Ç..., 23Nisan
JDUGÜN Hıdrellez. Evde yalnızım. Hatta, sadece evde değil, kasabada da hemen hemen öyleyim. Evler boş, çarşılar kapalı. Bütün kasaba halkı, erkenden yemek sepetlerıyle Söğüt-lük'te kuzu yemeğe gitti. Köşe başında her zaman kötürüm bir dilenci oturur. O bile eğlenceden geri kalmak istemedi, arabaya biner gibi, azametli bir eda ile bir hamalın sırtına binerek kafileye karıştı.
Mamafih, benim en ziyade hoşuma giden köpekler oldu. Kurnaz hayvanlar, ziyafetin kokusunu almışlar, bohçalar, sepetler, ihramlarla yola çıkan her kafilenin arkasında birkaç da onlardan takılmış.
Munise'yi komşulardan alay imamı Hafız Kurban Efen-di'nin karısıyla beraber gönderdim. O, bensiz gitmemek için bir hayli sızlandı, fakat başıma bir çatkı çattım: "Biraz hastayım, açılırsam belki arkadan gelirim," dedim.
Onları, hastayım diye aldattım ama bugün, bilakis çok iyiyim ve çok neşeliyim. Gitmek istemememin sebebine gelince, ben, artık böyle kalabalık eğlence yerlerinden hoşlanmıyorum.
Evde yalnız kalır kalmaz, başımdan çatkıyı attım. Yavaş sesle türküler söyleyerek, ıslık çalarak hanım hanım evimin işini gördüm. Mektepte günlerce erkek gibi çalıştıktan sonra ara sıra ev hanımlığı etmek bana öyle tatlı geliyor ki...
Bu işler bitince sıra kuşlarıma geldi. Maskaraların kafeslerini temizledim, sularını tazeledim, sonra güneş alsınlar diye bahçeye çıkardım. Şimdi tam yarım düzine kuşumuz var Buraya gelirken Mazlum'u, Hacı Kalfa'nın oğluna bırakmak mecburiyetinde kalmıştık. Munise, çok üzülmüş, ağlamıştı. Kızcağı-zım içlenmesin diye ona bu kuşları aldım Sonradan, bana da bir merak geldi. Fakat, komşunun sarı kedisinden bu hayvancıklara hiç rahat yok. Ne vakit kafesleri bahçeye çıkarsam, gelip karşılarına oturuyor. Görünüşte sakin, halim bir kedi. Yeşil gözlerini aralık ederek adeta şefkatle kuşlara bakıyor, hele ara sıra çenesini titreterek hafif hafif sesler çıkarması var ki, onlarla konuşuyor zannedersiniz. Bugün: "Bakalım ne yapacak?" diye kuşlardan birini kafesten çıkardım, onun yüzüne doğru yaklaştırdım. Zalim hayvanın, üstünde bir rüzgâr esmiş gibi, sarı tüyleri dalgalandı, yeşil gözlerinden kıvılcımlar parladı. Yumuşak pençelerinin içinden tırnaklarını çıkarıyor, kuşun üstüne atılmaya hazırlanıyordu.
Zavallı yavrucak, elimin içinde kanatlarını, boynunu kısarak öyle bir titriyordu ki... Öteki elimle kediyi başından tuttum:
- Bu hain yeşil gözlerdeki tatlılığa bakan, seni gökyüzündeki melekleri düşünüyor sanır, dedim. Halbuki senin derdin, bu biçareyi parçalamak değil mi? Bak, ben şimdi senden ne güzel bir intikam alacağım.
Öteki elimi açtım. Zavallı kuş birdenbire sendeledi, azat olunduğuna inanamıyor gibi durdu. Sonra, ince bir feryat kopararak uçmaya başladı. Kedinin hayran bir yeis ile kuşu takip eden yeşil gözlerini yüzüme yaklaştırarak kahkahalarla gülüyor:
- Nasıl, kuşu parçalandın mı, sarı zalim7 diye eğleniyordum, içimde derin bir sevinç vardı. Yalnız bu sarı kediden değil, zavallı küçük kuşlara musallat olan bütün sarı mahluklardan öç almış gibi seviniyordum.
Neşemi yalnız öteki kuşların şikâyeti kırdı. Bu, hakikaten bir şikâyet miydi, bilmiyorum, fakat bana, öyle geldi ki, zavallılar: "Niçin bizi arkadaşımız gibi mesut etmiyorsun?" diyorlar. Gönlümün o daima itaat etmek lâzım gelen hırçın, sert emirlerinden biriyle kafese doğru yürüyordum.
Hepsini birden azat edecektim. Fakat, birdenbire Munise aklıma geldi. Yanağımı kafeslerden birinin teline dayadım:
- Sizi bırakayım, güzel, fakat sonra Munise'ye, öteki sarı musibete ne cevap vereceğiz? Ne yapalım küçükler, ne kadar uğraşsak bu sarı hainlerden kendimizi büsbütün kurtaramıyoruz, dedim.
Kuşlardan sonra, sıra kendime geldi. Ben, havayı bir parça güneşli gördüğüm vakit, daima soğuk su ile saçlarımı yıkarım. Onların yavaş yavaş güneşte kuruması en büyük zevkim-dir.
Bugün, yine öyle yaptım; sonra kafeslerimin karşısındaki erik ağacına çıkarak ıslak saçlarımı, hafif hafif esen bahar rüzgârına dağıttım. Saçlarım artık uzamış, hemen hemen belime inmişti. B.'de saçlarımın niçin kısa olduğunu arkadaşlarıma söylemeye utanmıştım. Onlar, bunu kadın için ayıp, daha doğrusu bir kusur sayıyorlar. Hacı Kalfa'ya varıncaya kadar, herkesten bir türlü saç ilacı salık almıştım. Saçlarımın bu kadar çabucak uzadığını görenler, kerameti kendilerinde bildiler; Maçlarındaki tesire benim demet demet uzayan gür saçlarımı şahit tuttular.
Erik ağacı kafeslerin tam karşısındaydı. Kuşlar, boncuk gibi parlıyor, gözlerini güneşe dikerek ötüşüyorlardı. Ben, ıslık çalarak onları taklit ediyor, ince bir dalın üstünde, salıncakta gibi sallanıyordum. Bir aralık yanımdaki evin penceresine gözüm ilişti. Bir de ne göreyim? Komşu alay imamı Hafız Kurban Efendi, ablak yüzünde iki cami kandili gibi parlayan yuvarlak çipil gözleriyle bana bakmıyor mu?! Ne olduğumu anlatamam. Kılığım, kıyafetim bir şeye benzese neyse. Fakat ayaklarım çıplak, arkamda açık bir beyaz gömlek, ilk hareketim, arkama dökülen ağır saç kümesine sarınarak onu boynuma, göğsüme dağıtmak oldu. Sonra kendimi bir yük gibi ağaçtan aşağı attım. Bereket versin, dal yüksek değildi. Kulağıma: "Aman, eyvah!"
diye bir ses geldi. Düşen, biraz da canı yanan bendim. Fakat, bağıran komşum Hafız Kurban Efendi'ydi.
ismini gülmeden söyleyemediğim bu Hafız Kurban Efendi, elli yaşlarında bir alay imamıdır. Çok zengin olduğunu söyle-yorlar. Karısı pek taze, otuz yaşına bile gelmemiş, güzel, kara gözlü, filiz gibi bir Çerkez kızı. Aramız pek iyidir. Bugün Muni-se'yi gezmeye götüren de odur. Çocuğu olmadığı için benim küçük yaramazı o da, kendi kızı gibi seviyor. Fakat, bugünkü vaka neşemi kaçırdı. Alay imamından çok utandım, kim bilir, ne kadar ayıplamıştır? Şimdi bu satırları yazarken utancımdan yüzümü ateş basıyor, kıpkırmızı olduğumu hissediyorum. Of, Yarabbi! Mektep hocası da oldum, hâlâ deliliği bırakamıyorum. Tevekkeli B.'deki Müdür Recef Efendi bana: "Allah geçinden versin, hanı ölüp de mezara girsen, talkın veren imamı güldüreceksin!" demezdi.
Bugünkü programımın öğleden sonraki kısmı, geldim geleli çantamda duran defterime son altı ayın vakalarını yazmaktı. Boğaz ile beraber sahildeki istihkâmların bir kısmını gören penceremin önüne geçtim. Ben, bu eve zaten yalnız bu pencereyi sevdiğim için geldim. Yoksa tamah edilecek hiçbir şeyi yok.
B.'den kaçmak için ilk teklif ettikleri yeri kabul etmiş, ne burayı sevip sevmeyeceğimi düşünmüş, ne de aylığımın azlığına ehemmiyet vermiştim.
Fakat, talihime gayet iyi bir yer çıktı. Sakin, şirin bir asker memleketi. Yerli olsun, yabancı olsun, kimin babasını, kardeşini, oğlunu, kocasını sorarsanız mutlaka askerdi; ya zabit,ya nefer... Hocalarının bile bir kısmı tabur imamı, alay müftüsü, filan gibi askerlikte bir ilişiği olan insanlar. Komşum Kurban Efen-di'nin, sarığıyla beraber ara sıra üniforma giydiği, kılıç taktığı bile oluyor.
Ç.'nın kadınları pek hoşuma gidiyor. Vefakâr, çalışkan, hayatlarından memnun, munis ve sade insanlar Çalışmak gibi eğlenceyi de çok seviyorlar. Hafta geçmez ki bir düğün olma-sın. Bir düğün, türlü türlü isimde kına geceleriyle tam bir hafta sürüyor. Demek ki onlar hemen her gece eğleniyorlar.
Evvela, buna nasıl para dayandırıyorlar, diye şaşıyordum. Fakat sonradan sırrını anladım.
Mesela, bir kadın, ağır gelinlik elbisesini on sene, yirmi sene, her düğüne giyiyor, onu yine, tertemiz, kendi kızına giydiriyor. Eğlenceleri çok sade. Çalgıları, armonika çalan bir ihtiyar ermeni kadını ki, küçük bir kurnaş parçası, birkaç para ile memnun oluyor.
Evet, sade eğlenceler. Fakat değil mi ki memnun oluyorlar, pekâlâ Keşke ben de onların içinde doğsaydım, keşke ben de bir gün parmaklarımda, avuçlarımın içinde hurma gibi kınalarla... Her neyse başka bahse geçelim.
