanki hiç kuşku duyamayacağı bir biçimde bana tamamen güvenebileceğini biliyordu, son nefeslerine kadar işlerini yapmaya çalışan kiralık katillere güvenir gibi, çünkü kaderleri işverenlerinin elindedir. Oysa Kral’m ilgisizliği kuşkularımı gidermeliydi; benim olduğum yöne bakmadığına göre onun için hiçbir şey ifade etmiyordum, yine de içimdeki ısrarlı zulüm hissi deliliğin ağır basmasına neden oldu. Bu yüzden melek güzelliğinde deli bir kadın gibi, Arrhodes’in şerefine kadeh kaldırarak kahkaha attım; Kral’ın, ölen annesine, bu bilge adama bir zarar gelirse bunun kendi seçiminden ötürü olacağına dair söz vermesine rağmen herkesten çok küçüksediği Arrhodes’in şerefine. Bunu bana dans ederken birisi mi söylemişti yoksa kendim mi öğrenmiştim bilmiyorum, çünkü gece uzun ve gürültülüydü, kalabalık bizi sürekli birbirimizden ayırıyordu, buna karşın biz raslantı eseri birbirimizi buluyorduk, sanki oradaki herkes aynı fesadın parçasıydı bunun bir yanılsama olduğu kesindi, mekanik bir biçimde dans eden bir mankenler kalabalığıyla sarılı olmamız mümkün değildi. Yaşlı erkeklerle, güzelliğimi kıskanan genç hanımlarla konuşlum, sözlerindeki aptallıktan midem bulanarak; kimi iyi kimi kötü huylu kimselerdi; o işe yaramaz ihtiyarları, o asık suratlı genç hanımları öylesine büyük bir rahatlıkla ezip geçtim ki onlar için üzülmeye başladım. Parlak nüktelerimle bir zekâ timsaliydim, gözlerim baş döndürücü hazırcevaplığımdan ötürü alev alev yanıyordu — artan endişemde Arrhodes’i kurtarmak için seve seve kuş beyinli rolü oynayabilirdim, ama yapamadığım tek şey buydu. Ne yazık ki o kadar becerikli değildim. O halde zekâm (ki zekâ bütünlük anlamına geliyordu) bir yalana mı tâbiydi? Dans sırasında, minuet’nin dönüşlerini yaparken kendimi bu tür düşüncelere verdim; o sırada, ince bedeni ve siyah giysileriyle, taçlı aslanların süslediği mor perdeye dayanmış olan Arrhodes, dans etmiyor, beni seyrediyordu. Kral gitti ve kısa bir süre sonra biz de ayrıldık; bir şey söylemesine, bir şey sormasına izin vermedim, denedi ve önce dudaklarımla, sonra da sadece yelpazemi kapatarak “Hayır,” deyişim karşısında yüzü soldu. Nerede yaşadığım, oraya varıp varmadığım, gözlerimi ne yana çevireceğim konusunda hiçbir fikrim olmaksızın dışarıya çıktım; tek bildiğim bunların benim elimde olmadığıydı, çabaladım, ama boşunaydı — bunu nasıl açıklayabilirim? Herkes bilir ki göz yuvalarını kafatasının içine bakacak şekilde çevirmek imkânsızdır.
Beni sarayın kapısına kadar geçirmesine izin verdim, sürekli yanan katran kazanlarının ötesindeki bahçe sanki kömürden oyulmuş gibiydi; soğuk havada, uzak, insan dışı bir kahkaha vardı, Güney’in efendilerinin pınarlarından inciler akıyordu sanki — ya da çiçek tarhlarının üzerinde bembeyaz hayaletler gibi asılı duran konuşan heykellerdi bunlar, kraliyet bülbülleri de şarkı söylüyorlardı, ama kimse onları dinlemiyordu, seranın yakınlarında bir tanesi, dalına konmuş, ayın halesinin önünde büyük bir karaltı oluşturuyordu — ne mükemmel bir manzara! Çakıl taşları ayaklarımızın altında oynaşıyor, ıslak yaprakların arasından parmaklığın altın kaplamalı sivri uçları çıkıyordu.
Sert ve kararlı bir şekilde elimi kavradı, ben de hemen çekmedim, Majesteleri’nin askerlerinin ceketlerindeki beyaz çizgiler parıldadı, biri arabamı çağırdı, atlar toynaklarını yere vurdular, mor fenerlerin ışığında bir faytonun kapısı ışıldadı, aşağıya bir basamak sarkıtıldı. Bu bir rüya olamazdı.
“Ne zaman ve nerede?” diye sordu.
“Hiçbir zaman ve hiçbir yerde demek daha iyi olacak,” dedim, basit gerçeğimi dile getirerek; çabucak ve çaresiz bir şekilde, “Seninle oynamıyorum, harika filozofum, kendi içine bak, sana iyi bir öğüt verdiğimi göreceksin,” diye ekledim.
Ama eklemeyi düşündüğüm asıl sözleri dile getiremedim. Tuhaftır ama, her şeyi düşünebildiğim halde sesimi bulamıyor, o sözcüklere erişemiyordum. Boğazıma bir şey düğümlenmişti, bir dilsizlik, sanki bir anahtar dönmüş, aramızda bir sürgü kapanmıştı.
Başı önüne eğik, yumuşak bir sesle, “Çok geç,” dedi. “Gerçekten çok geç.”
“Kraliyet bahçeleri sabahtan öğlen borusuna kadar açık olacak,” dedim; bir ayağım arabanın basamağındaydı. “Orada, çürümüş bir meşe ağacının yanında, içinde kuğular olan bir havuz var. Yarın öğlen tam on ikide ya da ağacın kovuğunda yanıtını bulacaksın. Şimdi tek dileğim, bir mucize olup karşılaşmamızı unutmandır. Nasıl yapılacağını bilsem, bunun için dua ederdim.”
Bu koşullarda söylenecek en uygunsuz ve bayağı sözlerdi bunlar, ama bu ölümcül bayağılıktan kurtulmamın hiçbir yolu yoktu; fayton hareket etmeye başladıktan sonra, söylediklerimi, bende uyandırdığı duygulardan korktuğum biçiminde yorumlayabileceğinin farkına vardım. Bu doğruydu: Bende uyandırdığı duygulardan korkuyordum, ancak bunun sevgiyle hiçbir ilgisi yoktu, sadece söyleyebildiklerimi söylemiştim, tıpkı karanlıkta, bir bataklıkta, kişinin bir sonraki adımın kendisini derin sulara gömmemesi için adımını dikkatli bir şekilde atması gibi… Ben de sözcüklerle yolumu arıyordum, nefesimle ne söyleyebileceğimi — ve ne söylememem gerektiğini — sınıyordum.
Ama o bunu bilemezdi. Nefesimiz kesilmiş bir biçimde, tutkuya benzer bir heyecanla, çaresizce ayrıldık; çünkü bu, bizim mahvımızın başlangıcıydı. Ama ben, bütün zarafetini ve tatlığımla, onun kaderi olduğumu, bunun kaçınılmaz bir mahvoluş anlamına gelen korkunç bir kader olduğunu anladım.
Faytonun içi boştu — faytoncunun giysisinin koluna dikilmiş olması gereken kuşağı aradım, ama orada değildi. Faytonun pencereleri de yoktu — acaba siyah camla mı kaplıydılar? İçerisi zifirî karanlıktı, sanki geceden değil de yokluğun kendisinden gelen bir karanlıktı bu. Bu ışığın yokluğu değil, boşluktu. Uzun tüylü kadifeyle kaplı duvarlarda elimi gezdirdim, ama ne bir pencere çerçevesi ne de bir kapı kolu buldum. Önüm, üstüm, her yanım o yumuşak, doldurulmuş yüzeylerle kaplıydı, tavan şaşılacak biçimde alçaktı, sanki bir faytonun içinde değildim de, yan yatmış bir sandığın içine kapatılmıştım, ne atların ayak seslerini ne de dönen tekerleklerin bildik gürültüsünü duyuyordum. Karanlık, sessizlik, hiçlik. Sonra kendime döndüm, kendim, o zamana dek olup biten her şeyden daha karanlık ve daha meşum bir muammaydı benim için. Her şeyi hatırlıyordum. Bunun bu şekilde olması gerektiğini düşünüyorum, durumu başka bir şekilde düzenlemek imkânsız olurdu, bu nedenle, cinsiyetsiz ve tamamen yabancı olarak uyandığım o ilk uyanışı anımsadım, bu sanki kötü bir metamorfoz rüyasını hatırlamak gibiydi. Salonun kapısında, şimdiki gerçekliğe uyanışımı hatırladım, o oymalı kapıların hafifçe gıcırdayarak açılışını, hizmet etme gayretiyle kibar bir kuklaya benzeyen balmumundan yapılmış yaşayan bir cesedi andıran — hizmetkârın yüzündeki maskeyi bile hatırlıyordum. Bunların hepsi kafamda ahenkli bir bütün oluşturuyordu ve hâlâ kapıların ne olduğunu, bir balonun ne olduğunu ve ben olduğum bu şeyin ne olduğunu bilmediğim zamana dönebiliyordum. Özellikle de, daha o zamandan yarısı sözcüklerde toplanan, kişisel olmayan ve nötr haldeki ilk düşüncelerimi hatırlıyordum — bu, tüylerimi diken diken etti, sapkınca bir gizem vardı bunda. Ben olan şey ayakta duruyordu, o olan ben görmüştü, içeri girmişti — bunlar, salonun açık kapısından dışarıya taşan aydınlığın göz bebeklerime çarpmasından önce kullandığım kalıplardı — her şeyin nedeni o parlaklık olmalıydı, başka ne olabilirdi ki? — o parlaklık içimdeki sürgüleri, çengelleri açıp bütün varlığımı ani bir ziyaretin acısıyla, sözlerin insancıllığıyla, zarif hareketlerle, kadınlığın büyüleyiciliğiyle ve yüzlerin anısıyla doldurmuştu, bu yüzler arasında en belirgini — Kral’ın asık yüzü değil o adamın yüzüydü. Bunu bana kimse hiçbir zaman açıklayamayacak olsa da, Kral’ın önünde yanlışlıkla durduğumu çok kesin olarak biliyordum — bu bir hataydı, beni bekleyen kader ile o kaderin aracı arasındaki bir karışıklıktı. Bir hataydı — ama hataya meydan veren bir kader, nasıl bir kaderdi? Gerçek bir kader değildi. O halde hâlâ kendimi kurtarma olasılığım olabilir miydi?
Şimdi kusursuz bir soyutlanmıştık içindeydim, beni korkutmuyordu bu, tersine bu durumu rahat buluyordum, çünkü bu yalnızlıkla düşünebilir, yoğunlaşabilirdim; şimdi, tıpkı eski bir odadaki tanıdık eşyalar gibi kolaylıkla erişebileceğim, sıkı bir düzene oturmuş anılarımı araştırarak kendimi tanımayı istediğimde ve sorular sorduğumda, o gece olup biten her şeyi gördüm — ama her şey ancak sarayın salonunun eşiğine kadar açık ve netti. Ondan öncesi — evet, kesinlikle. Neredeydim — neredeydi?! — ondan önce? Nereden gelmiştim? Çok kesin ve basit bir düşünce, bana pek de iyi olmadığımı, tıpkı inanılmaz maceralarla dolu egzotik bir seyahatten dönmüş biri gibi, bir hastalığı atlatmakla olduğumu söyledi. Kitaplara ve aşk romanlarına meraklı, hayalperest ve ilginç alışkanlıkları olan, bu vahşi dünya için fazlasıyla hassas, genç ve çok zarif bir genç bayan olarak türlü sanrılardan mustarip biri olduğumu söyledi bana, belki de bir isteri krizi anında o metal cehennemlerden geçtiğimi görmüştüm, kuşkusuz o sırada üzeri gölgelikli, dantelli çarşaflar serili bir yatağın üzerinde yatmaktaydım, evet, belki de o varlığa geliş sanrıları bile beni yakan ateşin bir ürünüydü, odayı, uyandığımda korkmamamı ve üzerime eğilen şekillerde sevenlerimi tanımamı sağlayacak kadar aydınlatan mumun ışığında gördüğüm sanrılar. Ne kadar hoş bir yalan! Sanrılar görüyordum, öyle değil mi? Ve bunlar biricik belleğimin berrak ırmağına gömülerek ikiye bölünmüşlerdi. Bölünmüş bir bellek…? Çünkü o soruyla birlikte, içimde yanıtları vermek üzere hazır bekleyen bir koro duydum: Mürebbiye, Tleniks, Angelita. Bu neydi peki? Bütün bu sözcükler bende hazır bulunuyordu, bana verilmişlerdi ve her biriyle birlikte onlara uygun görüntüler gelmişti; ah, bir de onları birbirine bağlayan zincirler olsaydı! Ama onların birlikteliği, bir ağacın dağınık köklerinin birlikteliği gibiydi; zorunluluk gereği tek, doğası gereği biricik olan ben, bir zamanlar, küçük suların bir nehrin akıntısına karışıp birleşmeleri gibi birleşen dalların çoğulluğu olabilir miydim? Ama kendi kendime, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyledim, imkânsız. Bundan emindim. Bu bölünmüş haliyle hayatıma baktım: Salonun eşiğine kadar farklı iplerden dokunmuş gibi görünüyordu, ama eşikten sonrası tekti. Hayatımın ilk kesitine ait manzaralar birbirine koşut olarak akıyor, birbirlerini yalanlıyorlardı. Mürebbiye: Bir kule, karanlık granit kayalar, bir asma köprü, geceleyin gelen haykırışlar, bakır bir kaptaki kan, kasapları andıran şövalyeler, baltalı kargıların paslı başları, puslu, buğulu pervazla yatağın oymalı başlığı arasındaki yarı kör bir aynada yansıyan küçük soluk yüzüm — gelmiş olduğum yer burası mıydı?