Komşularım, beni birdenbire sevdiler. Yalnız, aralarına karışmadığıma, bu eğlencelerden zevk almadığıma darılıyor-lardı. Kibirli sanmasınlar diye onlara kul, köle oldum, mektepteki kızları gibi kendilerinden de elimden gelen nezaketi, yardımı esirgemedim
Burada en sevdiğim bir yer de: "Söğütlük" dedikleri dere kenarı. Kalabalık günlerde pek cesaret edemiyorum Fakat bazı tenha akşamüstleri, mektepten dönerken Munise ile oraya uğruyoruz. Söğütlük, adeta bir söğüt ve çınar ormanı. Kim bilir, kaç yüz senelik? Çınarların aşağı kısımlarındaki dalları kesmişler, yalnız gövdeleriyle tepelerindeki dalları ve yapraklan kalmış Akşam gölgesinin çökmeye başladığı saatlerde insan, oraya giderse, ucu bucağı bulunmaz bir viran kubbenin altına girmiş gibi oluyor. Yandan vuran son güneş ışıkları bu yüksek, harap çınar gövdelerim göz alabildiğine uzanıp giden kırık sütunlara benzetiyor. Derenin öbür kıyısında etrafları çitlerle çevrilmiş, sıra sıra bahçeler, o bahçelerin arasında gölgelere boğulmuş incecik yollar var. Karşıdan bu yollara bakarken bana öyle geliyor ki, onlar insanı, bildiğimiz dünyadan başka yerlere götürecek, en umulmaz emellere kavuşturacak.
Memleketin zenginleri, Hastalar Tepesi isminde bir yerde oturuyorlar, ismi fena ama kendi en şen, en mesut insanların yeri. Geldiğim vakit, bana orada güzel bir ev göstermişlerdi. Fakat cesaret edememiştim. Şimdi B.'deki kadar zengin değildim. Daha fakirane yaşamaya, daha küçük bir evde oturmaya mecburum. Mamafih, şimdiki evim de pek fena yerde değil. Meydanlığı, kahvesi, dükkânlarıyla kasabanın pek işlek bir yerinde. Mesela sabahleyin Söğütlük'e giden bütün Ç... halkı önümüzden geçti. Şimdi, vakit daha erken olmakla beraber, dönüş başladı. Biraz evvel Söğütlük'ten bir zabit kafilesi dönüyordu. Acele acele karşıdan gelen bir mülazımle konuşmak için durdular. Mülazım:
- Niçin böyle erken dönüyorsun? Ben daha yeni gidiyorum. Şimdi nöbetten çıktım, dedi.
Ceketinin önü daima açık duran şişman, yaşlı bir kolağası -ki her zaman tesadüf ederim- cevap verdi:
- Dön, zahmet etme. Söğütlük'ün tadı yok bugün. O kadar batandık. Gülbeşeker yok!
Bu şehrin askerleri galiba gülbeşekeri çok seviyorlar. Çocuğunun, büyüğünün ağzında bir gülbeşekerdir gidiyor. Anlaşılan bu, bir nevi gül tatlısı olacak. Fakat Hıdrellez günü mesirede gülbeşeker aramak, onu bulamadığı için meyus olmak, pek çocuklara yakışır bir şey!
Evet, bu gülbeşeker sözü çocuk, büyük bütün erkeklerin ağzında, kaç defa sokakta kulağımla işittim.
Mesela, bir akşamüstü mektepten dönüyordum. Önümde fakir kıyafetli birkaç genç gidiyordu. Bunlardan birine bilmem ne ikram etmek istediler. O, reddeddiyor:
- Vallahi olmaz, şimdi yemek yedim. Yeşim değil, ne olsa yiyemem, diyordu. Bir başkası:
- Bir şey yiyemez misin? Gülbeşeker de olsa yemez misin? diye onu omuzundan sarstı.
Delikanlı, hemen yumuşadı, sırıta sınta:
- Bak, ona sözüm yok, diye cevap verdi.
Bazen kahvenin önünde oturan erkekler mahalleye su taşımakla geçinen fakir, tuhaf tuhaf konuşan, neşeli bir çocukla şakalaşıyorlar:
- E, Süleyman söyle bakalım, ne vakit senin düğünü yapıyoruz?
- Ne vakit isterseniz, ben alesta hazırım.
- Süleyman, sen bu fukaralıkla nasıl geçinisin?
- Kuru ekmeğimi gülbeşekere sürer yerim. Allah'tan belamı mı isteyeceğim?
Bu şakayı hemen her gün tekrar ediyorlar. Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız Kurban Efendi, üç gün evvel kapının önünde Munise'yi yakaladı. Kızcağızın zorla yanaklarından öperek:
- Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.
Sokakta Sögütlük'ten dönen kafileler çoğalmaya başlıyor, ince bir kahkaha. Munise'nin sesi. Munise geliyor. Yaramaz kızı dört saatte dört ay görmemiş gibi göreceğim geldi.
23 Nisan (iki saat sonra)
Gülbeşekerin ne olduğunu öğrendim. Munise, Söğütlük'te tesadüf ettiği birkaç muallimeye benim hasta olduğumu söylemiş, merak etmişler, dönüşte kapıdan uğrayarak hatırımı sormak istemişler.
Birkaç dakika içeri girmeleri için ısrar ettim. Bunlardan birine şaka olsun diye: "Bari gülbeşeker bulabildiniz mi? Sokaktan geçen zabitler bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı!"
Arkadaşım gülerek cevap verdi:
- Pekâlâ biliyorsunuz ki, biz de ondan mahrum kaldık!...
- Niçin?
- Çünkü gelmediniz!
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım, gülmeye çalışarak:
- Ne münasebet! dedim.
Mualimler, hep gülüyorlardı. Arkadaşım, şüpheli bir bakışla:
- Sahi bilmiyor musun? dedi
- Vallahi bilmiyorum.
- Zavallı Ferideceğim, sen ne kadar safsın! Gülbeşeker, Ç... erkeklerinin, bu güzel rengin için sana koydukları isim. Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:
- Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının ekmeklerine sürüp yemekten bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın diline düşmüştüm, ne ayıp, Yarabbi!
Arkadaşım, zorla yüzümü açtı, yarı şaka, yarı sahi:
- Bundan şikâyet edilecek ne var? Bir kasabanın erkeklerini meşgul ediyorsunuz, bu saadet hangi kadına müyesser oldu? dedi.
Bu erkekler, sahi çok fena muhluklar. Bana burada da rahat vermiyorlar. Yarabbi, artık nasıl insan içine çıkacağım, komşularımın yüzüne nasıl bakacağım7
Ç.,., l Mayıs
Deminden beri yukarıda talebelerimin vazifelerini tashih ediyordum. Kapı çalındı, Munise aşağıdan:
- Abacığım, misafir geldi, diye seslendi.
Taşlıkta siyah çarşaflı bir hanım geziniyor; yüzü kapalı olduğu için tanımadım, tereddütle:
- Kimsiniz efendim? diye sordum.
Birdenbire ince bir kahkaha koptu; hanım, kedi gibi boynuma sıçradı. Meğerse Munise imiş. Yaramaz kız, beni belimden tutarak taşlığın içinde döndürüyor, küçük buselerle yanaklarımı, boynumu öpüyordu. Çarşaf ona, birdenbire yetişmiş bir genç kız hali vermişti. Küçüğüm, bu iki senenin içinde hayli serpilmiş, hemen bana yaklaşan ince boyu, günden güne çiçek gibi açılan güzelliğiyle nazlı, nazik bir küçükhanım olmuştu. Fakat insan, daima gözünün önünde duran şeylerdeki değişikliği fark edemiyor.
Onu bu halde gördüğüm vakit hesapça sevinmem lâzım gelirdi. Halbuki bilakis mahzun odum. Bunu Munise fark etti:
- Abacığım, ne oldu? Şaka yaptım. Seni sakın darıltmayayım? dedi.
Zavallı çocuğun, bir kabahat yapmış gibi dargın dargın yüzüne bakıyordum:
- Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymak mümkün değil. Çünkü görüyorum ki, durmayacaksın. Şimdiden düğünlerde gelin tellerini başına takarken için titriyor. Anlıyorum kızım, durmayacaksın, mutlaka gelin olmak isteyeceksin, beni yalnız bırakacaksın.
Bu yalnızlığın acısı şimdiden içime çökmüş gibi gözlerim doluyordu. Munise'nin bir kelime ile beni teselli etmesi için halimle, bakışlarımla adeta yalvarıyordum. Fakat hain kız, dudaklarını büktü.
- Ne yapalım abacığım, âdet böyle, dedi.
- Demek, bir yabancının karısı olmak için beni bırakacaksın?
Munise cevap vermedi, sadece güldü. Fakat ne gülüş! Zalim, şimdiden onu benden ziyade seviyordu.
Bu sefer ben, biraz evvelki sözlerimin aksini söylemeye başladım.
- Gelin olsan bile harhalde yirmi yaşına kadar vakit var.
- Yirmi yaş çok değil mi abacığım.
- O halde on dokuz, haydi nihayet on sekiz. Cevap vermiyorsun ama, gülüyorsun. "Ben biliyorum" demek ister gibi sinsi sinsi gülüyorsun. Vallahi, on sekizden aşağı olmaz.
Afacan gülüyor, pazarlığımla eğleniyordu. Utanmasam hüngür hüngür ağlayacaktım. Sarı insanların hepsi vefasız oluyor, hepsi insanı başka türlü üzüyor.
Ç , 10 Mayıs
Mektep talebeleri içinde on iki, on üç yaşlarında bir zengin paşa kızı var. Büyümüş de küçülmüş gibi kavruk, çürük dişli, bücür, azametli bir kız.
Nadide Hanımefendi, -eğlenmek için hanımefendi diyorum, mektepte şimdiden onu öyle çağırıyorlar- Hastalar Te-pesi'nin en güzel konağında oturur, her gün paşa babasının landosu ve koç boynuzu gibi palabıyıklı emir çavuşuyla mektebe gelir gider.
Öyle sanıyorum ki, bu küçükhanım, bir şey öğrenmekten ziyade fakir arkadaşlarına, hatta hocalarına kurum satmak için mektebe geliyor. Çocuklar, onun halayıkları vaziyetindedir Hocalar, onun bin türlü kahrını, nazını çekmeyi vazife biliyorlar. Ara sıra büyük hanımefendi, kızının muallimlerini konağa davet eder, ziyafet verirmiş. Zavallı arkadaşlarım, orada gördükleri debdebe ve saltanatı, yedikleri yemekleri, hanımefendilerin tuvaletlerini söyleye söyleye bitiremezler. Arkadaşlarımın bu hali beni hem güldürür, hem iğrendirir Bu Abdürrahim Paşa'la-rın ne ruhta insanlar olduğunu anladım. Debdebeleri, saltanat-larıyla birtakım görgüsüz, ehemmiyetsiz insanların gözünü kamaştırmaktan zevk alan, kaba birtakım "Ne oldum" delileri.
Arkadaşlarım birkaç defa beni de götürmek istediler, bir hakarete uğramış gibi kızardım, istihfafla omuzlarımı silktim.
Fakat çocukların potinlerini bağlamak, çamurlarını temizlemekten çekinmediğim halde bu azametli küçükhanım efendiye hiç yüz vermiyorum. Hatta, derste hırpaladığım da oluyor. Fakat aksiliğe bakınız ki, o her hocadan ziyade bana musallat. Hiç peşimden ayrılmıyor.
Bu sabah, öğleye doğru kapımda bir araba durdu. Bir de ne bakayım. Abdürrahim Paşa'nın landosu değil mi? Palabıyıklı emir çavuşunun araba kapısını açtığını, talebem Nadide Ha-nım'ın etraftan koşan mahalle çocukları arasında bir prenses azametiyle evime geldiğini gördüm. Bütün mahalle, hayret içindeydi. Karşı evlerdeki kafeslerin arkası kadın başlarıyla doluydu.
Nadide Hanım, büyük ablasının bir tezkeresini getiriyordu.
Maksadı derhal anladım. Akılları sıra servetleriyle, deb-debeleriyle öteki hocalar gibi benim de gözlerimi kamaştıracaklar, ilk fikrim; bir iki soğuk teşekkür kelimesiyle küçükha-nımı, çavuşu ve landoyu geri göndermek oldu. Fakat, kalbimde birden bire arzu uyandı: Bu sonradan görme ne oldum delilerine güzel bir ders vermek...
istanbul'da, bu paşaların çok daha yüksek numunelerini görmüştüm. Hatta, böyleleriyle biraz uğraşırdım da. Yüzlerinden yalancı maskeleri sıyırmak, azametli gösterişler altında gizlenen çirkinlikleri, hiçlikleri meydana çıkarmak; Çahku-şu'nun en büyük eğlencesiydi Ne bileyim ben, böyle doğdum. Pek fena bir kız değilim, küçükleri, ehemmiyetsizleri çok seviyorum. Fakat servetleri yahut yapmacık kibarlıklarıyla övünenlere karşı daima zalimim.
İlk sene hanım hanımcık oturduktan sonra bugün bir parça afacanlık etmek benim hakkımdı.
İnadıma, sade fakat çok şık giyindim. Allah'tan, bir kat lacivert elbisem vardı. Amcam Paris'ten göndermişti.
Nadide Hanımefendi'yi, aşağı odada biraz fazla bekletmekten çekinmedim. B.'de iken pek beğendiğim için bir Avrupa mecmuasından kesip sakladığım bir baş modelini aynanın kenarına iliştirdim, bütün kuvvetimi, maharetimi sarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazla fantezisi ve viöjö idi. Fakat neme-lâzım? Ben bugün, bir aktris gibi bu kibar "Kenar dilberleri" üstünde yapacağım tesire bakarım.
Aşağıdaki küçükhanımı, sadece kendimi süslemek için yalnız bırakmadım. Biraz da bu fakir eşyalı loş odanın aynasında gülümseyen genç kızı seyretmek için beklettim. Bir yabancıyı seyreder gibi, ona utana utana bakıyordum. Mademki defterimi benden başka kimse okumayacak. Niçin hepsini itiraf etmemeli? Onu güzel, hem de dikkat ettikçe saran bir biçimde güzel buluyordum. Gözlerim, istanbul'da tanıdığım şen, kaygısız Çahkışu'nun berrak aydınlık parçası içinde titreyen birkaç yıldız kırıntısından ibaret açık ela gözleri değildi. Onlarda, karanlıklara baka baka geçmiş birçok yalnız gecelerinden kalma siyah bir acı, yorgun bir tahayyül, uykuya ve daha başka şeylere doymamış gözlerin, süzgün mahmurluğu vardı. Bu gözler, gülümsemeseler, canlı bir ıstırap gibi büyük ve derin görünecekler. Fakat, gülmeye başladıkları an her şey değişiyor. O vakit küçülüyorlar, ziyalar içlerine sığmıyor, küçük pırıltılarla yanakların üstüne dökülmeye başlıyor.
Bu yüzde ne güzel, ne ince çizgiler vardı. İnsana ağlamak arzusu verecek kadar güzel şeyler.
Kusurlarında bile şimdi bir sevimlilik görüyordum Tekirdağ'daki enşitem derdi ki: "Fende, senin kaşların lakırdılarına benziyor, güzel güzel, ince ince başlıyor, fakat sonra yolunu sapıtıyor!" Onun dediği gibi güzel, ince ince başladıktan sonra, yolunu sapıtan bu kaşların, şakaklara doğru öyle güzel bir dağılışı vardı ki.
Sonra, bir parça kısa olduğu için daima gülen, daima üst dişlerimi bir parça açık bırakan dudağım -düşünmeli ki bu dudak, B.'deki Hoca Efendi'nin dediği gibi- beni mezarıma bile gülümseye gülümseye götürecek.
Küçükhanımm aşağıda, mahsus potinlerini vurarak gezindiğini işitiyor, fakat bir türlü aynadaki küçükhammdan ayrıla-mıyordum.
Bana, B.'de Ipekböceği, Ç.'de Gülbeşeker dedikleri zaman ne kadar üzülmüş, titizlenmiştim. Şimdi aynada gördüğüm genç kıza, bu seher aydınlığı gibi berrak, kırağılarla ıslanmış nisan gülleri gibi taze mahluka, bu isimleri vermekten çekinmi-yordum. Bir aralık görünmekten korkuyor gibi etrafıma baktım, sonra kendi kendimi, gözlerimi, yanaklarımı, çenemi öpmek için aynaya uzandım. Yüreğim kuş gibi çırpınıyor, dudaklarım ıslak bir lezzetle titriyordu.
Fakat, yazık ki bu aynalar da erkek icadı, insan ne yapsa, mesela saçlarını, gözlerini öpemiyor. Ne yapsa, ne kadar uğ-raşsa kendini yalnız, münhasıran dudaklarından, ağzından...
Neler söylüyorum?.. Sor Aleksi: "Papaz elbisesi adamın ruhunu da papaz eder!" derdi. Koket başı da adamı koket mi yapıyor, nedir? Bir mektep hocası için ne manasız, ne ayıp lakırdılar bunlar.
Hanımları, salonlarının içinde, bana karşı acemi aktrisler gibi tuhaf tuhaf pozlar almış görünce içimden güldüm: "Görürsünüz, biraz sabredin!" dedim
îki sene uslu uslu oturduktan sonra, biraz afacanlık etmek bugün benim hakkımdı.
Onlar, başkaları gibi hanımefendiyi, küçükhanımefendile-rı eteklemediğimi, gayet sade ve serbest bir selamla iktifa etı-ğimı görünce hayret ettiler. Birbirlerine bakıyorlardı. Mürebbi-ye olduğunu tahmin ettiğim adi Beyoğlu kokonası, altın gözlüğünü tutarak, beni baştan aşağı süzdü.
Tavırlarımda, hareketlerimde öyle tabii bir akıcılık, sözlerimde öyle fütursuz bir emniyet vardı ki, salonun içi gizli bir fırtınaya uğramış gibi altüst oluyordu. Bu salon, kibarlık ve zevkten ziyade paranın bin türlü pahalı eşya ile doldurulduğu bir nevi manifaturacı camekâm idi. Hanımcıklar, senelerden beri birer manken ölülüğüyle bu salonda oturuyorlar, Ç.'nin zavallı görgüsüz kadınlarını hayretlere düşürmekten zevk alıyorlardı.
Serbest ve afacan cüretimle yavaş yavaş bu salona sahip oluyor, kendilerini acemi, beceriksiz bir misafir mevkiinde bırakıyordum. Bu kaba ve gülünç komedyayı oynarken tabiilikten çıkmamaya, oyunumu belli etmemeye gayret ettim. Her ne gösterdiler, ne söylediler, ne yaptılarsa beğenmediğimi hissettirdim. Hem de onlara, zavallılıklarını, görgüsüzlüklerini derin derin, acı acı duyurmak şartıyla. Mesela, paşanın büyük kızı, bana tabloları gösteriyordu; ben, bunların adi şeyler olduğunu nazik ve üstü örtülü kelimelerle söyledikten sonra, bir köşede bir minyatür buluyor, salonda yegâne bir sanat eseri olan bu güzel şeyin niçin buraya atıldığını soruyordum. Hülasa, hiçbir debdebelerine hayret etmedim. Her şeylerini tenkit ettim. Hele yemekte onlara o kadar gizli eziyetler ettim ki... Bu mükemmel, zengin sofrasında, kim bilir, kaç kişinin lokması boğazında kalmıştı? Kim bılir.kaç misafir, çatal bıçak kullanmasını beceremedikleri için gizli gizli ter dökmüş, kaç biçare, nasıl alınacağını nasıl yeneceğim bilmediği bir yemeği reddetmek mecburiyetinde kalmıştı? Bugün hep onların intikamını aldım. Öyle becerikli, ahenkli hareketim vardı ki, hanımlar göz ucuyla, hayran hayran bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Ben de ara sıra onlara bakıyordum. Fakat nazarlarım, onların elindeki çatalı titretiyor, boğazlarını tıkıyor, su içmelerini şaşırtıyordu. Hele o görgüsüz, cahil kadınlara kendisini adam diye satan, gülünç Fransızcasıyla övünen Beyoğlu kokanasını dünyaya geldiğini pişman ettim.
O bir mürebbiye, ben bir mektep hocası olduğum için kendisini benimle kapı yoldaşı farz ediyordu. Benimle gizli bir mücadeleye girişmeyi, bir meslek mecburiyeti bildi. Fakat, bu maskarayı öyle bozdum ki... Türkçe derdini anlatmaktan aciz kalıyor, "Türkçe iyi anlatamıyorum" diye kurtulmak istiyordu. Ben, o vakit, Fransızca söylemeye başlıyor; bu defa Fransızca-sıyla eğleniyordum. Hülasa, küçük, ehemmiyetsiz, iptidaiye hocası kaybolmuş: "Dam do Siyon"un en zarif lakırdıcı muallimlerini ağlamaklı eden zalim Çalıkuşu, bütün haşarılığı, alaycılığı ile yeniden doğmuştu.
Yüksek meclislere ait bir kabul etiketini münakaşa ederken söz bulmakta aciz kaldı: "Mamafih, ben birçok yüksek meclislere girdim, çıktım, gözümle gördüm!" diye beni mat etmek istedi. O vakit, mağrur bir istihfafla yüzüne baktım, gülümseyerek:
- Evet, ama, yalnız girip çıkmak kâfi değil, insanın o muhitte kendi tabii hayatını yaşaması lâzımdır, dedim.
Bu pek terbiyeli olmadığını itiraf ettiğim hücumum üzerine kadıncağızı hafakanlar boğuyordu. Minimini paşazadelerden biri, ders saati geldiğini bahene ederek alelacele yanımızdan çıktı.