Ama Angelita olarak, Güney’in bayıltıcı sıcağında büyümüştüm ve o yöne baktığımda, beyaz sırtlarında güneşin parladığı duvarlar, kurumuş palmiyeler, yanlarında, pul pul köklerine köpüklü idrarlarını bırakan vahşi, tüylü sokak köpekleri, yapışkan bir tatlılığa sahip hurmalarla dolu sepetler, yeşil cüppeli hekimler ve kentin körfezine inen taş merdivenler gördüm; bütün duvarlar ısının geldiği yönün tersine dönüktü; kurutulmak üzere bırakılmış, gübre yığınlarını andıran sararmış üzüm yığınları ve yine yüzüm, bu kez aynada değil, suda yansıyan yüzüm, gümüş bir testiden eskiliğinden ötürü kararmış gümüş bir testiden — akan su. O testiyi taşıyışımı ve içinde ağırlığıyla hareket eden suyun elimi ıslatışını bile hatırlıyordum.
Peki ya, cinsiyetsiz benliğim ve onun sırt üstü yolculuğu, kıvrımlı metal yılanların ellerime, ayaklarıma, alnıma kondurdukları öpücükler? O dehşet artık tamamen solmuştu, tıpkı sözcüklere dökülemeyen kötü bir rüya gibi, en zorlu çabalarımla bile onu zar zor hatırlıyordum. Hayır, aynı anda ya da art arda birbirinden bu kadar zıt yaşamlar yaşamış olmam imkânsızdı! Öyleyse kesin olan neydi? Güzeldim. O adamın canlı bir aynayı andıran yüzündeki aksimi gördüğümde içimde hem zafer hem de çaresizlik duyguları yükseldi, çünkü hatlarımın kusursuzluğu o kadar mutlaktı ki hangi deliliği yaparsam yapayım, istersem ağzımda köpüklü salyalarla uluyayım, istersem çiğ et kemireyim, güzellik yüzümü terk etmiyordu — peki neden sadece “ben” olarak değil de, “benim yüzüm” olarak düşünüyordum? Ben, yüzü ve vücuduyla barışık ve uyumlu olmayan biri miydim? Büyü yapmaya hazır bir büyücü, bir Medea mıydım? Benim için bu büyük bir saçmalık, gülünç bir şeydi. Aklımın, asilliği elinden alınmış başıboş bir şövalyenin elindeki çok kullanılmış bir kılıç gibi iş görmesi bile, her konuyu hiç tereddütsüz ikiye biçebilmem, aklımın bu kararlı işleyişi bile, kesinliğinde biraz fazla soğuk, fazla sakin görünüyordu, çünkü onun ötesinde korku vardı — tıpkı aşkın, her yerde birden var olan, yine de ayrı olan bir şey gibi-, bu yüzden kendi düşüncelerimi bile kuşkuyla karşılıyordum. Ama yüzüme de aklıma da güvenemiyorsam, korkumu ve kuşkumu nerede saklayacaktım, değil mi ki insan ruh ile beden dışında bir hiçtir? Bu, aklımı karıştırıyordu.
Geçmiş yaşamlarımın dağınık kökleri, bana önemli olan hiçbir şey söylemiyordu, bunlar üzerine düşünmek parlak görüntülerin açığa çıkmasını sağlıyordu yalnızca, kâh Kuzeyli Mürebbiye, kâh kızgın güneşli yerlerde büyüyen Angelita, kâh Minyon olarak, her seferinde, başka bir ismi, başka bir hayatı olan, başka bir göğün altında yaşayan, başka bir soydan gelen, başka bir insandım. Burada hiçbir şeyin öncesi yoktu. Güney’in toprakları geliyordu sürekli gözümün önüne, göz alıcı parlaklıkta bir göğün altında tezat renklerle ve tatlılıklarla dolu olarak; çarşaflı annelerinin kemikli dizlerinde sessizce yatan, gözleri cerahatli, yarı kör ve şişik karınlı çocuklar ve o uyuz köpekler olmasa, palmiyelerle süslü o kıyıyı fazlasıyla rahat ve bir yalan kadar boş bulurdum. Ve Mürebbiye’nin Kuzey’i… Tepeleri karlarla kaplı dağları, kurşunî renklerle çalkalanan göğü, kışın rüzgârın karda bıraktığı eğri büğrü şekilleri, beyaz dillerini taşlara sürüyerek kale mazgallarından giren, payandaları, hendekleri yalayan şekilleri, asma köprünün sarı göz yaşlarını andıran paslı zincirleri… Yazları hendeğin suyu, kuzu derisini andıran bir küf tabakasıyla kaplı olurdu, bunların hepsini o kadar iyi hatırlıyordum ki!
Bir de üçüncü var oluşum vardı: Büyük, serin, düzenli bahçeler, ellerinde makaslarıyla bahçıvanlar, tazı sürüleri, soytarının tahtın basamaklarında uzanan Büyük Danimarkalısı — nefes alırken kaburgalarının oynamasıyla bozulan mutlak bir uyku halindeki dünya yorgunu heykel… sarıya çalan ilgisiz gözlerinde küçük şekillerin parladığını düşünürdünüz. Bu şekillerin ne anlama geldiğini bilmiyordum, ama bir zamanlar bildiğimden emindim. Ağzımda çiğnediğim otların tadına kadar her şeyini bu kadar iyi hatırladığım o geçmişe daldığımda, küçülen bebek patiklerime ya da gümüş ipliklerle işlenmiş ilk uzun elbiseme dönmemem gerektiğini hissettim, sanki çocukluğumda bile bir ihanet gizliymiş gibi. Bu yüzden katlanılmaz zalimlikte bir anıyı gelirdim aklıma — yüzüm yukarı dönük haldeki cansız yolculuğu, çıplak bedenime çarpan metallerin uyuşturucu dokunuşlarını, sanki bedenim henüz bir yüreği, bir dili olmadığından çalamayan bir çanmışçasına metallerin dokunuşuyla çınlayan çıplaklığımı. Yine de elimdeki tek şey bu inanılmazlıktı, bu kâbusun bana böylesi bir ısrarla sarılmasına artık şaşmıyordum, çünkü onun kâbus olduğuna karar vermiştim. Bunun kesinliğinden emin olmak için parmaklarımın ucuyla kollarımın yumuşak kısımlarına, göğüslerime dokundum; şüphesiz bir tacizdi bu ve ben titreyerek ona boyun eğdim, sanki başımı geriye atmış, canlandırıcı yağmurun buz gibi akıntısına çıkmıştım.
Sorularıma hiçbir yanıt bulamayarak, kendim olan ve olmayan uçurumdan çekildim. Tek olan benliğime döndüm. Kral, geceki balo, salon ve o adam. O adam için yaratılmıştım, o da benim için yaratılmıştı, bunu biliyordum, ama yine korkuyla; hayır, bu korku değildi, kaderin, kaçınılmazın, anlaşılmazın demir varlığıydı; tıpkı bir ölüm haberi gibi reddedilemez, görmezden gelinemez, kendisinden kaçılamaz bir bilgi olan bu kaçınılmazlıktı içine gömüldüğüm o ürpertici var oluş — yok olunabilirdi, ama bir tek o şekilde. Buna dayanamayarak, “baba, anne, kardeş, arkadaşlar, dostlar ve akrabalar” diye sayıkladım — bu sözcükleri ne kadar iyi anlıyordum, canlı simalar göründü, tanıdığım simalar, bunları kendi önümde kabul etmem gerekiyordu, evet ama insanın dört annesi ve bir o kadar da babası olamazdı, öyleyse, bu yine delilik iniydi? Böylesine aptalca ve böylesine inatçı?
Aritmetiğe başvurdum: Bir bir daha iki eder, bir babayla bir anneden bir çocuk çıkar, sen o çocuktun, sen bir çocuğun anılarına sahipsin…
Kendi kendime, ya deliydim ya da hâlâ deliyim, dedim, aklım bir akıl olarak tam bir tutukluk içindeydi. Ne balo, ne şato, ne Kral, ne de ebedî uyum yasalarına tâbi bir varlığa dönüşme vardı. Bir pişmanlık yarası, güzelliğimden de ayrılma düşüncesi karşısında bir direniş hissettim. Birbirinden farklı öğelerle kendime ait bir şey kuramazdım, meğer ki mevcut tasarımda içine sızabileceğim bir çatlak, bir tutarsızlık bulabileyim ve böylece yapıyı açıp özüne inebileyim. Herşey gerçekten de olması gerektiği şekilde mi gerçekleşmişti? Eğer ben Kral’ın malı idiysem, o zaman bunu nasıl bilebilirdim ki? Geceleyin bunu düşünmem bile yasak olmalıydı. O her şeyin arkasında idiyse, o zaman neden onun önünde eğilmeyi istemiş, ama ilk önce bunu yapmamıştım? Eğer hazırlıklar hatasız idiyse, neden hatırlamamam gereken şeyler hatırlamıştım? Çünkü, tabii ki, hatırlayabileceğim tek şey bir kızın ve bir çocuğun geçmişi olsaydı, kadere başkaldırma arzusu uyandıran o kararsızlığın ıstırabına düşmezdim. Hiç olmazsa arkamdaki o anı, öpücüklerle alevlenen hareketsiz ve dilsiz çıplaklığımın canlılığını silmelilerdi, ama o da gerçekleşmişti ve şimdi benimle birlikleydi. Tasarımda ve tasarımın gerçekleşmesinde bir hata olabilir miydi? Bilmece ya da kötü bir rüya sandıklarım, dikkatsiz birer hata, birer ihmal, birer çatlak mıydı? Ama öyle olsaydı, umut etmek için bir nedenim olurdu. Beklemek için. Olayların gelişmesini, daha çok tutarsızlığın birikmesini beklemek ve bunlardan, Kral’a karşı, kendime karşı ya da kim olursa olsun, bana zorla dayatılan kadere karşı kullanacağım bir kılıç yapmak için beklemek. Öyleyse, büyüye boyun eğ, ona dayan, sabahleyin ilk iş olarak randevuna git… ve nedenini ya da nasılını bilmeden, bunu yapmaktan beni hiçbir şeyin alıkoyamayacağını, tersine, her şeyin beni kesin olarak bu yöne yönelteceğini biliyordum. Şimdi ve burada, etrafımdaki her şey çok ilkeldi, evet, duvarlar, önce parmaklara yumuşak bir şekilde teslim olan esnek döşemeler ve altlarındaki çelik ya da taştan engel, bilmiyordum, ama o rahat yumuşaklığı tırnaklarımla koparabilirdim, ayağa kalktım, başım tavanın içbükey kıvrımına değdi. Etrafımda ve üstümde bu vardı, ama içeride — ben, tek başıma?
Kendimi anlamaktaki bu yetersizliğimi inceleyip açığa çıkarmayı sürdürdüm ve birçok düşünce aynı anda, birbiri üzerine kafama üşüştüğünden, kendi yargılarıma güvenip güvenmemem gerektiği konusunda emin olamadım, berrak bir kehribara gömülü bir böcek gibi, obnubilatio lucida’ma [1] hapsolmuş boğulmakta olan deli bir kadın olarak şu çok doğal olurdu ki…
Bir dakika. Bu kadar üstün bir sözcük dağarcığı, bu terimler, hem de Latince olarak, mantıklı cümleler, kıyasla muhakeme etme, erkeklerin gönlünü yakan güzellikte bir genç kıza uymayan bu ifade düzgünlüğü nereden gelmişti? Cinsellik konusunda bu korkunç bezginlik, soğuk küçükseme, o mesafelilik, evet, büyük bir olasılıkla bana şimdiden âşık olmuştu, belki de benim için deli oluyordu, beni görmesi, sesimi duyması, parmaklarıma dokunması gerekiyordu, oysa ben onun tutkusunu oyun gibi görüyordum. Bu, şaşırtıcı, çelişkili, asinkategorematik değil miydi? Her şey sadece hayalimin ürünü olabilir miydi, buradaki nihaî gerçek, sayısız yılların deneyimlerine dolanmış yaşlı, duygusuz bir beyin olabilir miydi? Belki de keskin bir zekâ benim tek gerçek geçmişimdi, belki de ben mantıktan doğmuştum ve o mantık benim tek gerçek soyağacımı oluşturuyordu…
Buna inanmadım. Ben suçsuzdum, evet, ama aynı zamanda suçla doluydum. Şimdime karışan o eski geçmişimin izlerinde, küçük bir kız olarak suçsuzdum, kasvetli ve gri-beyaz kışlarda ve sarayların boğucu zorunluluklarında sessiz bir yeniyetme olarak ve bugün, Kralla olup bitenlerde de suçsuzdum, çünkü olduğumdan başka bir şey olamazdım; suçum — korkunç suçum — sadece, bütün bunları çok iyi bilmem ve bunları sahte, yalan olarak değerlendirmemdi ve gizemimin köküne inmek islediğimde o inişi gerçekleştirmekten korktum ve yoluma çıkan görünmez duvarlardan ötürü utanç dolu bir minnettarlık duydum. Öyleyse lekeli ve dürüst bir ruhum vardı, başka neyim vardı, başka ne kalmıştı, ah evet, hâlâ bir şey daha vardı: Bedenim; ona dokunmaya başladım, o karanlıkta onu usta bir dedektifin suç mahallini incelemesi gibi inceledim. İlginç bir araştırmaydı, çünkü bu çıplak vücuda dokunurken parmaklarımda hafif bir iğnelenme hissettim, bu benim kendimden duyduğum korku olabilir miydi? Ama güzeldim, kaslarım esnek ve yuvarlaktı, bacaklarımın üst kısımlarını, yabancı nesnelermişçesine, kimsenin kendi kendine tutmayacağı bir biçimde kavrayarak, onları sıkan ellerimin altında, düzgün ve hoş kokulu tenimin altında, uzun kemikleri hissedebiliyordum, ama nedense bileklerime ve dirseğimin iç kısmına dokunmaktan korkuyordum.