Hanımlar, kuzu gibi olmuşlardı. Bu çirkin süs ve gurur maskelerini attıktan sonra ruhlarının asıl çehresini gösterdiler. Hakikaten fena insanlar değildiler. O vakit, ben de yavaş yavaş halimi bilen, ehemmiyetsizliğini takdir eden mazlum, sakin, iptidaiye muallimesi mevkiine indim.
Hanımefendi ve küçükhanımlar sık sık gelmemi samimiyetle rica ediyorlardı. "Ara sıra taciz ederim, fakat her zaman nasıl olur, ne söylerler? Sık sık geldiğimi görürlerse mutlaka sizden bir şey beklediğim fikrine düşerler" dedim.
Hanımefendi, kim olduğumu merak ediyor, mutlaka beni söyletmek istiyordu.
- iyice bir ailenin fakir düşmüş bir kızı, dedim.
- Hanım kızım, siz bu güzelliğinizle, bu meziyetinizle pek iyi bir yere gelin olabilirdiniz.
- Belki, hanımefendi, beni de isteyecek zararsız bir adam olabilirdi. Fakat, ben kendi alnımın teriyle kendimi ge-çindirmeyi daha iyi buldum. Çalışmak ayıp değil, dedim.
- Sizi iyice bir ailenin iyice bir çocuğu için isteseler ne dersiniz?
- Tabii, kazandığım bu şeref için teşekkür ederim, fakat zannederim ki kabul etmem.
Asıl maksatlarını biraz sonra anladım. Meğer bugün sadece azamet satmak, saltanatlarıyla gözlerimi kamaştırmak için, bu konağa çağrılmamışım!
Paşa'nın büyük kızı bana bahçeyi göstermek istemişti. Bahçeleri de, tıpkı salonlarına benziyordu. Bin bir çeşit çiçek, ot, fidan saksı ile sözüm ona yabana süslenmiş, daha doğrusu döşenmiş, tefriş edilmiş olan bu bahçede dolaşırken, üçer beşer senelik sekiz on bodur çamdan ibaret yapma bir orman-cıkta...
Fakat bunu anlatabilmek için on iki gün evvelki bir vakaya dönmeye mecburum.
Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik koca bir bağ var. Çocuklar, aradaki çit duvarı söktükleri için iki bahçe hemen hemen bir gibi. Bir zamandan beri o bağda üç, dört fakir işçi, başlarında kırmızı mendillerle çapa çapalıyorlardı. Teneffüs saatlerinde yanlarına gidiyor, biçarelerin kan ter içinde çalıştıklarını seyrediyordum. O bahsettiğim gün, bunların arasında genç bir ameleye dikkat etmiştim. O da onlar gibi giyinmişti, fakat simasında, halinde bir başkalık fark ediliyordu. Mesela; yüzünün esmer cildinde renkli bir şeffaflık, gözlerinde başka bir parıltı vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar nazik ve küçüktü. Öteki işçiler gibi yaşlı başlı olmadığı için yanına yalaşamı-yordum. Fakat o, benim yanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çok susadığını, mektep çocuklarından birinden kendisi için su istememi söyledi.
Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun için çekinmedim. Hatta bir mektep hocası olduğumu düşünerek: "Peki oğlum, biraz bekle, söyleyeyim!" dedim.
Kendi kendime: "Bu, mutlaka sonradan düşmüş bir asilzade filan olacak!" diye düşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu. Konuşurken kelimelerini şaşıracak kadar sıkılıyordu. Fakat bir taraftan da mütemadiyen sualler, hem de münasebetsiz sualler soruyordu:
Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kış nasıl olurmuş, armudu, elması bol muymuş?
O, suyu içerken ben, gülümsüyor: "Anlaşılan biçarenin aklında bir noksan var!" diyordum. Paşa'nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde, maskara edilnıiş bir biçare ağaçlar içinde gördüğüm şeyin, beni ne kadar mütehayyir etiğini anlatmak için bu kadar tafsilat kâfi.
Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ile karşı karşıya geliyordum. Fakat bu sefer büsbütün başka bir kıyafetle. O, başındaki alabros saçlara varıncaya kadar kılıcı, düğmeleri, nişanlan, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi. Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının arasında; başı yüksek, vücudu dik, parmakları birbirine yapışmış duruyordu, ince bıyıklarının altında, yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkâr gözleri parlıyordu. Hülasa, öyle bir duruş, öyle bir kıyafet ki, insan beyaz eldivenleriyle kılıcını çekerek: "Hazır ol!" kumandasını vermesini bekliyor.
Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite "hazır ol" kumandasını başkaları vermiş.
Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):
- A! ihsan, sen burada miydin? Nereden çıktın ayol? diye hayret etti.
Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadar acemice oynuyor ki: "A! ihsan, sen nereden çıktın?" diye hayret ederken sesine: "Vah vah! Yalan söylediğimiz ne kadar da belli oluyor!" der gibi bir ahenk geliyor.
Evet, bu gülünç "operakomik" dekoru içinde gülünç bir komedya oynayacaktık, niçin? Bunu daha sonra anlayacağım. Şimdilik hiçbir şey sezdirmemek, sakin ve cesur olmak lâzım.
Herhalde, bu paşalar, sürpriz yapmasını çok seven insanlar. Fakat benim de, bugün inatçılığım üstümde. Ne yaparlarsa yapsınlar, şaşırmış görünmeyeceğim. Galiba, benim utanmamı, kaçınmamı bekliyorlar hiç vakar ve sükûnumu bozmadım.
Nerime Hanım dedi ki:
- Feride Hanımefendi, siz de bizim gibi istanbullusunuz. Amcazade ve süt kardeşim Ihsan'ı size takdim etmemde bir mahzur görmezsiniz, değil mi?
Ben, hiç fütursuz:
- Bilâkis, çok memnun olurum efendim, dedim. Sonra, onun söz söylemesine meydan vermeden kendimi takdim ettim:
- Feride Nizamettin. Maarif ordusunun küçük zabitlerinden...
Genç zabit, o güzel ve cüretkâr sükûnunu muhafaza edemedi. Hakkı da yok mu ya? Küçük iptidaiye hocası birkaç gün evvel amele kıyafetinde gördüğü bir şahsı, bugün güneş gibi parlak, peri masalı şehzadeleri gibi güzel ve muhteşem görür de heyecanından bayılmaz; bu, akla sığar şey mi?
Evet, bilâkis, o şaşırdı. Bize mektepte, ehemmiyetli bir şeymiş gibi senelerce özene bezene talim ettikleri o mahut; "Selam merasimi"ni pek iyi bilmiyordu. Galiba, bir asker temennası için kaldırdığı elini yarı yolda tekrar indirdi, elimi tutmayı tercih etti. Fakat, bu defa da elimdeki eldiveni gördü. Bu biçare eldivenden, birdenbire ateş almış gibi öyle bir dehşetle elini çekmesi vardı ki...
Üç, beş dakika kadar hiç fütursuz konuştum. Göz göze geldikçe zavallı delikanlı, besbelli amele kıyafetiyle benden su istediğini hatırlıyor, muhcubane gözlerini indiriyordu. Fakat ben, hiç oralı olmuyor, onu ilk defa görmüş gibi konuşuyordum.
Biraz sonra Nerime Hanım'la içeri giriyoduk. Kadıncağız, tereddütle bana baktı ve dedi ki:
- Feride Hanım, tabii Ihsan'ı tanıdınız. Mektepteki vakayı, demek o da biliyordu. Sadece:
- Evet, dedim.
- Belki aklınıza bir şey gelir. Size işin doğrusunu söyleyeyim efendim, ihsan, arkadaşlarıyla bahse girmiş. Gençlik bu ya efedim, olur şeyler.
Hayretle dudaklarımı bükmekten kendimi alamadım:
- Ne münasebet efendim?
Nerime Hanım, kızarıyor, mahcubiyetini saklamak için gülüyordu:
- Efendim, zabitlerden bazıları size mektepten gelirken tesadüf etmişler, pek güzel olduğunuzu söylemişler. Biz istanbulluyuz, tabii buralılar gibi bunu bir hakaret saymayız değil mi, güzelim? ihsan, bahse girmiş: "Mutlaka bir çaresini bulur, bu Muallime Hanım'la görüşürüm." demiş. O gün, üşenmeden amelelerden birinin elbisesini giyinmiş, bahsi kazanmış. Tuhaf değil mi?
Ben, cevap vermedim. Zavallı Nerime Hanım, sözlerinin yaptığı soğuk tesiri pek iyi anlıyordu.
Bugünkü garip komedyanın son perdesini tekrar yukarı salonda oynadık, ihsan Bey'le görüştüğüm haberi, bizden çok evvel yukarı gelmişti. Bütün simalar bunu gösteriyordu.
Büyük Hanımefendi'nin gizli bir işareti üzerine solandaki-ler dışarı çıktılar. Yalnız Nerime Hanım kaldı.
Hanımefendi biraz tereddütten sonra söze başladı:
- Ihsan'ı nasıl buldunuz, hanım kızım? Ben, yine gayet sade:
- Çok iyi bir genç görünüyor, hanımefendi. O:
- Yüzü de güzeldir, tahsili de iyidir: Terfian Beyrut'a tayin edildi.
- Ne kadar iyi! Hakikaten güzel, sevimli bir genç. Malumatı da, dediğiniz gibi mükemmel görünüyor.
Ana kız, birbirinin yüzüne baktılar. Bu sözlerime hem hayret ediyorlar, hem memnun oluyorlardı.
- Allah senden razı olsun, kızım! işimizi kolaylaştırdın dedi. Ben Ihsan'ın sütannesiyim, evlat gibi elimde büyüttüm. Feride Hanım kızım, genç kızlarla doğrudan doğruya konuşmak olmaz ama, maşallah, siz akıllı uslusunuz. Sizi Allah'ın emriyle İhsan'a istiyorum. Sizi pek beğenmiş. Mademki siz de onu beğendiniz inşallah mesut olursunuz. Bir ay izin alırız, düğününüzü burada yaparız, olmaz mı? Sonra beraber Beyrut'a gidersiniz.
işin buraya geleceğini daha evvelden hissetmiştim. Hakikaten gülünecek bir vakaydı. Fakat, bilmem neden, yabancı memlekette kocaya istenilmek bana bu dakikada garip bir mahzunluk veriyordu. Mamafih, neşem gibi hüznümden de renk vermedim:
- Hanımefendi, bu cariyeniz için büyük şeref. Size de, ihsan Bey'e de bütün kalbimle teşekkür ederim. Fakat mümkün değil, dedim.
Büyük Hanım, birdenbire şaşırdı:
- Niçin kızım? Biraz evvel onu beğendiğinizi, güzel bulduğunuzu söylediniz ya! Gülerek cevap verdim:
- Hanımefendi, yine tekrar ediyorum ki, ihsan Bey, güzel ve değerli bir genç, fakat aramızda bir izdivaç ihtimalini aklımdan, yahut kalbimden geçirmiş olsaydım, bu meziyetlerini açıktan açığa söyleyebilir miydim efendim? Bu, bir genç kız için biraz fazla serbestlik olmaz mıydı?
Ana kız, tekrar birbirlerine baktılar, küçük bir sükût hüküm sürdü. Sonra, Nerime Hanım, ellerimi tuttu:
- Feride Hanım! Herhalde kati cevabınız bu olmayacak, çünkü ihsan, çok müteessir olacak.
- ihsan Bey, yine tekrar ediyorum, çok güzel bir genç, kimi isterse alabilir.
- Evet, fakat o, sizi istiyor. Demin size arkadaşlarıyla bir bahse tutuştuğunu söylemek lâzım geldi. Hiç böyle şey olur mu, güzelim? Zavallı çocuk, on gündür öyle telaş içinde ki: "Ölürüm, ondan vazgeçemem, mutlaka, alacağım!" diyor.
Nerime Hanım'ın, bu bahsi uzatacağını, beni kandırmak için birçok şeyler söyleyeceğini hissediyorum. Nazikâne, fakat gayet kati birkaç sözle buna imkân olmadığını söyledim. Gitmek için müsaade istedim.
Nerime Hanım, adeta müteessir olmuştu. Yorgun bir tavırla annesine:
- Kuzum anne, Ihsan'a söyle, benim dilim varmayacak, Feride Hanım'ın reddedeceğini aklına bile getirmiyordu. Şimdi, çok müteessir olacak, dedi.
Ah, bu erkekler! Hepsinde aynı gurur, aynı kendini beğenmişlik. Bizim de bir kalbimiz olduğunu, bizim de "mutlaka" isteyecek bir şeyimiz olabileceğini, bir türlü akıllarına getirmek istemiyorlar.
Paşanın landosu beni evime bıraktığı vakit Munise, komşudaydı. Soyunmadan evvel bir kere daha kendimi seyretmek istedim. Oda, iyiden iyiye kararmıştı. Duvara vurmuş donuk bir ay ışığına benzeyen aynada, kendimi hayal meyal seçebiliyordum. Bilmem nasıl bir ışık oyunu oldu. Lacivert kısa elbisem bana beyaz gibi göründü. Uzun etekleri karanlıklarda kaybolan bir beyaz ipek.
Birdenbire ellerimi yüzüme kapadım. Bu dakikada Munise odaya girdi:
- Abacığım!
Ondan imdat ister gibi ellerimi uzattım. "Munise" diye-çektim, fakat dudaklarımdan yanlışlıkla başka bir isim, nefret ettiğim büyük düşmanımın ismi çıktı.
Ç..., 6 Mayıs
Bu hafta benim kısmetim açıldı. Dünkü vakanın sıcağı sıcağına bugün bir komedyaya daha kahraman oldum. Fakat, bu dünkünden bin kat daha gülünç, bin kat daha isyan ettirici bir komedya.
Vakayı olduğu gibi yazıyorum. Sahne, bizim aşağı misafir odası, Hafız Kurban Efendi'nin karısı, arkasında düğünlere giderken giydiği gron çarşafı, boynunda dizi dizi beşibirlikleriy-le misafir geliyor. Mamafih, halinde bir tuhaflık var, gözleri ağlamış gibi. Konuşmaya başlıyoruz.
Ben:
- Galiba teklifli bir yere misafir gideceksiniz. O:
- Hayır, hemşireceğim, mahsus size geldim. Ben:
- Ne kadar süslüsünüz bugün. Benim için mi? O:
- Evet, hemşire sizin için. Ben gayri ihtiyari eğlenerek:
- O halde, bana görücü geldiniz? O, saf gözlerinde saf bir hayretle:
- Nereden bildiniz? Ben, birdenbire şaşaladım:
- Nasıl, siz bana görücü mü geliyorsunuz?
- Evet, hemşireceğim! Ben:
- Kimin için?
O, dünyanın en sade bir şeyinden bahseder gibi:
- Bizim efendi için.
Bu kadar saf bir kadının, böyle hiç renk vermeden şaka etmesi, tabii hoşuma gidiyor, kahkahalarla gülüyordum. Fakat o, gülmüyor, bilâkis gözlerinde yaşlar var!
O:
- Hemşireceğim, efendi size göz koymuş, sizi almak için beni boşamaya kalktı. Yalvardım, yakardım: "Ziyanı yok, o hanımı al, tek beni boşama. Biz, güzel güzel geçiniriz. Ben, sizin yemeğinizi pişiririm, hizmetinizi ederim!" dedim. Kuzum kar-şedeşim, bana acı!
- Bu Kurban Efendi sizi bırakırsa, beni alabileceğinden emin mi?
O, isyan ettirici bir saffetle:
- Öyle ya! Tam elli beşibiryerde vermeye razıyım, diyor. Ben:
- Zavallı komşum, haydi gönlün rahat etsin. Dünyada, böyle bir şeye imkân yok.
Biçare kadın, dualar ediyor ve perde kapanıyor.
Ç..., 15 Mayıs
Bu akşam, mektep tatilinde Müdire Hanım, beni odasına çağırdı, çatkın bir çehreyle şu sözleri söyledi:
- Feride Hanım kızım, ciddiyet ve hayretinizden memnunum. Fakat bir kusurunuz var: Kendinizi hâlâ istanbul'da sanıyorsunuz. Güzellik başa beladır, diye meşhur bir söz vardır kızım, siz hem güzel, hem yalnız bir taze olduğunuz için kendinizi biraz daya iyi korumanız lâzım gelirdi. Halbuki bazı ihtiyatsızlıklarınız oldu. Telaş etmeyiniz kızım. Kabahat demiyorum, sade ihtiyatsızlık. Mesela, bu memleket o kadar kapalı bir yer değil, kadınlar epeyce süslü olarak gezebiliyorlar. Muallimlerimiz de hakeza. Fakat, başkaları için tabii görülen bir şey, sizde nazarı dikkati celp etti. Çünkü, kızım, gençliğiniz, güzelliğiniz, her rast geldiğiniz erkeğe baş çevirtiyordu. Öyle ki, kasabada gizliden gizliye bir dedikodu başladı. Ben, burada, hiçbir şey bilmem gibi otururum ama, her şeyi haber alırım. Mesela, kışladaki zabitlerden, kahvedeki esnaftan tutunuz da, idadi mektebindeki büyük talebelere varıncaya kadar sizi uzaktan tanımayan, sizden bahsetmeyen yokmuş.
Bunlardan ne hakla ve niçin size bahsettiğim meselesine gelince, buna da iki sebep var kızım. Birisi tecrübesiz, fakat cidden iyi bir çocuksunuz. Biz, artık insan sarrafı olduk, onun için size bir analık, ablalık vazifesi yapmak istedim. Sonra, mektebin menfaati meselesi var, kızım. Öyle değil mi?
Müdire, yüzüme bakmadan tereddütle devam ediyordu: - Mektep, cami gibi mukaddes bir yerdir. Onu dedikodudan, iftiradan, daha sair lekelerden korumak bizim için en büyük vazifedir. Öyle değil mi? Halbuki bu münasebetsiz dedikodular mektebe de, maateessüf, söz getirmeye başladı. Akşam üstü kızlarını, kardeşlerini almak için, mektep kapısına gelen peder ve biraderlerin ne kadar çok olduğuna dikkat ediyor musunuz? Siz, belki farkında değilsiniz. Fakat ben biliyorum. Onlar, çocuklarından ziyade sizi görebilmek için geliyorlar. Bir gün, fakir talebelerimizden birinin saçlarını örmüşsünüz, ucuna bir de kurdele paraçası takmışsınız. Bilmem kimden duymuşlar, çapkın bir mülazım, sokakta çocuğa para vererek kurdeleyi, elinden almış. Şimdi ara sıra yakasına takıyor: "Bana artık paşalar paşası demelisiniz, değil mi Gülbeşeker'den nişan aldım!" diye arkadaşlarını eğlendiriyor muş.
Dün, kapıcı Mehmet Ağa, tuhaf bir haber verdi: Evvelki gece, meyhaneden dönen sarhoşlar, mektebin kapısında durmuşlar, bunlardan birisi: "Ben duvardaki siyah taşa Gülbeşeker'in elini sürdüğünü gördüm. Allah hakkı için şu Hacer-i Esvedi bir öpelim!" diye nutuk vermiş. Görüyorsunuz ki kızım, bunlar ne kendiniz için, ne mektep için hiç hoşa gide-çek şeyler değil. Halbuki bu yetmiyomuş gibi, bir tedbirsizlik daha yapmışsınız. Abdürahim Paşa'nın evinde Yüzbaşı ihsan Bey'le konuşmuşsunuz. Hanımefendinin teklifini kabul etmiş olsaydınız, bunda bir beis görülmeyebilirdi. Fakat, genç bir adamla görüşmeniz, sonra da bu kadar iyi bir kısmeti reddetmeniz nazarı dikkati çekti: "Mademki ihsan Beyi istemedi, demek, bir başkasını seviyor, acaba kimi?" yolunda dedikodular meydan aldı.
Bu sözleri cevap vermeden, hiçbir hareket yapmadan dinlemiştim. Evvela, benim itiraz ve isyanımdan korkan müdi-re, şimdi bilakis, sükûtumdan şüpheleniyordu. Bir parça tereddütle:
- Bunlara ne dersiniz, Feride Hanım? diye sordu. Hafifçe içimi çektim, düşüne düşüne:
- Sözlerinizin hepsi doğru Müdire Hanım, dedim. Kendim de yavaş yavaş farkına varıyorum. Bu güzel memlekete acıyorum, fakat ne yapayım? Siz artık idareye yazarsınız, bir sebep göstererek beni başka bir yere göndermelerini istersiniz. Bu işte bana edeceğiniz en büyük insaniyet ve mürüvvet, asıl sebebi söylememek... Lütfen başka bir bahane bulunuz: "idaresiz" deyiniz, "Elinden iş gelmiyor, cahil" deyiniz, "asi" deyiniz, ne derseniz deyiniz, Müdire Hanım, size hatırım kalmaz. Yalnız: "Şehirde dile düştüğü için istemiyorum!" demeyiniz.
Müdire bir şey söylemeden düşünüyordu. Gözlerimin dolduğunu göstermemek için pencereye döndüm. Ufukta akşamın uçuk mavi seması içinde, ince ince tüten dumanlara benzeyen karşı dağları seyretmeye başladım.