Bu isteksizliği yenmeye çalıştım, yani orada ne olabilirdi ki… kollarım boynuma kadar sert ve pürüzlü dantellerle kaplıydı. Kuğu boynu dedikleri bir boynum vardı, başım yapmacıklıktan uzak, saygı uyandıran doğal bir mağrurlukla yükseliyordu üzerinde, örgülü saçların altında küçük, sert memeli, küpesiz, — nedense — deliksiz kulaklarım vardı, alnıma, yanaklarıma, dudaklarıma dokundum. Parmaklarımın ucuyla hissettiğim ifadeleri beni yine rahatsız etti. Beklediğimden farklı bir ifadeydi. Tuhaf. Ama hasta ya da deli değilsem, kendime nasıl bu kadar yabancı olabilirdim?
Kocakarı masallarına inanan küçük bir çocuğun masumiyetiyle, bileklerime, dirseklerime, kollarımın dirsekle bilek arasındaki kısmına uzandım, burada anlaşılmaz bir şey vardı. Parmak uçlarım hissizleşti, sanki sinirlere, damarlara bastıran bir şey vardı, zihnim bir kez daha türlü kuşkularla doldu: Bu tür bilgiler bana nasıl gelmişti, kendimi neden bir anatomi uzmanı gibi inceliyordum, bu ne Angelita’nın, ne güzel Mürebbiye’nin ne de lirik Tleniks gibi bir genç kızın tarzı değildi. Ama aynı zamanda içimde yatıştırıcı bir dürtü de hissettim: Bu çok normal, kendine şaşma, seni garip, hayalperest kuş beyinli, biraz hasta olduysan bunu unut, sağlıklı düşünceler düşün, randevunu düşün… Ama ya dirsekler, bilekler? Derinin altında — katı bir yumru gibi, şişmiş bezler mi vardı? Kireçlenme miydi? Bu imkânsızdı, güzelliğimle, onun mutlaklığıyla bağdaşmazdı. Yine de orada küçük bir sertlik vardı, ancak orayı, elimin üstünü, nabzın bittiği yeri ve dirseğimin kıvrımını sertçe sıktığımda hissedebiliyordum onu.
Demek vücudumun da sırları vardı, farklılığı ruhumun farklılığına, kendime ait düşüncelerimdeki korkusuna uyuyordu; bunda bir kalıp, bir ahenk, bir simetri vardı: Onda varsa bunda da vardı. Zihinde varsa, kollarda ve bacaklarda da vardı. Bende varsa sende de vardı. Ben, sen, bilmeceler, yorgundum, kanıma beni yenen bir yorgunluk girdi, ona teslim olmam gerekiyordu. Uykuya dalmam, kendimi başka bir özgürleştirici karanlığın unutuşuna bırakmam gerekiyordu. Sonra birden, kindar bir biçimde, o dürtüye kapılmama, bu şık (ama içi o kadar şık olmayan) faytonun dar sınırlarına ve bu fazlasıyla bilge, kıvrak zekâlı kızın ruhuna karşı koyma karan geldi! Gizli yaralarla dolu fiziksel güzelliğine meydan okuma! Ben kimdim? Karşı çıkışım, karanlıkta ruhumu yakarak adeta parlamaya başlayan bir öfkeye dönüşmüştü. Sed tamen potest esse totaliter aliter [2], bu nereden gelmişti? Ruhumdan mı? Gratia? Dominus meus?[3]
Hayır, yalnızdım ve yalnız başıma yukarı fırladım, dişlerimi o yumuşak döşemeli duvarlara geçirdim, içi doldurulmuş yeri yırttım, kuru ve sert malzeme dişlerimin arasında çatırdadı. Salyalarımla birlikte tükürdüm çıkan ipleri, tırnaklarım kırılıyordu, iyi, işte böyleydi, böyle yapılması gerekiyordu, bana karşı mı, yoksa başka birisine karşı mı, bilmiyordum, ama, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.
Bir ışık gördüm, önümde bir yılanın küçük başını andıran bir şey belirdi, tek farkı metal olmasıydı. Bir iğne miydi? Bir delinme acısı duydum, dizimin üzerinden, bacağımın üst kısmından, dışarıdan gelen bir delinme, küçük, neredeyse fark edilmez bir acı, bir delinme ve sonra hiçbir şey.
Hiçbir şey.
Bahçe bulutlarla kaplıydı. Şarkı söyleyen fıskiyeleriyle, hepsi aynı boy budanmış fundalıkları, ağaçların, çalıların, basamakların geometrisi, mermerden heykelleri, sütun süslemeleri, aşk melekleriyle kraliyet parkı… Ve ikimiz. Ucuz, sıradan, romantik, çaresizlikle dolu. Ona gülümsedim, bacağımın üst kısmında bir iz vardı. Delinmiştim. İsyan ettiğim ruhumda ve nefret etmeyi öğrendiğim bedenimde bir yardımcıları olmuştu. Yeterince marifeti olmayan bir dost. Artık ondan o kadar korkmuyordum, artık rolümü oynuyordum. Tabii ki o, bu rolü bana kabul ettirecek kadar zekiydi ve kalelerimi içeriden fethetmişli. Yeterince marifetli, ama yeterince değil — tuzağı gördüm. Amacını henüz bilmiyordum, ama tuzak görülebiliyordu, elle dokunulabilir bir şeydi; gören kişi, artık sadece varsayımlarla yaşamak zorunda olan kişi kadar korkmaz.
Çok zorluklar çektim, kendimle olan bu mücadelem, ağırlığıyla beni rahatsız eden günışığı, bitkilere değil, Majesteleri’ne daha çok haşmet ve hayranlık kazandırmak için yapılmış bahçeler… gerçekten de gecemi, günün böylesine tercih ederdim, ama gün buradaydı, o adam da… her şeyden habersiz, hiçbir şeyi anlamayan, kendi tatlı çılgınlığının yakıcı zevkine gömülmüş, üçüncü bir kişinin değil, benim büyüme kapılmış o adam… Tuzaklar, kapanlar, ölümcül bir çekicilik… ben bu muydum? Fıskiyenin kırbaç gibi inen suları, kraliyet bahçeleri, uzaktaki sis de bu amaca mı hizmet ediyordu? Ama gerçekten de, ne kadar aptalcaydı.
Kimin yıkımı, kimin ölümüydü söz konusu olan? Yalancı şahitler yeterli olmaz mıydı, peruklu ihtiyar adamlar, bir ilmek, zehir? Belki işin içinde daha büyük bir iş vardı. Kötü bir entrika, kraliyet parkelerinin üzerindeki gibi.
Yüce Majesteleri’nin bitkileriyle gayretli bir şekilde ilgilenen uzun deri çizmeli bahçıvanlar bize yaklaşmadılar. Sessizdim, sessizlik daha rahattı çünkü, upuzun bir merdivenin basamaklarına oturduk, sanki bir gün onu kullanmak için bulutlardaki yüksekliklerden inecek olan bir dev için yapılmıştı. Taşlara kakılmış armalar, çıplak aşk melekleri, satirler, silenler, üzerlerinden sular damlayan kaygan mermerler, hepsi de gri gökyüzü kadar kasvetli ve neşesizdiler. Pastoral bir manzara, Aucassin’iyle bir Nicolette, ne büyük bir saçmalık! Bu bahçelerde tamamen kendime gelmiştim, fayton uzaklaştı ve ben sanki buharlı, güzel kokulu bir banyodan yeni çıkmışçasına hafif adımlarla yürüdüm, şimdi giysim farklıydı, üzerinde soluk çiçek desenleri olan bir bahar giysisiydi ve kendisi de çiçekleri andırıyor, saygı uyandırıyor, bana bir dokunulmazlık havası veriyordu, Eos Rhododaktylos [4], ama ben üzeri çiyle kaplı çalıların arasından bacağımın üst kısmındaki izle yürüdüm, ona dokunmam gerekmiyordu, zaten dokunamazdım, ama anısı yetiyordu, onu silmemişlerdi. Ben, tutsak bir zihindim, doğumumda zincirlenmiş, köleliğe doğmuş bir zihin, yine de bir zihin. Böylece o görünmeden önce, o an zamanın bana ait olduğunu, yakınlarda bir iğne ya da dinleme cihazı olmadığını görerek, kendisini gösterisi için hazırlayan bir oyuncu gibi, fısıldayarak birşeyler söylemeye, onun önünde dile getirip getiremeyeceğimi bilmediğim şeyler söylemeye başladım, yani özgürlüğümün sınırlarını yokluyordum, günışığında, bir kör gibi dokunarak onları arıyordum.
Neydi aradığım? Sadece gerçek — önce, gramatik biçim değişikliği, sonra geçmişlerimin çeşitliliği, yaşamış olduğum her şey ve isyanımı durduran iğne. Bu, ona beslediğim sıcak duygulardan mı kaynaklanıyordu, onu yok etmemem için miydi? Hayır, onu sevmediğime göre, hem de hiç. Bu bir ihanetti: Birbirimizin haklarına tecavüz etmemizin hiçbir iyi amacı yoktu. O zaman onunla böyle mi konuşmalıydım? Fedakârlık ettiğimi, onu bir yıkımdan kurtarırcas ına kendimden kurtarmaya çalıştığımı mı söylemeliydim?
Hayır — durum hiç de öyle değildi. Bir aşkım vardı, ama başka bir yerde — bunun kulağa nasıl geldiğini biliyorum. Ah, evet, tutkulu bir aşktı, müşfik ve her şeyiyle sıradan. Kendimi bedenimle ve ruhumla ona vermek istiyordum, ama gerçekte böyle değildi, bu sadece geleneklere, saray adetlerine göre olması gerekendi, çünkü bu herhangi bir günah değil, muhteşem, saraya yaraşır bir günah olmalıydı.
Aşkım çok büyüktü, beni titretiyor, kalbimi çarptırıyordu, onun bakışının beni mutlu ettiğini görüyordum. Benim aşkım aynı zamanda çok küçüktü, benimle sınırlı, kurallara tâbiydi, tıpkı baş başa olmanın acı verici sevincini yansıtan, dikkatle kurulmuş bir tümce gibi. Bu yüzden, bu duyguların sınırı dışında, onu ne kendimden ne de başkasından korumak gibi bir dileğim yoktu, çünkü aklım aracılığıyla sevgimin dışına uzandığımda, o benim için bir hiçti, yine de o gece beni zehirli metalle delen şey her ne idiyse, ona karşı mücadelemde bir yardımcıya ihtiyacım vardı. Başka kimsem yoktu ve o kendini tamamen bana adamıştı: Ona güvenebilirdim. Tabii, bana karşı beslediği duyguların ötesinde ona güvenemeyeceğimi biliyordum. Bir reservatio mentalis[5] durumuna erişemezdi. Bu yüzden ona gerçeğin tümünü, yani aşkımın ve zehirli iğnenin kaynağının aynı olduğunu açıklayamazdım. Bu yüzden ikisinden de tiksindiğimi, ikisine karşı da nefret duyduğumu, tıpkı bir tarantulayı ezer gibi ikisini de ayaklarımın altında ezmek istediğimi açıklayamazdım. Geleneksel bir âşık olduğundan, beni, istediğim o özgürlükle kabul etmeyeceğinden bunu ona söyleyemezdim, bu özgürlük onu benden uzaklaştırırdı. Bu yüzden özgürlüğe aşk adını vererek onu kandırmaktan başka bir şey yapamazdım, sadece o yalan aracılığıyla ona kendisinin bilinmeyen birinin kurbanı olduğunu gösterebilirdim. Kral’ın mı? Evet, ama Majesteleri’ne zarar vermeye kalksa bile bu beni özgür kılmazdı; Kral — gerçekten de bu işin arkasındaki oysa — artık bu işle o kadar ilgisizdi ki, onun ölümü benim kaderimi hiçbir şekilde değiştiremezdi. Bu yüzden, yoluma bu şekilde devam edip edemeyeceğimi görmek için, bir Venüs yontusunun, çıplak kalçaları dünyevî aşkın bütün yüce ve bayağı tutkularım temsil eden o abidenin önünde durdum; tıpkı bir bıçağı biler gibi, korkunç açıklamamın savlarım keskinleştirmek üzere yalnız olabilmek için.