Çalıkuşu, bu dağlardan, yine gurbet kokusu almaya başlıyordu. Gurbet kokusu! Bu kokuyu bütün ruhuyla koklamayanlar için ne manasız bir söz! Hayalimde yollar, gittikçe incelip mahzunlaşan, bitip tükenmez gurbet yolları uzanıyor, kulağımda Çeçen arabalarının o ince yanık sesli çıngırakları ağlıyordu.
Ne vakte kadar Yarabbi, ne vakte kadar? Niçin? Hangi emele yetişmek için?
Ç..., 5 Haziran
Kuşlarımın ahi tuttu. Tatilin bu uzun aylarında onlar gibi mahpus kaldım. Müdire Hanım, eylülden evvel başka bir yere nakletmeye imkân olmadığını söyledi. Şimdilik kendimi unutturmaya çalışıyor, hemen hiç sokağa çıkmıyorum. Komşularım da artık beni eskisi gibi aramıyorlar, ihtimal, bu dedikodulardan gözleri korktu. Yalnız, ara sıra teyzeme benzeyen bir büyük hanımla konuşuyorum. Hele sesi öyle benziyor ki geçen gün, utana utana ondan bir şey istedim:
- Kuzum hanımcığım, bana hocanım demeyin, sadece Feride deyin, olmaz mı? dedim.
Komşum, bir parça şaşırdı, fakat arzumu reddetmedi. Bana söz söylerken gözlerimi kapıyorum, kendimi Kozyatağı'nın bahçesinde -Ne münasebetsiz sözler söylüyorum? Galiba bende sinir hastalığı başlıyor. Herhalde bir kararsızlık var- yine eskisi gibi gülüyorum, yine Munise ile hamal çocukları gibi alt alta, üst üste boğuşuyoruz. Yine kuşlara ıslık çalıyorum. Fakat hüznüm gibi neşemin de kararı yok. içim içime sığmıyor.
Buraya gelirken gece vapurda uykum kaçmıştı. Yanık ses-1 li bir yolcu suların karanlığına -karşı: "Sendedir avare gönlüm, [ sendedir" diye bir şarkı söylemişti.
Bunu o gece işitmemle unutmam bir olmuştu. Aylardan l sonra, bahçemdeki çiçeklerin açmaya başladığı bir nisan gününde, durup dururken yavaş yavaş bu şarkıyı söylemeye baş-1 ladım. insan ruhu ne anlaşılmaz bir muamma? Bir kere işitti-1 ğim bu şarkıyı, bestesiyle, güftesiyle nasıl aklımda tutmuştum! O günden sonra, iş görürken, kuşlara su verirken, pencerem-1 den görünen deniz parçasını seyrederken bu şarkı, dudakları-'mm ucuna geliyor. Dün akşamüstü: "Sendedir avere gönlüm sendedir" diye son mısraı tekrar ederken hiç sebepsiz ağlamaya başladım. Bu adi şarkı parçasının ne güftesinde, ne bestesinde ağlanacak hiçbir şey yok. Dedim ya, sinir. Bir daha bu şarkıyı söylemeyeceğim.
C..., 20 Haziran
Mektepte Nazmiye isminde bir arkadaşım vardı. Yirmi dört yirmi beş yaşlarında, güzelce, şen, şakacı bir kız; gayet tatlı söz söylüyor, güzel ut çalıyor, bunun için kibar aileler el üstünde tutuyorlar, her gece bir yere davet ediyorlar. Muallim arkadaşları onu pek sevmezler, hakkında bazı ufak tefek dedikodular işitiyorum.
ihtimal, biraz açık giyinmesini hoş görmüyorlar, yahut da kıskanıyorlar, ne bileyim?
Nazmiye'nin bir yüzbaşı nişanlısı varmış. Çok iyi bir çocukmuş. Fakat bu nişanlının ailesi şimdilik evlenmelerine rıza göstermediğinden, münasebetlerini gizli tutuyorlar. Nazmiye, bunu bana, bir sır gibi söyledi, kimseye söylemememi tembih etti.
Dün evde, can sıkıntısından bunalacağım bir dakikada Nazmiye geldi:
- Feride Hanım sizi almaya geldim. Bu gece Feridun'un teyzesine davetliyim. Subaşı'ndaki bağında ziyafet veriyor. Sizi tanımadığı halde gözlerinizden öptü. Mahsus rica etti.
Nazmiye, gözlerinin sitemli bir bakışıyla:
- Nişanlımın teyzesi niçin senin yabancın olsun? Hem başka bir fikrim daha var, sana nişanlımı göstereceğim. Zannediyorum ki, zevkimi takdir edeceksin. Sen gitmezsen vallahi ben de gitmem.
Ben gitmemek için birçok bahaneler gösteriyordum.
Fakat hepsine cevap buldu. Zaten benim bahanelerim de çocukça şeylerdi ki, yukarıda da söyledim ya, Nazmiye, çok şeytan bir kız! İnsanın altçenesinden girip, üstçenesinden çıkıyor.
O kadar dil döktü, o kadar yalvardı ki, dayanamadım, arzusunu kabul ettim.
Yalnız, bir şey dikkatimi celp etmişti. Munise'yi giydirmek isteğim vakit Nazmiye, hafifçe kaşlarını çatmış:
- Küçüğü de götürecek misin? demişti.
- Tabii, Munise'yi nasıl evde yalnız bırakayım? Bir mani mi var? diye sordum.
- Hayır, ne mani olacak? Daha iyi. Bazen onu evde bırakıyorsun da...
- Evet, fakat şimdiye kadar gece yatısına gitmedim ki.
Ben, artık pek gözü kapalı bir kız sayılmazdım. İki seneden beri dışarılardan çok şeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim. Ne oldu, nasıl bir gaflet dakikama geldi de Nazmiye'nin bu sözleri beni şüpheye düşürmedi? Bir türlü bunu anlamıyordum.
İhtimal, can sıkıntısı, açık hava ihtiyacı beni iyiden iyiye bunaltmıştı.
Küçük bir talika arabası bizi derenin öbür kıyısına geçirdi. Bahçeler arasında, yapraklarla örtülü ince yollardan birisine girerek yarım saat, üç çeyrek uzakta bir bağa götürdü. Buraları ne tenha, fakat ne güzel yerlerdi. Yolda bir sürüye tesadüf ettik. İhtiyar bir çoban, bir bostan kuyusunun tahta tulumbasını çekerek taş bir yalakta koyunlarını suluyordu. İnce boy-nuzlarıyla yalağın başında birbirlerini iten keçi yavruları Munise ile bana Mazlum'u hatırlattı, merakımızı kaldırdı.
Gözlerimizde yaşlarla arabadan atladık, bir keçi yavurusu yakalayarak uzun kulaklarını, sular damlayan ince çenesini öptük. Bir aralık çobandan onu satın almayı düşündüm. Fakat neye yarar? Mademki yakında yine bırakıp gideceğiz. Derdimiz eksik gibi niçin başımıza yeni bir sevda satın almalı?
Gittiğimiz köşk; ucu bucağı görünmeyen bir bağın orta-sında eski bir bina idi. Etrafını yüksek çardakların yeşilliği sarmıştı.
Feridun Bey'in teyzesi, yaşlı, şişman bir kadın. Elbisesini, süsünü doğrusu gözüm tutmadı, ihtiyar bir kadına bu kadar fantezi yakışmaz. Saçları sarıya boyalı, şakağında laden, yüzünde tekerlek allıklar, hasılı acayip bir şey!
Bu kadın, bizi üst katta bir odaya aldı, çarşafımı çıkardı. Sonra, fazla bir teklifsizlikle koklar gibi yanaklarımı öperek:
- Görüştüğümüze memnun oldum, elmas kızım. Gülbeşeker de ne Gülbeşeker! Sahiden insanın yiyeceği geliyor. Yanıp tutuştukları kadar varmış, dedi.
Fena halde bozuldum. Fakat renk vermemek lâzım. Ne söylediğini bilmeyen bazı münasebetsizler vardır ya, onlardan olacak.
Bir odada epeyce zaman beni Munise ile yalnız bıraktılar. Güneş batmıştı. Çardığı örten sık yaprak kümeleri içinde akşamın pembe yaldızı yavaş yavaş sönüyordu. Küçükle şakalaşarak kendimi oyalamaya çalışıyordum. Fakat, yüreğime gizli bir kurt düşmüştü, içim içime sığmıyordu.
Bahçeden karışık, kadın erkek sesleri, kahkahalar, hafif hafif çığlıklar geliyor, bozuk bir kemanın akort edildiği işitiliyordu.
Pencereden başımı uzatım. Sık asma yaprakları arasında hiçbir şey seçmek mümkün değildi.
Nihayet, merdivenden doğru, gürültü ve ayak sesleri gelmeye başladı. Kapı açıldı. Ev sahibi hanım, elinde kocaman bir lamba ile içeri girdi.
- Elmas kızım, seni ihmal ettim ama, mahsus karanlıkta bıraktım. Güneş batarken bu bahçelerin güzelliğine doyum olmaz.
İhtiyar kadın, lambanın fitilini düzelterek, mehtap gecelerinde bu bahçenin cennet gibi olduğunu anlatırken Nazmiye girdi. Kapının dışında gözüme uzun boylu iki zabit üniforması ilişti. Başım açıktı, gayri ihtiyari çekindim. Kolumla saçlarımı kapamak istedim.
Nazmiye gülüyor:
- Cicim, sen ne kadar dışarlıklı olmuşsun? Herhalde nişanlımdan kaçacak değilsin, çek kolunu, ayıp vallahi! diyordu. Hakkı vardı, fazla kaçınmak için sebep yoktu.
Zabitler, biraz tereddütle odaya girmişlerdi. Nazmiye onlardan birini takdim etti:
- Feridun Bey, nişanlım, Feride Hanım, arkadaşım. Talihime iki sevdiğimin isimleri de birbirine yakın düştü.
Küçüklüğümde büyükannem acayip bir kibrit kutusu alırdı. Bunların üstünde burma bıyıklı, çarpık omuzlu, kıvırcık saçlıların bir filozası gözünün üstüne kadar inen bir panayır palikaryası resmi vardı. İşte bu Feridun Bey, tıpkı kibrit kutularının birinden fırlamış gibiydi. Elimi, teklifsizce sert avucunun içine aldı, sallaya sallaya.sarsa sarsa sıkarak:
- Efendim, teşekkür ve minnettarlığımızı sunarız, âlemimize şeref verdiniz, sağ olun, dedi. Sonra da arkasında duran zabiti takdim etti.
- Müsaade ederseniz kulunuz da candan bir arkadaşı, bir velinimeti takdim etsin: Binbaşı Burhanettin Bey. Binbaşı ama bildiğiniz binbaşılardan değil, meşhur Solakzadelerin küçük mahdumu...