Bu çok zordu. Kendimi sürekli geçilmez bir sınırın önünde buldum, dilimin ne zaman tutulacağını, aklımın nerede tökezleneceğini bilmeksizin; o akıl ki benim baş düşmanımdı. Tamamen yalan söylemek değil, ama gerçeğin, gizemin özüne de tam olarak inmemek. Yarıçapını ancak yavaş yavaş azaltabildim, tıpkı bir helezon gibi içeri doğru kıvrılarak. Ama uzaktan onu gördüğümde, yürüyüşünü, üzerinde koyu renk peleriniyle hâlâ küçük bir siluet olarak bana doğru koşmaya başladığını gördüğümde, bütün bunların hiçbir amacı olmadığını, tarza uygun olmadığını anladım. Bu ne biçim bir aşk sahnesiydi böyle, Nicolette Aucassin’e onun kasabı, kendisini öldüren kılıcı olduğunu itiraf ediyor! Masal tarzına bile uygun değildi, beni büyüden kurtarıp gelmiş olduğum hiçliğe döndürebilecek bir masal. Bilgelik burada tamamen yararsızdı. Böylesine güzel bir kız, kendisini karanlık güçlerin ale ti olarak görüyor ve iğnelerden, kılıçlardan söz ediyorsa, bu şekilde konuşuyorsa, delidir. O, gerçekliğe değil kendi çarpık zihnine tanıklık etmekte, bu yüzden sadece sevgi ve adanmıştık değil, merhamet de hak etmektedir.
Böylesi duygulardan ötürü sözlerime inanmış gibi yapabilir, tehlikeyi görmüş gibi yaparak beni özgür kılmak için atılacak adımlar konusunda bana güvence verebilir, aslında yapmak istediği beni bir hekime göstermek, bahtsızlığımın haberini herkese yaymak olabilir — ona hakaret etmek daha iyi olacak. Ayrıca, bu karmaşık durumda, benim müttefikim olduğunda aşkına kavuşma umuduyla yanıp tutuşan âşık rolünden vazgeçmesi gerekecekti ki bunu istemeyeceği kesindi, onun çılgınlığı normaldi, güçlüydü, ayaklan yere basan bir çılgınlıktı: Sevmek, ah sevmek, yürüdüğüm yoldaki çakıl taşlarını çiğneyip yumuşak kuma çevirmek, evet, ama ruhumun köklerinin çözümleme canavarlarıyla oynamamak…
Öyle gözüküyordu ki ben onun yıkımı için bir araç idiysem, onun ölmesi gerekiyordu. Vücudumun hangi parçasının onu öldüreceğini bilmiyordum, bir kucaklaşma sırasında ön kolum ya da bileklerim mi? Bu fazlasıyla basit olurdu, ama artık başka türlü olamayacağını biliyordum.
Bahçe sanatının ustaları tarafından güzelleştirilmiş yollar boyunca onunla birlikte yürümem gerekiyordu; Venüs yontusundan hemen uzaklaştık, çünkü güzelliğini gösterişli bir şekilde sergileyişi yüce duygularımızın ilk romantizmine ve mutluluğumuzun utangaçlığına uygun değildi. Satirlerin önünden geçtik, onlar da cüretliydi, ama onlarınki duruma daha uygundu, çünkü taştan yapılmış bu kaba, tüylü yaratıkların erkekliği benim saflığıma dokunamazdı, onlara ne kadar yaklaşsam da bozulmazdı bu saflık: Onların mermersi şehvetlerini anlamama izin verilmemişti.
Elimi öptü, tam o yumrunun bulunduğu yerden, ama onu dudaklarıyla hissedemedi. Peki benim kurnazlığım neredeydi? Faytonun karanlığında mı? Yoksa Arrhodes’in ağzından bazı sırlar mı almam gerekiyordu: Sonu yaklaşmış bu bilge adamın göğsüne dayanmış güzel bir stetoskop muydum?
Ona hiçbir şey söylemedim.
İki gün içinde, aşk ilişkisi gerektiği gibi gelişti. Bir avuç iyi hizmetkârla birlikte, Kralın kaldığı yerden sekiz yüz metre uzaktaki bir yerde kalıyordum. Kâhyam Flobe, bahçedeki buluşmadan sonraki gün bu şatoyu kiralamıştı, bu adımın atılması için gerekenlerin nasıl karşılandığı konusunda hiçbir şey söylemeden; ben de, para meselelerinden anlamayan bir kız gibi, sormamıştım. Sanırım onu hem korkutuyor hem de rahatsız ediyordum, büyük olasılıkla sırdan habersizdi, Kral’ın buyruklarına göre hareket ediyordu, sözlerinde bana karşı saygılıydı, ama gözlerinde küstah bir ironi gördüm, herhalde beni Kralın yeni gözdesi olarak görüyordu ve fayton gezintilerim, Arrhodes’le buluşmalarım onu fazla şaşırtmamıştı, çünkü Kral’ın, bir cariyesine, kendisinin anlayabileceği bir kalıba uygun olarak davranmasını bekleyen bir hizmetkâr, iyi bir hizmetkâr olamazdı. Bir timsahı okşayıp sevseydim, gözünün ucuyla bile bakmazdı. Kraliyet iradesi sınırları içinde özgürdüm ve Kral bana bir kez bile yaklaşmadı. Artık, erkeğime hiçbir zaman söyleyemeyeceğim bazı şeyler olduğunu biliyordum, çünkü bunları düşündüğümde bile dilim tutuluyor, dudaklarım uyuşuyordu, tıpkı faytondaki ilk gece kendime dokunduğumda parmaklarımın uyuştuğu gibi. Arrhodes’in beni aramasını yasakladım, o da bunu geleneksel olarak, onuruma gölge düşmesinden korktuğum biçiminde yorumladı ve iyi adam bu konuda kendine hâkim oldu. Üçüncü günün akşamı, sonunda kim olduğumu keşfetmeye başladım. Yatmak üzere hazırlanmıştım, duvardaki aynanın önünde soyunarak bir heykel gibi çırıl çıplak durdum, tuvalet masasının üzerinde gümüş tokalar ve çelik neşterler duruyordu, üzerlerinde kadife bir şal örtülüydü, çünkü keskinliklerinden değil, ışıltılarından korkuyordum. Dik memelerim, pembe uçlu ve yanlara dönüktü, kalçamdaki delikten iz kalmamıştı; bir ameliyata hazırlanan bir cerrah ya da bir kadın doğum uzmanı gibi, iki elimi kapatıp beyaz, düzgün etime bastırdım, kaburgalarım baskıyla gömüldü, ama göbeğim Gotik resimlerdeki kadınlarınki gibi çıktı, sıcak ve yumuşak dış tabakanın altında bir direnç, bir sertlik hissettim ve ellerimi yavaş yavaş yukarıdan aşağıya gezdirirken içeride oval bir şekil hissettim. İki yanımda altışar mum yanıyordu; korkudan değil, bana güzel göründüğünden en küçük neşteri elime aldım.
Aynadan, kendimi kesecekmişim gibi görünüyordu, son derece kusursuz bir manzaraydı; her şey en ince ayrıntısına kadar tarza uygundu, büyük karyola, perde, iki sıra halindeki uzun mumlar, elimdeki ışıltı ve tenimin solukluğu, çünkü vücudum ölesiye korkmuştu, dizlerim titriyordu, sadece neşteri tutan el gereken sarsılmazlığa sahipti. Oval sertliğin en belirgin olduğu ve kıpırdamadığı yere, göğüs kemiğinin hemen allına, derinlere sapladım neşteri, acı azdı ve sadece yüzeydeydi, yaradan sadece bir tek damla kan aktı. Kasap ustalığını yavaş yavaş ve anatomik bir incelikle gösteremeyerek, vücudu kasığa kadar ikiye yardım, şiddetle, dişlerimi sıkıp gözlerimi kapatabildiğim kadar sıkı kapatarak… Bakmak, hayır, bakacak gücüm yoktu. Ama artık titremiyordum, sadece buz gibi soğuktum; oda, sanki nöbet geçiriyormuşum gibi aldığım kesik soluklarla doluydu, bu sesler benden uzakta ve bana yabancı gibiydi. Birkaç tabaka, beyaz deri gibi ayrıldı ve aynada gümüş, dev bir cenin gibi yatan bir şekil gördüm, içimde — katlamayan, sadece pembeleşmiş — et kıvrımları arasında parlak bir koza vardı. Kendine böyle bakmak ne büyük bir dehşet! Saf, lekesiz, dokunulmamış, gümüş renkli yüzeye dokunmaya cesaret edemedim. Küçük bir tabut gibi parlayan karın, mum alevlerini yansıtıyordu, hareket ettim ve o zaman bir cenininki gibi kıvrılmış incecik kollarını ve bacaklarını gördüm, vücudumun içlerine uzanıyorlardı ve birden onun bir o, yabancı bir şey, farklı ve başka bir şey olmadığını anladım, bendim. Demek, bahçe patikalarındaki ıslak kumların üzerinde yürürken ayaklarımın bu kadar derin izler bırakmasının, gücümün nedeni buydu, bendim, hâlâ kendimdim, o girdiğinde bunu kendi kendime tekrar edip duruyordum.
Kapı kilitli değildi — kilitlemeyi unutmuştum. Kendi cüretine şaşırarak yavaşça içeri girdi; önünde — sanki mazereti ve savunmasıymış gibi — koca bir kırmızı gül demeti tutuyordu bir kalkan gibi, öyle ki benimle karşılaştığında ve ben bir çığlıkla arkama döndüğümde, gördü ama farkına varmadı, anlamadı, anlayamadı. Artık korkudan ötürü değil, sadece korkunç, boğucu bir utançla iki elimle birden oval gümüşü kapatıp içime sokmaya çalıştım, ama o fazlasıyla büyüktü, ben de bıçakla fazlasıyla açılmıştım.
Yüzü, sessiz haykırışı ve kaçışı. Olayın bu bölümünü anlatmasam daha iyi olacak. İzin almak, davet edilmek için bekleyememişti, bu yüzden çiçeklerini alıp gelmişti, ev boştu, kimse planladığım şeyi yaparken beni rahatsız etmesin diye hizmetkârları göndermiştim — o sırada artık benim için açık olan başka hiçbir yol, yapılacak başka hiçbir şey yoktu. Ama belki de ilk şüpheleri daha o zaman uyanmaya başlamıştı. Bir gün önce, kurumuş bir nehir yatağından geçerken beni kollarında taşımak istediğini, benim de reddettiğimi hatırlıyorum. Bunu içten ya da yapmacık bir alçakgönüllülükten ötürü değil, böyle yapmam gerektiği için yapmıştım. O zaman, yumuşak çamurdaki küçük ve derin ayak izlerimi fark etti, bir şey söyleyecekti, zararsız bir şaka olacaktı bu, ama birden kendini tuttu ve çatılmış kaşları arasında artık benim için bildik olan o kırışıkla, arkasından tırmanırken bana yardım etmek için elini bile uzatmadan karşıdaki tepeye gitti. Belki o zamandı. Sonra, tepenin tam üstündeyken, tökezledim ve — dengemi sağlamak için — küçük bir ağacın dalına tütündüm, çalının tümünü kökleriyle çektiğimi hissettim, bunun üzerine, yıkıcı, inanılmaz kuvvetimi göstermemek için reflekslerime uyarak dizlerimin üzerine çöktüm. O kenardaydı, bakmıyordu, ben öyle sanıyordum, ama her şeyi gözünün ucuyla görmüş olabilirdi. O halde onu buraya, bu şekilde, izinsizce girmeye iten kuşku muydu, yoksa söz geçiremediği tutkusu mu? Bunun önemi yoktu.
Duyargalarımın en kalın bölümlerini kullanarak, kozadan çıkmak için açık bedenin kenarlarına bastırdım, kendimi çabucak serbest bıraktım, sonra Tleniks, Mürebbiye, Minyon önce dizlerinin üzerine çöktü, sonra yüz üstü kenara devrildi ve ben de bacaklarımı doğrultarak, yengeç gibi yavaş yavaş geriye çekilerek onun içinden çıktım. Arrhodes’in kaçışıyla uçuşan mum alevleri hâlâ titriyor, aynadan yansıyorlardı. Bacakları açık bir halde yatan çıplak şey hareketsizdi; ona, kozama, sahte cildime dokunmak istemediğimden etrafından dolandım ve gövdesi ortadan eğilmiş bir böcek gibi kalkarak aynada kendime baktım. Bu bendim, dedim kendi kendime sözcükler olmadan, ben. Hâlâ bendim. Düzgün kabuklarım, böceksi, yumru yumru eklemler, soğuk gümüşsü parıltısıyla karın, hız için tasarlanmış dikdörtgen yan taraflar, daha koyu, çıkıntılı baş, bu bendim. Bu sözcükleri zihnime kazımak istercesine tekrar tekrar söyledim ve aynı zamanda içimde Mürebbiye, Tleniks, Angelita’nın geçmişleri sönükleşerek yok oldu, uzun zaman önce okunmuş kitaplar, artık etkisini ve önemini yitirmiş çocuk kitapları gibi, onları anımsıyordum, başımı yavaşça çevirerek, yansıda kendi gözlerimi arayarak ve anlamaya başlayarak, her ne kadar bana ait olan bu biçime henüz alışmamış olsam da. İçimi boşaltmam benim isyanım değildi, planın öngörülmüş bir parçasıydı, her şey öyle bir biçimde tasarlanmıştı ki sonunda isyanım boyun eğişim olacaktı. Hâlâ eski becerim ve rahatlığımla düşünebildiğim için, bu yeni bedene de teslim oldum; parlak metaline, gerçekleştirmeye başladığım hareketler işlenmişti.
Sevgi öldü. Sende de ölecek, ama yıllar ya da aylar sonra, içimde yine o tükenmeyi hissettim, bu üçüncü başlangıcındı. Zayıf bir tıslamayla üç kez odanın çevresinde koştum, titrek duyargalarımı artık dinlenmemin yasak olduğu o yatağa uzatarak. Onu izleyebilmek için beni istemeyen, beni sevmeyen sevgilimin kokusunu yokladım; beni tanıyordu, ama bu yeni — büyük olasılıkla son — oyunda tanımıyordu. Deli gibi kaçışının izlerini, bıraktığı açık kapılardan, etrafa saçılmış güllerden takip edebilirdim, kokuları bana yardım edebilirdi, kısa bir süre de olsa onun kokusuna karışmışlardı. Aşağıdan, yerden, yani yeni bir bakış açısından gördüğüm odalar bana fazlasıyla büyük, hantal ve gereksiz mobilyalarla dolu göründü, yarı karanlıkta âşinâ olmadığım korkunç bir görüntü oluşturuyorlardı, sonra pençelerimi sıyıran taş merdivenler, ardından karanlık ve rutubetli bahçeye koştum — bir bülbül şakıyordu. İçimden eğlendim, çünkü bu tamamen gereksiz bir ayrıntıydı, bir sonraki sahne için başka şeylere ihtiyaç vardı. Ayaklarımın altındaki çakıl taşlarının gıcırtısını duyarak epey bir süre çalıların arasında dolaştım, sonra kokuyu yakalayarak hızla ileri atıldım. Kokuyu almamak elimde değildi, havada uçuşan kokuların birleştiği özgün bir ahenkten, geçişiyle yarılan hava dalgalarından oluşmuştu kokusu. Gecenin rüzgârı henüz bu kokuyu dağıtmamıştı ve böylece ben de artık sonsuza dek benim olacak şeyi buldum.
Ona zaman kazandırmak kimin isteğiydi bilmiyorum, çünkü onun peşinden gitmek yerine tan ağarana dek kraliyet bahçelerinde dolaştım. Bu, bir ölçüde işe yaramıştı, çünkü çalılardan yapılmış çitlerin arasında el ele dolaştığımız yerlerde dolandım, böylece onun kokusunu iyice ezberledim, başka kokularla karıştırmam imkânsızdı artık. Doğru, ardından gidip onu, kafa karışıklığının çaresizliği içinde yakalayabilirdim, ama bunu yapmamıştım. O geceki davranışlarımın bambaşka bir açıklaması da olabilirdi, sevgilimi kaybedip onun yerine bir kurban elde edişimden ötürü derin bir acıya düşmüştüm ve belki de, nefret ettiği adamın aniden öleceği düşüncesi artık Kral’ı o kadar da tatmin etmiyordu. Belki de Arrhodes eve koşmamış, arkadaşlarından birine gitmişti ve orada kendi sorularını yanıtladığı ateşli bir monologda (başka birinin varlığı, sadece onu sakinleştirmek için gerekliydi) bütün gerçeği kendi kendine görmüştü. Ne olursa olsun, bahçedeki davranışlarım hiçbir şekilde ayrılığın acısını yansıtmıyordu. Duygusal kimselerin bunu hiç de hoş karşılamayacağını biliyorum, ama ne ovuşturacak ellerim, ne akıtacak gözyaşlarım, ne üzerine düşebileceğim dizlerim, ne de bir gün önce toplanmış çiçeklere bastıracak dudaklarını vardı, bu yüzden çaresizliğe teslim olmadım. Şimdi kafamı meşgul eden, sahip olduğum sıradışı farklılığın inceliğiydi, çünkü yollarda koşup dururken, en yanıltıcı ve yakın kokuları bile, artık kaderim ve zorlu çabalarımın amacı olan şeyle karıştırmadım. Soğuk sol akciğerimde, her bir hava molekülünün sayısız tarayıcı hücrenin dolambaçlı yollarında ilerlediğini hissediyordum, şüpheli zerreler sıcak olan sağ ciğerime aktarılıyor, orada içsel gözüm onu titizlikle inceliyor, anlamını buluyor ya da yanlış koku olduğuna karar verip onu atıyordu; bütün bunlar küçük bir böceğin kanatlarının titremesinden, kavrayabileceğinizden daha hızlı gerçekleşiyordu. Şafak söktüğünde bahçeden ayrıldım. Arrhodes’in evi boştu, kapısı açıktı, yanına silah alıp almadığına bakmaya gerek bile görmeden, yolda bırakmış olduğu taze izleri buldum ve gecikmeden onları izledim. Uzun zaman arayacağımı sanmıyordum. Ancak günler haftaları, haftalar ayları izledi ve ben hâlâ onun peşindeydim.
Bu bana, kendi kaderini kendisi tayin eden birinin yaptıklarından daha iğrenç görünmüyordu. Yağmurların, yakıcı güneşlerin altında, tarlalardan, derelerden, sık çalılıktı ve ağaçlıklı yerlerden geçtim, kuru sazlar gövdemden kaydı, su birikintilerinden ya da sellerle kaplı düzlüklerden geçerken üzerime sıçrayan sular, kocaman damlalar halinde oval sırtımdan, gözyaşları gibi başımdan aşağı aktı, ama bunun hiçbir anlamı yoktu. Sürekli koşturmamda, beni uzaktan gören herkesin arkalarını dönüp bir duvara, bir ağaca, bir çite yapıştıklarını, sığınacak bir yerleri yoksa yere çöküp elleriyle yüzlerini kapattıklarını ya da yüzü koyun yere kapanıp, ben uzaklaşana kadar öylece yattıklarını fark ettim. Uykuya ihtiyacım yoktu, bu nedenle geceleri de köylerden, yerleşim birimlerinden, küçük kasabalardan, toprak kaplarla ve kurumak üzere iplere dizilmiş meyvelerle dolu pazar yerlerinden geçtim, beni gören kalabalıklar önümden dağılıyor, çocuklar bağırıp çağırarak ara sokaklara kaçışıyorlardı; bunların hiçbirine aldırmadan hızla yoluma devam ettim. Kokusu, bir vaat gibi dolduruyordu beni. Artık bu adamın görünüşünü unutmuştum ve zihnim, özellikle de gece koşmalarım boyunca, bedenin dayanıklılığına sahip değilmiş gibi, kendi içine çekildi, öyle ki artık kimin ardından gittiğimi, hatta birisini takip edip etmediğimi bile bilmez hale geldim; tek bildiğim yola devam etmek istediğimdi, havada uçan zerrelerin izleri dünyanın çeşitliliğinden ayrılarak yoğunlaşsın istiyordum; çünkü bu izlerin zayıflaması, doğru yönde olmadığım anlamına gelecekti. Kimseye soru sormadım ve kimse bana yaklaşıp hitap etmeye cesaret edemedi. Nedense beni, yaklaştığımda duvarlara yapışanlardan, başlarının üzerini kollarıyla kapatarak yere kapananlardan ayıran uzaklığın, gergin olduğunu hissediyordum ve bunun, bana duyulan korku dolu bir saygıdan kaynaklandığını anladım, çünkü ben Kral’ın avının peşindeydim ve bana tükenmeyen bir güç verilmişti. Ara sıra, sessizce ve aniden ortaya çıktığımda yetişkinlerin kavrayıp göğüslerine bastıramadıkları küçük bir çocuk ağlamaya başlıyordu, ama ben buna aldırmadım, çünkü koşarken yoğun, bölünmeyen konsantrasyonumu korumam gerekiyordu, hem dışarıya, kumlarla ve tuğlalarla kaplı, gök mavileriyle örtülü yeşil dünyaya, hem de iki ciğerimin etkin bir şekilde çalışmasıyla ortaya çıkan, hatasızlığında büyük bir ihtişam taşıyan o güzel moleküler müziğin geldiği iç dünyama yoğunlaşmalıydım. Nehirler, körfezler, boşalmakta olan derelerin çamurlu yataklarını geçtim ve bütün hayvanlar benden uzak durdu, korkuyla kaçtı ya da çatlamış toprağı kazmaya başladı, birine yaklaşacak olsam yaptığı her şey kesinlikle boş bir çaba olacaktı, çünkü kimse benim kadar hızlı hareket edemiyordu, ama ben dört nala kaçan, boğuk sesleriyle kişneyen, bağrışan, feryat eden o tüylü, eğik kulaklı yaratıkları görmezlikten geldim, onlar beni ilgilendirmiyorlardı, benim başka bir amacım vardı.
Bazen bir misil gibi, büyük karınca yuvalarının üzerinden geçtim, içlerinde yaşayan küçük, koyu kırmızı, siyah, benekli yaratıklar, benim parlak kabuğumun altında çaresizce kaydılar, bir iki kez büyük bir hayvan yolumu kapattı, onunla aramda bir anlaşmazlık olmadığı halde, birbirimizin etrafında dolaşıp birbirimizden kaçmakla vakit geçirmemek için gerilip üzerine atladım ve ardından bir kalsiyum kırılışı, sırtıma ve başıma sıçrayan kırmızı lekeler… öylesine hızla uzaklaştım ki, bu ani ve şiddet dolu eylemimin yol açtığı ölümü ancak sonraları düşünebildim. Savaş meydanlarından geçtiğimi anımsıyorum, gri ve yeşil cüppelerle kaplı alanlar, kimi hâlâ hareket ediyordu, kimininse içinde kokmuş ya da tamamen kuruduğundan hafif kirli görünen beyaz kemikler vardı; ama bunları da görmezlikten geldim, çünkü daha önemli bir işim, sadece benim için yaratılan bir işim vardı. Çünkü izler geriye dönecek, katlanacak, kendini kesecek ve sonra tuz göllerinin kıyılarında yitecekti, orada güneş onu ciğerlerimi rahatsız eden toz haline getirene kadar çatlatacak, ya da yağmurlar onu yalayıp yutacaktı; giderek anladım ki, benden kaçan bu şey çok kurnazdı, beni şaşırtmak ve benzersizliğinin izlerini taşıyan molekül dizisini bozmak için elinden geleni yapıyordu. Peşinde olduğum şey sıradan bir ölümlü olsaydı, belli bir süre sonra onu yakalayabilirdim, yani içine düştüğü dehşetin ve çaresizliğin, kendisini bekleyen cezayı çoğaltması için gereken zamandan sonra. Tükenmeyen hızım ve iz süren ciğerlerimin hatasız işleyişiyle onu çoktan yakalayabilir, düşünce hızıyla öldürebilirdim. Önce ona fazla yaklaşmadım, kokusunun soğumasını bekledim, hem yeteneğimi göstermek hem de adetlere uygun olarak takip edilen kişiye yeterli zaman vermek için; bence bu iyi bir adet, çünkü korkunun artmasına neden oluyor; bazen aramıza epey mesafe koymasına izin verdim, çünkü beni sürekli yakınında hissederse bir çaresizlik anında kendine bir zarar verebilir, böylece benim gerçekleştireceğim işten kaçabilirdi. Bu yüzden ne onun üzerine gereğinden çabuk bir şekilde atılmaya, ne de onu, kendisini neyin beklediğini anlamasına vakit kalmayacak bir şekilde beklenmedik bir anda yakalamaya niyetim yoktu. Geceleri durup çalıların altında gizlendim, bunu dinlenmek için yapmıyordum, dinlenmek gereksizdi, bu kasıtlı bir gecikmeydi ve bana bundan sonraki adımlarda neler yapacağımı düşünmek için zaman veriyordu. Artık avımı, bir zamanlar talibim olan Arrhodes olarak düşünmüyordum, çünkü o anı kendi kendini kapatmıştı ve onun rahat bırakılması gerektiğine inanıyordum. Pişman olduğum tek şey, artık, o eski tuzakları hatırladığımda Angelita, Mürebbiye, tatlı Minyon gibi gülümseme yeteneğine sahip olmayışımdı ve birkaç kez, onlarla artık hiçbir benzerliğim olmadığına kendimi ikna etmek için ayın ışıdığı suyun aynasında kendime baktım, hâlâ güzeldim, ama şimdiki güzelliğim ölümcüldü, hayranlığın yanında büyük bir dehşet uyandırıyordu. Gece konaklamaları, karnıma yapışmış kuru çamurları temizleyip gümüşü ortaya çıkartmama yaradı, yola çıkmadan önce hazır olup olmadığını sınamak için iğnemin ucunu ayaklarımın düz tarafıyla tutarak hafifçe hareket ettiriyordum, çünkü onu ne zaman, hangi saatte kullanacağımı bilmiyordum.
Bazen sessizce insanların yaşadığı yerlere yaklaşır, kendimi arkaya doğru atarak parlak duyargalarımla bir pencerenin eşiğine yapışır ya da saçaklardan özgürce sallanmak için çatıya tırmanarak seslerini dinlerdim, çünkü ne de olsa bir çift avcı ciğeriyle donatılmış cansız bir mekanizma değildim, aklı olan ve aklını kullanan bir varlıktım. Kovalamaca, artık herkesin haberdar olacağı kadar uzun sürmüştü. İhtiyar kadınların çocukları benimle korkuttuklarını duydum, Kral’ın elçisi olarak benden ne kadar korkuluyorsa o kadar çok sevilen Arrhodes hakkında sayısız öyküler dinledim. Sıradan insanlar verandalarında otururlarken neler konuşuyorlardı? Benim, Kral’a karşı çıkmaya cüret eden bir bilgeyi yakalamak için gönderilen bir makine olduğumu söylüyorlardı.