Solakzadelerin bu küçük beyi hemen kırk beşi aşkın bir zattı. Saçlarıyla bıyıklarının bir kısmı ağarmıştı. Bir kibar evladı olduğu halinden belliydi. Giyinişi, duruşu, söz söyleyişi Feridun'dan büsbütün başka idi. Çehresi ve beyaz saçları, arkadaşının bana verdiği korku ile karışık fena tesiri hemen hemen izale eti. içime biraz emniyet gelir gibi oldu.
Burhanettin Bey, kolay ve seri söz söylüyordu. Nazik bir baş işaretiyle uzaktan selam verdi, hafifçe eğilerek:
- Burhanettin bendeniz. Efendim, peder merhum emlaki içinde en ziyade bu bağı severdi. "Burası uğurludur, bana ne kadar saadet geldiyse bu bağdan geldi!" demeyi mutat edinmişti. Tenezzülen teşrif ettiğinizi öğrenince, merhumun bu sözlerini tam bir keramet gibi tesdik ettim.
Bu, hesapça bir kompliman olacaktı. Fakat bu Burhanet-tin Bey'in ne alakası vardı?
Hayretle Nazmiye'nin yüzüne bakarak cevap bekledim. Fakat, o, bana bakmıyor, gözlerini gözlerimden kaçırmakta inat ediyordu. Bu dakikaya kadar bağ sahibi sandığım hanım, Munise'yi elinden tutarak dışarı götürmüştü.
Yarım saatten ziyade bir zaman bu odada beraber oturduk. Şuradan, buradan konuşuyorduk. Daha doğrusu konuşuyorlardı. Çünkü bende konuşmaya değil, söylenen sözleri bile anlamaya mecal kalmamıştı. Demir bir pençe kalbimi sıkıyor, nefesimi daraltıyordu. Zihnim durmuştu. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey duymuyor, yuvasında tecavüze uğramış bir hayvan yavrusunun idraksiz korkusuyla köşeme büzülüyor, küçülüyordum.
Aşağıda bir keman taksimi yaptılar, bunu bir gazel, daha sonra kalınlı, inceli birçok seslerin söylediği şarkılar takip etti.
Bir kanepede yan yana oturan Nazmiye ile nişanlısı, gittikçe daha ziyade birbirlerine sokuluyorlardı. Yavaş yavaş onlara arkamı çevirdim. Bunlar çok adi ruhlu insanlardı, iki yabancının önünde, sinemadaki o çirkin aşk sahnelerinden birini oynar gibi çekinmeden, utanmadan baş başa... Evet, bunlar çok adi ve fena insanlardı.
Biraz evvel şişman hanım, masanın üstüne şişeler, tabaklarla dolu bir tepsi bırakmıştı. Burhanettin Bey, elleri cebinde, odanın içinde dolaşıyor, ara sıra bize arkasını çevirerek bu masanın önünde duruyordu.
Bu gezinmelerden birinde binbaşının önümde durduğunu, hafifçe eğildiğini gördüm:
- Inayeten kabul buyurmaz mısınız, küçükhanım?
Hayretle gözlerimi kaldırdım. Elindeki küçük bir kadehin içinde yakut kırmızı bir içki parlıyordu. Başımla reddettim. Gayet yavaş:
- istemem, dedim.
O, daha ziyade eğildi, sıcak nefesi yüzüme dokunarak:
- Zararlı bir şey değil, küçükhanım. Dünyanın en nazik ve masum bir likörü. Değil mi, Nazmiye Hanım? Nazmiye, ona başıyla işaret etti:
- Israr etmeyiniz Burhanettin Bey, Feride, burada kendi evinde sayılır. Nasıl isterse öyle yapsın.
Burhanettin Bey, ağarmaya başlamış saçları, munis ve kibar çehresi bu dakikaya kadar bana müphem bir emniyet vermişti. Neydi bu başıma gelen şey Yarabbi? Kendimi nasıl kurtaracaktım?
Odadaki ışıklar yavaş yavaş sönüyor, gözlerime çöken bu karanlığın içinde kıvılcımlar uçuşuyordu. Çalgı sesi kulağıma uzak bir denizin uğultusu gibi geliyordu:
- Elmas kızım yemek vakti geldi, sofrada birkaç misafirimiz var, sizi bekliyorlar.
Bu sözleri o şişman kadın söylemişti. Biraz kendimi toplar gibi oldum:
- Teşekkür ederim, rahatsızım, beni burada bırakınız, diyebildim.
Bu sefer, Nazmiye yanıma yaklaştı:
- Ferideciğim, vallahi yabancı değil, Feridun'la, Burhan Bey'in iki arkadaşı, sonra, onlardan bazılarının nişanlıları, zevceleri, öyle ya zevceleri, gelmezsen çok ayıp olur. Mahsus senin için geldiler.
Bileklerimi Nazmiye'nin elinden kurtarmaya çalışıyor, koltuğun kenarlarına tutunarak köşeme büzülüyordum. Söz söylemek mümkün değildi. Dişlerimi sıkmasam, onların birbirine çarpacağını hissediyordum.
Burhanettin Bey:
- Misafirimiz ne emreder, nasıl isterse öyle hareket et-mek borcumuz. Siz misafirlerin yanına ininiz. Feride Hanım'ın biraz rahatsız olduğunu söyleyiniz. Binnaz Hanım, siz de bizim yiyeceğimizi buraya getiriniz. Misafirimi yalnız bırakmamak benim vazifem.
Bu dakikada çıldırıyordum. Bu odada, Burhanettin Bey'le yalnız kalmak, beraber yemek yemek!
Ne yaptığımı bilmeden, düşünmeden yerimden fırladım, var kuvvetimi tolayarak:
- Peki, istediğiniz gibi olsun., dedim.
Nazmiye ile nişanlısı kol kola önümüzden iniyorlardı. Burhanettin Bey, bir adım geriden beni takip ediyordu.
Karanlıkta taşlığın nihayetinde bir kapı açıldı. Kamaştırıcı bir pırıltı birdenbire gözlerimi yaktı. Avizelerin tavandan döktüğü ışık selleri içinde sendeleye sendeleye birkaç adım yürüdüm.
Duvarlarda, salona hudutsuz derinlikler veren endam aynaları parlıyor, avizelerin aksi, karanlık bir yolda koşan meşaleler gibi ta uzaklara gidiyordu.
Birçok gözler, çehreler, rüyada görülmüş gibi karışık, bulanık kadın, erkek çehreleri. Sonra korkunç bir el şakırtısı koptu. Çalgının uğultusu içinde sesler derinleşiyor, bulanıyor, fakat bir türlü sönmüyor, uğultulu dağ rüzgârları gibi ta uzaklara haykırıyordu: "Yaşasın Burhanettin Bey, yaşasın Gülbeşeker, Gülbeşeker, Gülbeşeker."
*
Gözlerimi açtığım vakit kendimi Munise'nin kollarında buldum. Küçüğüm: "Abacığım" diye ağlayarak yüzünü yüzüme sürüyor, ıslak saçlarımı, kolonyadan yanan gözlerimi öpüyordu. Üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Odanın yarım aydınlığında birçok gözün bana baktığını hissediyordum, ilk hareketim, kollarımla açık boynumu saklamak oldu.
Tanımadığım bir ses:
- Dışarı çıkın, rica ederim, dışarı çıkın.diye bağırıyordu. Hafifçe çırpınmak, yerimden kalkmak istedim. Bir el beni omzumdan tuttu:
- Korkma kızım, hiçbir şey yok, korkma, dedi.
Kirpiklerimin arasından bu sözü söyleyenin yüzüne baktım, her zaman ceketinin önü açık duran şişman kolağasıydı. O da bana baktı, sonra yanındakilere dönerek:
- Biçare, sahiden çocukmuş, dedi.
Nazmiye, yere diz çökmüş, bileklerimi ovuşturuyor: "Feri-1 deciğim, biraz açıldın mı? Aklımızı başımızdan aldın!" diyordu.
Yüzünü görmemek için başımı öte tarafa çevirdim, gözle-1 rimi kapadım.
Sonradan öğrendiğime göre, bu baygınlık bir çeyrekten l fazla devam etmiş, Kolonyalar, yün yakıp koklatmalar, hiçbir şey tesir etmiyormuş. O kadar ki, artık ümit kesmeye başlamışlar, şehirden doktor getirmek için bir bağ arabası hazırlatmışlar.
Kendime geldikten sonra, o araba ile beni şehre götürme-1 lerini istedim. Razı olmazlarsa gece vakti tek başıma yola düş-1 mekten çekinmeyeceğimi söyledim. Çaresiz, razı oldular. Şiş-| man kolağası paltosunu giyerek arabacının yanına atladı.
Yola çıktığım vakit Burhanettin Bey, çekine çekine bana| yaklaştı, yüzüme bakmaya cesaret edemeyek:
- Feride Hanım, dedi, siz bizi çok yanlış anladınız, emini olunuz ki, kimsenin size karşı fena bir niyeti yoktu. Sadece ik-l ram etmek, bir bağ eğlencesi göstermek istemiştik. Istanbul'dal terbiye görmüş, sonra mesela birkaç gün evvel arkadaşlarımız-! dan biriyle konuşmakta bir beis görmemiş bir küçükhanımınj bu kadar vahşi tabiatlı olacağını nasıl tahmin ederdik? Tekrar| temin ederim ki, size karşı bir fena niyet yoktu. Mamafih, üzüldüğünüz için sizden af rica ederim.
Araba, ince dağ yollarının karanlıklarına dalmıştı. Bir köşede üşür gibi titreyerek büzülüyor, gözlerimi kapıyordum. Yavaş yavaş başımda bir başka gecenin hayali uyanıyordu. Kozyatağf ndaki köşkten kaçtığım, ne yaptığımı düşünmeden bir başıma, karanlık yollara düştüğüm gece...
Baygın kokulu iğde dallan, ara sıra arabanın penceresinden giriyor, yüzüme, gözlerime dokunarak beni rüyamdan uyandırıyordu.
Başını arabanın öbür penceresine dayayan Munise'nin derin derin içini çektiğini işittim. Yavaşça:
- Munise, sen uyumadın mı? diye sordum.
Cevap vermedi, başını daha ziyade eğdi. O zaman dikkat ettim; küçüğüm ağlıyor, hem de bir büyük insan gibi gözyaşlarını karanlıkta gizlemeye çalışarak:
Ellerini tuttum:
- Ne var, kızım? dedim.
Benden daha çok yaşamış, daha çok anlaşmış büyük bir insan ıstırabıyla başımı kollarının içine aldı, kulağıma eğilerek:
- Abacığım, ben bu gece ne kadar ağladım. Ne kadar korktum. Seni niçin oraya çağırdıklarını anladım, abacığım. Bir daha öyle yerlere gitmeyelim E mi? Ya sen? Allah esirgesin, annem gibi... Ben ne olurum sonra abacığım!