Ama ben sıradan bir ölüm makinesi olarak tasarlanmamıştım, istediği kılığa girebilen özel bir makineydim: Bir dilenci, beşikteki bir bebek, güzel bir genç kız ya da metal bir sürüngen. Bu biçimler, katil elçinin, kurbanını kandırmak için büründüğü larvalardı, ama diğer herkese gümüşten bir akrep olarak görünüyordu, öylesine hızla hareket ediyordu ki daha kimse bacaklarını sayamamıştı. Burada öykü değişik şekiller alıyordu. Bazıları bilgenin, Kral’ın iradesine karşı çıkan halkı özgürlüğüne kavuşturmayı istediğini, bu yüzden de Kral’ın gazabını üzerine çektiğini söylüyordu; kimiyse yaşam suyuna sahip olduğunu ve şehitleri diriltebildiğini, bununsa Kral tarafından kendisine yasaklanmış olduğunu söylüyordu, ama o, hükümdarın iradesine boyun eğmiş gibi görünse de, gizliden gizliye idam edilmiş adamlardan oluşan bir ordu topluyordu. Bu adamlar isyancıların toplu olarak öldürülmesinden sonra kalede katledilmişlerdi. Daha da başkaları, Arrhodes hakkında hiçbir şey bilmiyorlar, ona birtakım olağanüstü nitelikler atfetmiyorlardı; onu ölüme mahkûm biri olarak görüyorlar ve sırf bu yüzden onu kayırıp desteklemeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Kral’ın öfkesini ilk olarak neyin uyandırdığı, neden bütün ustalarını çağırıp onlara işliklerinde bir ölüm makinesi yapmalarını buyurduğu bilinmiyordu; herkes tasarının kötücül, buyruğunsa günah dolu olduğunu düşünüyordu, çünkü kurban her ne yapmışsa, bu, Kral’ın kendisi için hazırlamış olduğu kader kadar korkunç olamazdı. Köylülerin sınır tanımaz hayal güçleriyle yarattıkları bu abartılı öykülerin sonu yoktu, ama tek bir konuda birleşiyorlardı: Benden, akla gelebilecek en iğrenç niteliklerle söz etmek konusunda.
Aynca, Arrhodes’i kurtarmak için yola çıkan kahramanlar hakkında da sayısız yalanlar işitmiştim. Bu adamlar güya benim yolumu kesmişti, ancak güç dengeleri eşit olmadığından yenilmişlerdi — bunlar yalandı, çünkü tek bir kişi bile böyle bir şey yapmaya cüret edememişti. Bu hikâyelerde hainler de eksik olmuyordu, sözde bu kimseler ben Arrhodes’in izini bulamayacak hale geldiğimde bana onun izini göstermişlerdi — bunlar da abartılı yalanlardı. Ama benim kim olduğuma, kim olabileceğime, kafamda neler olduğuna, çaresizliği ve kuşkuyu bilip bilmediğime gelince, kimse bir şey söylemiyordu, bu da beni şaşırtmadı.
Halkın bildiği basit iz sürme makineleri hakkında da az şey işitmedim, Kral’ın yasa yerine geçen buyruğunu yerine getiren makineler hakkında. Bazen kendimi mütevazi kulübelerde yaşayan insanlardan saklamak yerine güneşin doğmasını bekledim, otların üzerinde ışınları sayesinde şimşek gibi parlayarak sıçrayayım, alev alev yanan çiy tanelerinin içinde bir önceki günün yolculuğunu yeni başlangıcına bağlayayım diye. Hızla koşarken, karşılaştığım insanların yerlere kapanması, gözlerini donuk bir ifade kaplaması beni memnun etti, beni dokunulmaz bir hale gibi saran mutlak korkudan zevk aldım. Ama bir süre sonra alt koku hissim tembelleşti, üst koku alma hissimle tepelik arazide boşuna dolandım, o zaman bir talihsizlik hissi yaşadım, kusursuzluğumun yararsızlığını gördüm, sonunda bir tepenin üzerinde, kollarım rüzgârlı göğe karşı dua eder gibi birleşmiş bir halde ayakta dururken karnımı dolduran yumuşacık bir sesle anladım ki henüz her şey yitirilmemişti, bu nedenle bu fikrin gerçekleşebilmesi için uzun zaman önce vazgeçtiğim şeye — konuşma yeteneğine — uzandım. Bunu öğrenmem gerekmiyordu, ona zaten sahiptim, ancak bunu içimde uyandırmam gerekiyordu; önce sözcükleri sertçe ve ahenksizce söyledim, ama çok geçmeden sesim insanınkine benzemeye başladı, ben de konuşmak için tepeden aşağı koşmaya başladım, çünkü koku alma hissim işe yaramamıştı. Kurbanıma karşı kesinlikle nefret duymuyordum, çok akıllı ve usta olduğunu göstermiş olsa da aslında işin kendisine düşen kısmını yerine getiriyordu, tıpkı benim de bana düşeni yerine getirdiğim gibi. Kokunun giderek azaldığı yol ayrımlarını buldum ve titreyerek, ama yerimden hiç kıpırdamadan orada durdum, çünkü bacaklarımın bir çifti beni kireç tozuyla kaplı yola doğru, çırpınarak kayalara sarılan diğer çiftse ters yöne, beyaz duvarları parlayan, büyük ağaçlarla çevrili küçük bir manastırın olduğu yola doğru çekiyordu. Titrememi durdurarak, ağır ağır, neredeyse isteksizce, manastırın kapısına doğru tırmandım; kapının altında, yüzünü yukarı kaldırmış, büyük ihtimalle ufukta doğmakta olan güneşe bakan bir keşiş duruyordu. Ansızın ortaya çıkarak onu şaşırtmamak için yavaşça yaklaştım ve onu selamladım. Hiçbir şey söylemeden gözlerini bana diktiğinde, kendi başıma üstesinden gelemediğim bir konuda günah çıkartmama izin verir mi diye sordum. Önce korkudan donakaldığını düşündüm, çünkü ne hareket etmiş ne de bir yanıt vermişti, sadece düşünüyordu, sonunda kabul ettiğini belirtti. O önde, ben arkada manastırın bahçesine girdiğimizde tuhaf bir çift oluşturuyor olmalıydık, ama o erken saatte etrafta kimsecikler yoktu, gümüşten peygamber böceği ile beyaz rahibi görüp şaşıracak bir Tanrı’nın kulu yoktu. Kara çam ağacının altında farkında olmadan, alışkanlıkla, itiraf dinleyen rahip pozisyonunu aldı, yani bana bakmadan sadece başını benim bulunduğum yöne çevirerek oturdu; ona bu yola çıkmadan önce, Kral’ın isteğiyle kaderi Arrhodes’e bağlanmış olan genç bir kadın olduğumu, onunla baloda tanıştığımı ve onun hakkında hiçbir şey bilmeden onu sevdiğimi, hiç düşünmeden onda uyandırdığım sevgiyi üstlendiğimi, sonunda o gece vücudumda açılan delikle onun için ne ifade edebileceğimi anladığımı ve ikimiz için de başka bir kurtuluş yolu görmediğimden kendimi bir bıçakla yardığımı, ama ölmek yerine metamorfoz geçirdiğimi anlattım. O andan sonra, daha önce sadece şüphelendiğim bir dürtünün beni sevgilimin peşine düşürdüğünü ve onun için zalim bir Öfke haline geldiğimi söyledim. Ancak kovalama uzun sürmüştü, insanların Arrhodes hakkında söyledikleri kulağıma gelmeye başlamıştı ve bunlarda ne kadar gerçek payı olduğunu bilmediğim halde, bir kez daha ortak kaderimizi düşünmeye, bu adamdan hoşlanmaya başlamıştım. Onu öldürme isteğiyle yanıp tutuştuğumu anlamıştım, çünkü onu artık sevemezdim. Böylece kendi alçaklığımı, yani ters yüz olmuş aşkımı, bana karşı işlediği tek suçu kendi talihsizliği olan bir kişiden öç almak istediğimi görmüştüm. Bu yüzden artık bu kovalamacadan vazgeçmek, etrafımda uyandırdığım ölümcül korkuya bir son vermek istiyordum; evet, kötülüğü onarmak istiyordum, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.
Bildiğim kadarıyla, keşiş bu konuşmanın sonunda hâlâ güvensizliğini bırakmamıştı, çünkü konuşmaya başlamadan önce beni uyarmıştı, onun için ben özgür iradesi olmayan bir yaratığı temsil ettiğimden söyleyeceğim hiçbir şey itiraf sayılamazdı. Ayrıca kendi kendine benim kasıtlı olarak gönderilmiş olup olmadığımı sorabilirdi, çünkü gerçekten de bu tür casuslar vardı ve bunlar en olmadık kılıklara bürünebiliyorlardı, ama yanıtının dürüst düşüncelerden kaynaklandığı belliydi. “Peki ya aradığın kişiyi bulursan ne olacak? O zaman ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu.
“Peder, ben sadece neyi yapmak istemediğimi biliyorum, ama onu bulduğumda içimde uyuyan güçlerden hangisi açığa çıkar, onu öldürmemeyi başarır mıyım, bilmiyorum,” diye yanıtladım.
Bana, “O zaman sana ne öğüt verebilirim? Bu görevin senden alınmasını mı istiyorsun?” dedi.
Ayaklarının dibinde yatan bir köpek gibi başımı kaldırdım ve güneş ışığının kafatasımın gümüşünden yansımasından ötürü gözlerini kıstığını görerek şöyle dedim: “Tek istediğim bu, her ne kadar o zaman hiçbir amacım kalmayacağı için beni zalim bir kaderin bekleyeceğini bilsem de. Kendisi için yaratılmış olduğum işi ben planlamadım ve Kral’ın arzusuna karşı gelmekle bunun bedelini ödeyeceğim, üstelik ağır bir biçimde ödeyeceğim kesin, çünkü böylesi bir suç cezasız kalamaz, bu yüzden sarayın mahzenlerindeki silah yapıcılarının hedefi olacağım ve beni yok etmek için dünyaya metalden bir av köpeği sürüsü yollayacaklar. İçime yerleştirilen yetenekleri kullanarak kaçıp dünyanın öbür ucuna bile gitsem, saklandığım yerlerde herkes benden uzak duracak ve varlığımı sürdürmeye değecek hiçbir şey bulamayacağım. Sizinki gibi bir yaşam olanağım da olmayacak, çünkü sizin gibi yetke sahibi olan herkes bana — sizin söylediğiniz gibi — ruhsal bakımdan özgür olmadığımı söyleyecek, bu yüzden bir manastıra da sığmamam!” dedim.
Keşiş düşünceli bir hal aldı, sonra şaşkınlıkla şöyle dedi: “Senin türünde yapılar konusunda bilgi sahibi değilim, yine de seni görüyor, işitiyorum, büyük olasılıkla bir tek dürtünün esiri olsan da bana akıllı bir varlık gibi görünüyorsun; ama madem ki bana bu dürtüyle mücadele ettiğini söylüyorsun, Ey Makine, hatta öldürme isteği senden alındığında kendini kurtulmuş hissedeceğini iddia ediyorsun, o zaman bana bu isteğin sana neler hissettirdiğini anlat. Onu nasıl yaşıyorsun?” dedi.
“Peder, belki de onu pek de iyi yaşamıyorum, ama avlanmak, iz bulmak, yer saptamak, gizlenenleri bulup çıkarmak, pusuya yatıp beklemek, sezdirmeden ava yaklaşmak, sürünerek gizlice yaklaşmak ve gizli gizli dolaşmak, ayrıca önüme çıkan engelleri parçalamak, izlerimi kapatmak, şaşırtmak konusunda çok bilgiliyim, bütün bunları ve bu tür işleri üstün bir beceriyle yerine getirmek, kendimi amansız bir ölüm fermanı haline getirmek bana tatmin veriyor, belli ki bunlar içimin derinliklerine ateşle yazılmış olan şeyler.”
“Sana bir kez daha soruyorum, söyle, bana, Arrhodes’i görünce ne yapacaksın?” dedi peder.
“Peder, size bir kez daha söylüyorum, bilmiyorum. Çünkü ona hiç kötülük etmek istemediğim halde, içime yazılmış olan şey benim irademden daha güçlü olabilir.”
Bunu duyduktan sonra gözlerini eliyle kapadı ve “Sen benim kız kardeşimsin,” dedi.
Hayretler içinde, “Bu ne anlama geliyor?” dedim.
“Aynen söylediğim gibi,” dedi. “Senin karşında kendimi ne alçalttığım ne de yücelttiğim anlamına geliyor bu. Çünkü birbirimizden ne kadar farklı olursak olalım, bana itiraf ettiğin bu bilgisizlik, ki sana inanıyorum, bizleri yüce Tanrı’nın önünde eşit kılıyor. Madem öyle, benimle gel, sana bir şey göstereceğim.”
Birlikte manastırın bahçesinden geçerek eski bir odunluğa geldik. Keşiş gıcırdayan kapıyı açtı, içerideki karanlıkta bir saman yığını üzerinde uzanan bir karaltı gördüm ve burun deliklerimden akciğerlerime bir koku girdi; bu, hiç durmadan izlediğim kokuydu ve burada o kadar yoğundu ki iğnemin kendi kendine karnımdaki kınından çıktığını hissettim. Ama bir an sonra gözlerim karanlığa alışa ve hatamı anladım. Saman yığınının üzerinde sadece atılmış giysiler duruyordu. Titrediğimi gören keşiş çok rahatsız olduğumu anladı ve şöyle dedi: “Evet, Arrhodes buradaydı. Bir ay önce, sana kokusunu kaybettirmeyi başardığında, manastırımızda saklandı. Eskisi gibi çalışamadığından ötürü üzgündü, bu yüzden izleyicilerine haber saldı, onlar da bazen geceleri onu ziyarete geliyorlardı. Ama aralarına iki hain karıştı ve beş gün önce onu götürdüler.
Hâlâ titreyerek ve dua eder gibi birbirine kavuşturduğum kollarımı göğsüme bastırarak, “Kral’ın casusları mı demek istiyorsunuz?” diye sordum.
“Hayır, ‘hainler’ diyorum, çünkü onu hileyle ve zor kullanarak kaçırdılar; yanımıza aldığımız sağır ve dilsiz küçük çocuk, şafak söktüğünde Arrhodes’i bağlanmış ve boğazına bıçak dayanmış bir halde götürdüklerini görmüş.”
Anlamayarak, “Onu kaçırmışlar mı?” diye sordum. “Kim?” Nereye? Neden?”
“Sanırım zekâsından yararlanmak için. Yasalardan yardım isteyemeyiz, çünkü yasalar Kral’ındır. Bu yüzden onu kendilerine hizmet etmeye zorlayacaklar, eğer kabul etmezse onu öldürecek ve cezalandırılmayacaklar.”
“Peder,” dedim, “Yanınıza gelip sizinle konuşma cesareti bulduğum için şükürler olsun. Şimdi onu kaçıranları bulmaya gidip Arrhodes’i kurtaracağım. Avlanmayı, iz sürmeyi iyi biliyorum, en iyi yapabildiğim şey bu, bana sadece hangi yöne gittiklerini söyleyin, dilsiz çocuğun hangi yönü gösterdiğini!”
“Ama kendini tutup tutamayacağını bilmiyorsun, bunu kendin itiraf ettin!” diye cevap verdi peder.
Buna karşılık olarak şöyle yanıt verdim: “Doğru, ancak bir yol bulacağımı sanıyorum. Henüz bir fikrim yok belki içimdeki doğru devreyi bulup onu değiştirecek yetenekli bir usta bulurum, o zaman arzum kaderim olur.”
Keşiş şöyle dedi: “Yola çıkmadan önce, istersen kardeşlerimizden birine danışabilirsin. Çünkü bize katılmadan önce bu tür sanatlar konusunda uzmandı. Şimdi hekim olarak bizlere hizmet ediyor.”
Bir kez daha güneşli bahçedeydik ve bu yönde hiçbir belirli göstermediği halde, hâlâ bana güvenmediğini anladım. Koku beş gün içinde dağılmıştı, bu yüzden bana doğru yolu gösterebileceği gibi, yanlış yolu da gösterebilirdi. Kabul ettim.
Hekim gereken tedbiri alarak karnımın içindeki açıklıkların arasına bir fener tuttu ve büyük bir dikkatle beni inceledi. Sonra ayağa kalktı, giysilerindeki tozu silkeledi ve şöyle dedi:
“Sık sık karşılaşılan bir durumdur, bu tür talimatlarla çalıştırılan bir makinenin önüne, mahkûmun ailesi, dostları ya da bilinmeyen nedenlerden ötürü yetkililerin planlarını boşa çıkartmayı isteyen insanlar çıkar. Bunu engellemek için, Kral’ın ihtiyatlı zırh ve silah imalatçıları, makinenin parçalarını hava geçirmeyecek şekilde kapatırlar ve onları öyle bir şekilde bağlarlar ki en küçük bir kurcalama bile onlar için ölümcül olabilir. Son lehimi de yaptıktan sonra, iğneyi onlar bile çıkaramazlar. Senin durumun da böyle. Kurban sık sık kendini farklı giysilerle saklar, görünüşünü, davranışlarını, kokusunu değiştirir, ama zihnini değiştiremez, böylece makine avlanmak için alt ve üst koku alma duyusuyla yetinmeyip, avına sorular sorar — insan ruhunun bireysel nitelikleri konusunda en büyük ustaların hazırladığı sorulardır bunlar. Senin için bu da geçerli. Ayrıca, iç mekanizmanda senden öncekilerin hiçbirinde olmayan bir şey görüyorum, bir av makinesi için gereksiz olan bir anı bolluğu. Çünkü bunlar adlarla, zihni ayartan tümcelerle dolu kadın tarihleri ve bunları ölümcül öze bağlayan bir iletken var. Sen, bilmediğim bir şekilde mük emmelleştirilmiş bir makinesin, belki de nihaî bir makinesin. Beklenen sonucu göze almaksızın iğneni çıkartmak imkânsız.”
“İğneme ihtiyacım olacak,” dedim sırt üstü yatmayı sürdürerek. “Kaçırılan kişinin yardımına gitmeliyim.”
“Başarıp başaramayacağına gelince, bu konuda kesin bir şey söyleyemem, elinden geleni yapıp sözünü ettiğim özün üzerindeki salgılara engel olabilir misin, bilemiyorum,” diye devam etti hekim beni işitmemişçesine. “istersen bir şey yapabilirim, bir tüp kullanarak söz konusu kutuplara çok ince demir parçaları serpebilirim. Bu, özgürlüğünün sınırlarını biraz genişletecektir. Ama bunu yapsam bile, onun yardımına koşarken, son ana kadar, ona karşı işleyen itaatkâr bir alet olup olmadığını bilmeyeceksin.”
İkisinin de bana baktığını görünce, bu operasyonun yapılmasını kabul ettim. Uzun sürmedi ve acı duymadım, ama aklî durumumda da gözle görülür bir değişiklik yaratmadı. Onların güvenini daha da çok kazanmak için, geceyi manastırda geçirmeme izin verip vermeyeceklerini sordum, bütün günümü konuşarak, bir karara varmak için tartışarak ve muayene olarak geçirmiştim. Severek kabul ettiler, ben de vaktimi odunluğu iyice inceleyerek, Arrhodes’i kaçıranların kokusuna kendimi alıştırarak geçirdim. Bunu yapma yeteneği verilmişti bana, çünkü bazen Kral’ın ajanlarının yoluna kurbanın kendisi değil, bir başka gözüpek kişi de çıkabilir. Gün doğmadan önce, kaçırılan kişinin birçok geceler üzerinde yattığı samanların üzerinde yatarak hareketsiz bir şekilde onun kokusunu içime çektim ve keşişleri bekledim. Çünkü eğer bana uydurma bir hikâye anlatmışlarsa, gösterdikleri yanlış yoldan döndüğümde onlardan öç alacağımdan korkarlardı, bu yüzden eğer beni yok etmek istiyorlarsa, gün doğmadan önceki bu en karanlık saat, amaçları için en uygun zamandı. Derin bir uykuya dalmış gibi görünerek yattım, bahçeden gelen en ufak sese karşı tetikteydim. Çünkü rahmimin ürününün alevlerle beni parçalaması için kapıyı dışarıdan sürgüleyip odunluğu ateşe verebilirlerdi. Beni bir insan olarak değil, bir ölüm makinesi olarak gördüklerinden, öldürme karşısında duydukları o meşhur nefreti yenmeleri gerekmezdi; sonra kalıntılarımı bahçeye gömerler ve başlarına hiçbir şey gelmezdi. Yaklaştıklarını duyarsam ne yapacağımı gerçeklen bilmiyordum, böyle bir şey olmadığı için de hiçbir zaman öğrenemedim. Böylece, ihtiyar keşişin gözlerime bakarak söylediği “Sen benim kızkardeşimsin” sözleri sürekli zihnimde dolanarak düşüncelerimle baş başa kaldım. Bu sözleri hâlâ anlayamıyordum, ama onlar üzerine düşündüğümde varlığıma bir sıcaklık yayıldı ve beni değiştirdi, sanki taşımakta olduğum ağır bir cenini kaybetmiş gibiydim. Sabah olduğunda keşişin talimatları doğrultusunda manastır binalarından uzak durarak yarı açık kapıdan çıktım. Ufukta görünen dağlara doğru yol aldım — çünkü peder iz sürmem için bana bu yolu göstermişti.
Hızla ilerliyordum ve öğlen olduğunda manastırla aramda yüz milden fazla bir mesafe kat etmiştim. Beyaz kayın ağaçlarının arasından ok gibi geçtim ve tepenin altındaki ovaların yüksek otlarını yararak geçtiğimde, orak darbeleriyle biçilmişçesine iki yana düştüler.
Derin bir vadide, hızla akan bir suyun üzerine kurulmuş küçük bir köprüde, kaçıranların ikisinin izini buldum. Ama Arrhodes’in kokusundan iz yoktu. Bütün zorluğu göze alıp onu sırayla taşımış olmalıydılar, bu da bilgili oldukları kadar kurnaz olduklarının kanıtıydı, çünkü biliyorlardı ki biç kimse Kral’ın makinesinin görevine müdahale edemezdi ve bu davranışları Kral’ı son derece öfkelendirirdi. Bu son kovalamada gerçek niyetimin ne olduğunu bilmeyi istediğinizden kuşkum yok, onun için size keşişleri kandırdığımı, ama aslında kandırmadığımı söyleyeceğim. Çünkü özgürlüğümü yeniden kazanmayı, daha doğrusu ona hiçbir zaman sahip olmadığım için sadece kazanmayı gerçekten istiyordum. Bu özgürlükle ne yapmayı tasarladığıma gelince, ne tür bir itirafta bulunmam gerektiğini bilmiyorum. Bu kararsızlık yeni bir şey değildi, çıplak vücuduma bıçağı daldırırken de kendimi öldürmeyi mi istemiştim, yoksa sadece kendimi keşfetmeyi mi, bilmiyordum, ikisi aynı kapıya çıksa da… Daha sonra olup bitenlerin gösterdiği gibi, attığım bu adım da öngörülmüştü, bu yüzden özgürlük umudu ancak bir hayal olabilirdi, üstelik bana ait bir hayal bile olmayabilirdi, o hain dürtünün harekete geçmesiyle daha çevik olabilmem için bana verilen bir şey olabilirdi. Ama Arrhodes’in peşini bırakmamın özgürlük anlamına gelip gelmeyeceğini bilmiyordum. Tamamen özgür olsaydım bile onu öldürebilirdim, çünkü artık kadın olmadığım için karşılık gösterilen bir aşkın imkânsız mucizesine inanacak kadar deli değildim ve bir şekilde hâlâ kadın olsam bile, çıplak sevgilisinin yarılmış karnını gören Arrhodes buna nasıl inanacaktı? Beni yaratanların bilgeliği mekanik sanatının sınırlarını aşmıştı, çünkü kuşkusuz, benim için sonsuza kadar kaybolmuş olan kişinin yardımına koşacağım bu durumu da hesaba katmışlardı. Yoldan çıkıp adımlarımın beni götürdüğü yere gidebilseydim, o zaman bile ona pek bir yardımım dokunmazdı, ben, içimdeki ölümle büyümüş ve onu taşıyacak kimsem olmayan ben… Bu nedenle bence alçaklığım soyluydu ve özgürlüğümden ötürü, bana buyrulanı değil, kendi doğumumda kendi arzuladığımı yapıyordum. Dikenli derin düşünceler ve onların yararsız boşluğu… hepsi de hedefe vardığımda son bulacaklardı. Onu kaçıranları öldürüp sevdiğimi kurtararak, onun bana duyduğu tiksinti ve korkuyu çaresiz bir hayranlığa dönüştürerek, onu yeniden kazanamasam bile hiç olmazsa kendimi kazanacaktım.
Sık fındık ağaçlarının arasından ilerlerken birden kokuyu kaybettim. Boşuna arandım, bir ara buluyor, sonra kaybediyordum. Takip ettiğim kişiler sanki uçup gitmiş gibiydiler. Sağduyunun buyurduğu üzere koruluğa dönerek, zorlukla, kalın dallarından birkaçının kesilmiş olduğu bir çalı buldum. Bunun üzerine izlerin kaybolduğu yere dönerek fındık özü akan kesik parçaları kokladım ve fındık kokusunda izlerini yeniden buldum. Dağlardan esen rüzgârın yukarıdaki kokuyu süpürüp sileceğini bilen kaçaklar, sırıklarla yürümüşlerdi. Bu, beni daha da kışkırttı; çok geçmeden fındık kokusu hafifledi, ama yine hilelerini ortaya çıkararak, çuval bezinden paçavralara sarmış oldukları uzun sırıkların uçlarını buldum.
Atılmış sırıklar, yukarıdaki bir kayanın üzerindeydiler. Buradaki açıklık, kuzeye bakan tarafları yosun tutmuş dev kayalarla kaplıydı. Birbirlerine o kadar yakındılar ki, buradan geçmek için kayadan kayaya atlamak gerekiyordu. Kaçaklar da öyle yapmıştı, ama düz bir çizgide değil, zik zak çizerek gitmişlerdi, bu yüzden sürekli kayalardan inip etraflarında dolanarak havada titreşen koku zerrelerini yakalamak zorunda kalıyordum. Böylece tırmandıkları tepeye eriştim — tutsaklarının ellerindeki bağı çözmüş olmalıydılar, onlarla kendi rızasıyla gitmiş olması beni şaşırtmıyordu, çünkü geri dönemezdi. Açıkça görülen ayak izlerini ve taşın ılık yüzeyinin üzerindeki üçlü kokuyu izleyerek tırmandım, kayalıklardan, kayalıkların arasındaki çukurlardan, yarıklardan neredeyse dikine tırmanmam gerekti; kaçakların adımlarına dayanak olarak kullanmadıkları tek bir düzlük yoktu, kokularının yoğunlaştığı zor yerlerde ara sıra dinlenerek önümdeki yolu inceledim. Bense kayalara neredeyse değmeden ilerliyordum ve bu müthiş takipte nabzımın hızlandığını, dans edip şarkı söylediğini hissediyordum, çünkü izini sürdüklerim bana yaraşır avlardı ve onları takdir ettim, mutluydum da, çünkü onların, keskin kayalardan sarkan iplerle kendilerini birbirlerine bağlayarak güvenli bir biçimde gerçekleştirdikleri o tehlikeli tırmanışı ben tek başıma ve kolaylıkla gerçekleştirmiştim, hiçbir şey beni o görünmez yoldan ayıramazdı. Tepeye çıktığımda bıçak gibi keskin bir rüzgâr karşıladı beni, altımda uzanan, göğün maviliğinde sınırları soluklaşan yeşillerle örtülü manzaraya bakmak için durmadım, dağın iki tarafında da dolanarak daha başka izler aradım ve hemen buldum. Sonra birden, kaçaklardan birinin düştüğünü gösteren beyazımsı bir sıyrık ve bir çentik gördüm, kayanın kenarından eğilip aşağıya baktım ve onu gördüm. Ufak tefekti ve dağın ortalarında bir yerde yatıyordu, keskin gözlerimle kireçtaşlarının üzerindeki koyu renk kanları gördüm, sanki yüzü koyun yatan adamın etrafına bir kan yağmuru yağmıştı. Diğerleriyse yamaç boyunca ilerlemişlerdi, Arrhodes’in yanında artık bir tek kişi kalmış olduğu düşüncesi beni hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü daha önce, attığım adımların bu kadar önemli olduğunu hissetmemiş ve mücadele için böylesine büyük bir istek — beni hem ciddileştiren ve hem de sarhoş eden bir istekduymamıştım. Bunun üzerine yamaçtan aşağı doğru koştum, çünkü avım, ölen adamı uçurumda bırakarak bu yolu izlemişti. Acele ettikleri belliydi, böyle bir düşüş sonucunda adamın öleceğine kesin gözüyle bakmış olmalıydılar. Sadece kırık kapısının, yanındaki payandalarının ve arasından gökyüzünün parladığı tek bir yüksek pencerenin kalmış olduğu dev bir katedralin yıkıntısını andıran sarp geçide yaklaştım; rüzgârın, bir avuç kumla birlikte getirdiği bir tohumdan yetişen ince, zayıf bir ağaç, cesaretinin farkında olmadan dikiliyordu geçidin önünde. Bu geçitten sonra daha yüksek bir koyak vardı, kısmen sisle örtülü, ince, parlak karların düşmekte olduğu bir bulutla kaplı bir koyak. Bir kayalığın gölgesinde, kayan taşlardan gelen bir ses duydum, sonra gök gürledi, dağın yamacındaki toprak kaymaya başladı. Üzerime yağan taşlar yüzünden her yanımdan kıvılcımlar, dumanlar çıkmaya başladı, ama sonra bütün bacaklarımı altıma çektim ve iri bir kaya parçasının altındaki alçak bir oyuğa girdim, kendimi sağlama alarak son kaya parçasının inmesini bekledim. Arrhodes’in yanındaki kişinin, çığların sık görüldüğü bu yeri bilerek seçtiğini düşündüm — dağları iyi bilmediğimden bir çığın altında kalıp öleyim diye; bu sadece küçük bir olasılık olduğu halde beni canlandırdı, çünkü bu demekti ki hasmım sadece kaçmakla kalmayıp saldırmayı da becerebiliyordu ve bu, mücadeleyi daha da anlamlı kılıyordu.
Karla kaplı bir sonraki koyağın dibinde bir bina vardı, bir ev değildi, bir kale de değildi, öylesine büyük taşlardan yapılmıştı ki bir dev bile bunlardan bir tanesini tek başına kıpırdatamazdı — düşmanın burada saklanmış olması gerektiğini düşündüm, çünkü bu ıssızlığın ortasında saklanacak başka bir yer yoktu. Bunun üzerine kokuyu aramakla vakit yitirmeden eğilmeye başladım, arka bacaklarımı kımıldayan kırık taşlara daldırdım, ön bacaklarımla toz haline gelmiş olan parçaları sıyırıp geçtim ve ortadaki iki bacağımı da, yokuş aşağı inen yolu kaymadan inebilmek için kullandım. Ta ki ilk kara erişene kadar… sonra, dipsiz bir yarığa düşmemek için her adımımı dikkatlice atarak sessizce karda ilerlemeye başladım. Dikkatli olmam gerekiyordu, çünkü o kişi buradan geçmemi bekliyordu, kalenin duvarlarından görünmeyeyim diye fazla yaklaşmadım; sonra mantar şeklindeki bir taşın altına saklanarak sabırla geceyi bekledim.
Hava çabucak karardı, ama hâlâ yağan kar geceyi aydınlatıyordu, bu yüzden binaya yaklaşmaya cesaret edemedim; binayı gözleyebilmek için başımı, bağdaş kurduğum bacaklarımın üzerine koydum. Gece yarısından sonra kar durdu, ama üzerimdeki karları silkelemedim, çünkü çevreyle uyumlu görünmemi sağlıyorlardı. Bulutların arasından görünen ayın ışığının altında, asla giymediğim gelinlik gibi parlıyorlardı. Gözlerimi sarımsı bir ışığın yansıdığı ikinci kattaki pencereden ayırmadan, yavaşça kalenin sisli şekline doğru ilerlemeye başladım, ama ağır göz kapaklarımı indirmek zorunda kaldım, çünkü ay çok parlıyordu ve gözlerim karanlığa alışmıştı. Soluk bir ışığın yansıdığı o pencerede bir şey hareket etmiş gibi geldi, sanki büyük bir gölge bir duvardan geçmişti. Bunun üzerine binanın temeline gelene dek daha hızlı bir şekilde emeklemeye başladım. Savaş alanının her bir karesini ölçüp biçtim, bu zor olmadı, çünkü taşlar harçla birleştirilmemişlerdi, sadece dev ağırlıkları onları yerlerinde tutuyordu. Böylece alt kat pencerelerine ulaştım, topların ağızları için tasarlanmış siper deliklerine benziyorlardı. Hepsi de karanlık ve boş ağızlar gibiydiler. İçerisi çok sessizdi, sanki asırlardır burada sadece ölüm vardı. Daha iyi görebilmek için gece görüşümü devreye soktum ve başımı taş odanın içine sokarak antenlerimin ışıklı gözlerini açtım, içerisi aydınlandı. İri taşlardan yapılmış bir şömine gördüm, içinde çok uzun bir süre önce soğumuş birkaç odun kütüğü ve yanmış dallar vardı. Duvarın yanında bir sıra ve paslanmış aletler, karışmış bir yatak ve köşede taş kadar sert ekmek parçaları gördüm. Burada benim girmemi engelleyen hiçbir şeyin olmaması tuhaftı, bu davetkâr boşluğa güvenmiyordum, odanın diğer ucundaki kapı açık olduğu halde, belki de sırf bundan ötürü, bir tuzak hissederek hiç ses çıkartmadan, girmiş olduğum gibi çıktım ve üst kata tırmanmaya başladım. Hafif ışığın geldiği pencereye yaklaşmayı düşünmedim bile. Sonunda dama tırmandım ve karlarla kaplı yüzeyine vardığımda, nöbet tutan bir köpek gibi sabah olmasını bekleyerek orada yattım. İki ses duydum, ama ne söylediklerini anlayamıyordum. Arrhodes’i kurtarmak için hasmıma saldıracağım anı hem sabırsızlıkla hem de korkuyla bekleyerek kıpırdamadan yattım, gergin bir halat gibiydim, bir iğne darbesiyle sona erecek mücadelenin nasıl gideceğini canlandırıyordum gözlerimin önünde; aynı zamanda kendi içime baktım, artık orada bir irade kaynağı aramıyordum, sadece bir tek adamı mı öldüreceğim konusunda küçük, küçücük bir belirti arıyordum. Bu korkudan hangi noktada kurtulduğumu söyleyemem. Hâlâ kararsız bir halde orada yattım, çünkü kendimi bilmiyordum, yine de bir kurtarıcı olarak mı, yoksa bir katil olarak mı gelmiş olduğum konusundaki bu bilgisizlik, benim için o zamana kadar bilmediğim, tarif edilmez ölçüde yeni, her titreyişime gizemli, kızlara özgü bir masumluk katan ve beni müthiş bir sevinçle dolduran bir şey haline geldi. Bu sevinç beni epey şaşırttı ve bunun, yaratıcılarımın marifetlerinden biri olup olmadığını merak ettim, onlar ki beni hem kurtarıcı hem de yıkıcı güçlerle donatmışlardı; ama bundan da emin olamadım. Aşağıdan kulağıma ani ve kısa bir gürültü, ardından da anlaşılmaz şeyler söyleyen bir ses erişti — sonra bir ses daha, ağır bir nesnenin düşmesi gibi yankılı bir ses, sonra sessizlik. Sürünerek çatıdan inmeye başladım, karnım neredeyse ikiye katlanıyordu, öyle ki bedenimin üst kısmıyla duvara tutunurken arka ayaklarımla iğnemin kılıfı hâlâ çatının kenarındaydılar. Sonunda başım gerginlikten ötürü titreyerek, sarkık bir halde açık pencereye yaklaştım.
Yere atılmış olan mum sönmüştü, ama fitili hâlâ kırmızı bir şekilde parlıyordu ve gece görüşümü kullanarak masanın altında boylu boyunca uzanmış — bu ışıkta karanlık görünen — kanayan bir beden gördüm, içimdeki her şey onun üzerine atlamak için yanıp tutuşuyordu, ama ben önce kan ve sönmüş mum kokan havayı içime çektim: Bu adamı tanımıyordum, demek ki aralarında bir kavga olmuş ve Arrhodes onu benden önce öldürmüştü. Nasılını, nedenini hiç düşünmedim, çünkü artık bu boş evde onunla yalnız olduğum, burada sadece ikimizin olduğu gerçeği beni yıldırım gibi çarptı. Titredim — hem gelin hem kasap… bir yandan da, gözlerimi kırpmadan, aldığı son nefesle kasılan o koca bedene bakıyordum. O an oradan ayrılabilseydim, karların ve dağların olduğu dünyaya doğru sessizce kaçabilseydim, onunla yüz yüze — daha doğrusu, onun yüzü benim duyargalarım — kalmak yerine başka bir şey yapabilseydim… ne yaparsam yapayım canavarca ve komik olmaya mahkûmdu ve alay edilip küçü mseneceğim duygusu beni öyle kızdırdı ki hemen aşağı indim, hâlâ bir örümcek gibi sarkıyordum, artık pencerenin kenarına sürtünen karnımın çıkarttığı seslere aldırmıyordum, çevik bir şekilde cesedin üzerinden atladım, kapıya vardım.
Kapıyı nasıl ve ne zaman kırdığımı bilmiyorum. Eşiğin karşısında kıvrılarak dönen merdivenler, merdivenlerin üzerinde de aşınmış taşta başı yana çevrilmiş bir halde sırt üstü yatan Arrhodes vardı; bu merdivenlerin üzerinde boğuşmuş olmalıydılar, olup bitenleri duymamış olmamın nedeni buydu, işte orada, ayaklarımın dibinde yatıyor, göğsü inip kalkıyordu. Evet, onun çıplaklığını gördüm, bilmediğim, ama o ilk gece hayal ettiğim çıplaklığını.
Bir ses çıkarttı, onu seyrettim, göz kapaklarını aralamaya çalıştı, önce gözlerinin akı göründü, ben, karnım ikiye katlanmış bir halde kalkarak onun yüzüne baktım, ne ona dokunacak ne de geri çekilecek cesaretim vardı. Çünkü o yaşadığı sürece kendimden emin olamazdım. Aldığı her nefesle kan kaybediyordu, ama anladım ki onun son nefesine kadar görevim bitmeyecekti. Çünkü Kral’ın buyruğu her koşulda yerine getirilmeliydi. O hâlâ hayatta olduğundan bu riski göze alamazdım, onun gerçekten de uyanmasını isteyip istemediğimi de bilmiyordum. Gözlerini açıp kendine gelebilse ve — tersten bir bakışla — beni, başında durmuş ona bakarken, artık güçsüz bir şekilde ölüm taşıyan beni, bir yakarış hareketi içindeki, başka birinden gebe olan beni içine alsa, bu bir düğün mü olurdu — yoksa merhametsizce düzenlenmiş gülünç bir düğün parodisi mi?
Ama gözlerini açıp kendine gelemedi; pencerelerden içeri giren ince kar taneleriyle şafak söktüğünde ve bütün ev dağlardaki kar fırtınasının sesiyle uğuldadığında, son bir kez daha inledi ve nefes alışı durdu. Ancak o vakit huzur bularak yanına uzandım ve kollarımla ona sıkı sıkı sarıldım, yatağımızı erimeyen bir çarşafla kaplayan kar fırtınası boyunca iki gün, gece gündüz, öylece yattım. Üçüncü gün güneş doğdu.