Ah, ne zillet ne sefalet, Yarabbi! Düşmüş bir kadın gibi bu çocuktan utanıyor, yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum.
Başımı, onun küçük dizlerine koydum, eve gidinceye kadar annesinin kucağında ağlayan bir çocuk gibi için için ağladım.
Müdire Hanım'ın evine gittiğim vakit güneş yeni doğmuştu. İhtiyar kadın, sabahın bu saatinde ağlamaktan şişmiş gözlerim, sararmış yüzümle beni görünce şaşırdı:
- Hayırdır inşallah. Feride Hanım. Ne oldu, kızım? Seni hiç böyle görmedim. Hasta mısın? dedi.
Bu hanımın sakin ciddiyeti, çatkın çehresi beni daima biraz korkutmuş, kalbimi açmaya mani olmuştur. Fakat bu saatte, bu yabancı memlekette ondan başka derdimi anlatacak kimsem yoktu. Sonra vazifem, mesleğim beni buna mecbur ediyordu.
Utuna utana, titreye titreye dün geceki vakayı anlattım. Hiç bir noktasını gizlemedim. İhtiyar kadın, biı şey söylemeden dinliyor, kaşlarını çatıyordu. Hikâyenin sonunda boynumu büktüm, yaşlı gözlerimle gözlerinden bir teselli cevabı dileyerek:
- Müdire Hanım, dedim, sız benden yaşlısınız. Benden çok fazla şeyler biliyorsunuz. Allah için bana doğrusunu söyleyin. Şimdi ben, artık fena bir kadın mı sayılırım?
Bu sual, müdirede, umulmaz bir heyecan ve teessür uyandırmıştı. Çenemden tutarak başımı kaldırdı, ta yakından gözlerimin içine baktı, hem de her vakıtki gibi bir müdire gözüyle, bir yabancı gözüyle değil, seven ve anlayan bir anne gözüyle.
Sonra çenemi okşayarak, dizlerine koyduğum ellerimi elleriyle severek, müterreddit, titrek kelimelerle şunları söyledi:
- Feride, ben, senin bu kadar masum, temiz bir kız olduğunu bugüne kadar anlamamıştım. Seni, daha kendime yakın bulundurmak, daha iyi himaye etmek mümkündür. Yazık. Ah, O Nazmiye! Kızım, ben birçok şeyler biliyorum. Her şeyi anlıyorum. Fakat dünya öyle bir dünya ki, bildiklerinin birçoğunu saklamak lâzım. Nazmiye, fena bir mahluktur. Mektebi onun şerrinden kurtarmak için müracaatlarda bulundum, çok uğraştım. Fakat beyhude. Onu yerinden oynatmak mümkün değil Çünkü mutasarrıfından, alay beyinden, tabur imamlarına kadar hesapsız hamileri var. Nazmiye buradan giderse kibar hanımlara kim dalkavukluk edeeek? Büyük memurların gizli gizli yaptıkları gece eğlenclerinde kim ut çalacak, hatta oynayacak?
O Burhanettin Bey gibi azılı mirasyediler, senin gibi masum, saf, taze, güzel çocukları nasıl ele geçirecek? Feride, sana tertipledikleri planı ben tamamıyla anlıyorum. Bu Burhanettin Bey, babasından kalan serveti birçok biçare kadınları iğfal etmek, birçok aile çocuklarını yakmak için israf etmiş bir ihtiyar çapkındır. Bütün Ç.'nin, güzelliğinden bahsettiği bir genç kızı ele geçirmek, onun için bir izzetinefis meselesi oldu.
Genç zabitlerin sokaklarda kılıç şakırdatarak yolunu beklediği, peçesi altında yüzünü görmeyi bir muvaffakiyet saydığı bir genç kızı koluna takarak bir işret ve safahat âlemine götürmek, birçok hasut çapkınları: "Yaşasın Burhanettin Bey" diye bağırtmak için bir şerefti.
Bahusus, senin ihsan Bey'le konuştuğunu da duymuştu, işte kızım, Nazmiye'ye müracaat ettiler, kim bilir, ne vaat ederek sana bu oyunu oynadılar? Bu kadarla kurtulduğuna yine şükret, kızım! Mamafih, sana şunu da söylemeye mecburum ki, artık burada kalamazsın. Vakanın bir iki güne kadar bütün şehirde duyulacağı muhakkak. İlk varupla buradan gitmelisin? Gidecek yerin, akraban, bildiğin var mı, Feride?
- Müdire Hanım, kimsem yok.
- O halde izmir'e git. Orada benim iki bildiğin var. Biri bir muallim arkadaşım. Bir tanesi de Maarif Başkâtibi Sana bir mektup vereyim, bir ders bulmak için elinden gelen yardımı esirgemez ümidindeyim.
Bu şefkat, beni şaşırtmıştı. Yağmurda, karda ölmekten kurtarılmış bir kedi yavrusu gibi sokuldukça sokuluyor, saçlarımı okşayan ellerine korka korka yanağımı sürüyor, sonra, bu eli çevirerek, avuçlarının içinden öpüyordum.
İhtiyar kadın, hafif bir göğüs geçirerek devam etti.
- Sen bu halle artık evine gidemezsin Feride. Hem artık bu, caiz olmaz. Haydi kızım, yukarıda seni yatıracağım, bir parça uyu. Ben eşyan ile baraber Munise'yi buraya getiririm. Gidinceye kadar burada kalırsın.
Müdirenin yukarıdaki odasında akşama kadar uyanıp uyanıp tekrar uyudum. Ben gözlerimi açtıkça ihtiyar kadın, yanıma geliyor, elini alnıma koyuyor, artık Ç.'nin kızları gibi iki kalın örgü ile ördüğüm saçlarımı okşuyor:
- Hasta mısın, Feride? Bir yerin ağrıyor mu, kızım? diye soruyordu.
Bir şeyim yoktu, hasta değildim. Fakat halsiz halsiz yastığın üstüne başımı bırakıyor; küçük bir çocuk gibi nazlanıyordum. Bana öyle geliyor ki, kendimi daha fazla okşatıp sevdirir-sem, bu yeni bulduğum ana sevgisi gönlümün içine daha fazla sinecek, ileride geçireceğim yalnızlık ve hastalık günlerinde -hediye mendillerinde kalmış kokular gibi- bana bir teselli olacak.
Prençıbeza Maryu vapuru, 2 Temmuz
Rüzgâra karşı mantoma burundum, ay batıncaya kadar yukarıda oturdum. Güverte boştu. Yalnız, akşamdan beri hiç vaziyetini değiştirmeyen uzun boylu bir yolcu, kollarını demir parmaklığa dayıyor, rüzgâra karşı ıslıkla mahzun havalar çalıyordu. Ben, denizi, derin derin yaşayan, daima gülen, söyleyen, dinleyen, darılan bir şey gibi tanır ve severdim. Halbuki bu gece sular bana çaresi, tesellisi olmayan büyük bir yalnızlık gibi göründü.
Gecenin rutubeti iliklerime işlemiş gibi titreyerek aşağı indim. Munise kamaranın ranzasında uyuyor. Bu büyük yalnızlığın kalbi vurur gibi ta derinlerden gelen sarsıntılarını dinleyerek defterime yazmaya başladım.
*
Bugün müdirem, beni iskeleye kadar getirdi. Bildiklerimden kimseye veda etmedim. Yalnız teyzeme benzeyen büyük-hanıma uğradım, gözlerimi kapayarak son bir defa "Feride" diye adımı söylemesini dinledim.
B.'de Mazlum'u bırakmıştım. Burada da kuşlarımdan ayrılmak lâzım geldi. Onları müdireye emanet ettim, yemlerini, sularını unutmayacağına söz verdirdim.
Müdire dedi ki:
-Feride, mademki onları bu kadar seviyorsun, kendi elinle azat et, daha sevap olur.
Mahzun mahzun gülümsedim:
- Hayır, Müdire Hanım, dedim, ben de sizin gibi zannederdim. Fakat, artık fikrimi değiştirdim. Kuşlar, ne istediğini bilmeyen zavallı, akılsız mahluklar. Kafesten kaçıncaya kadar türlü türlü üzüntüler içinde çırpınıyorlar. Fakat, sanır mısınız ki, dışarıda daha fazla bahtiyar olacaklar? Hayır, buna imkân yok. Ben, öyle sanıyorum ki, bu biçareler her şeye rağmen kafeslerine alışıyorlar, açık havaya kavuştukları zaman bir dal üstünde, başlarını kanatları içine gizleyerek geçirdikleri gecelerde sabaha kadar bu kafesi düşünüyorlar, küçük gözlerini pencerelerin aydınlığına dikerek hasret çekiyorlar. Kuşları zorla kafeslerde alıkoymah Müdire Hanım, zorla, zorla.
ihtiyar kadın.çenemi okşadı:
- Feride, sen anlaşılmaz bir çocuksun. Bu kadar ehemmiyetsiz bir şey için ağlanır mı? dedi.
*
Vapurda, benimle beraber Ç.'den binmiş birkaç yolcu vardı. Bunlardan iki zabit arasında şöyle bir konuşmaya kulak misafiri oldum:
Genç, yaşlısına dedi ki:
- insan Bey dört gün evvel hareket edecekti. Birkaç gün bekle de Beyrut'a kadar beraber gidelim, dedim. Bilmeden zavallıyı felakete sürüklemiş oldum. Öyle ya dört gün evvel gitseydi, bu hal başına gelmeyecekti.
Yaşlısı:
- Hakikaten esef edilecek bir vaka. Bu ihsan, öyle pek titiz bir adam değildi ama, bilmem nasıl oldu? Sen vakanın tafsilatını biliyor musun?
- Ben gözümle gördüm. Dün Belediye gazinosunda idik. Burhanettin bilardo oynuyordu. Bu esnada ihsan kapıdan girdi, binbaşıyı bir köşeye çekerek bir şeyler söylemeye başladı. Evvela sakin, nazik nazik konuşuyorlardı. Bilmem aralarında ne geçti? Birdenbire Ihsan'ın bir adım gerilediğini, Burhan Bey'e müthiş bir tokat indirdiği gördüm. Binbaşı, rovelverine davranmak istedi. Fakat, ihsan daha evvel kendi silahını çekmişti. Birkaç kişi hemen üstlerine atılmasaydı, muhakkak kan dökülecekti. Divanıharp yarın İhsan'ın muhakemesine başlıyor.
- Bizlerden birimiz bu işi yapsaydık, halimiz yamandı. Fakat ihsan zannederim, Paşa'nın bir şeyi oluyor.
- Karısının yeğeni ve sütoğlu.
- Kendi söyleyişlerine göre politika kavgası. Şu ordudan politikayı çıkaramadılar gitti.
- Vallahi bana kalırsa, bu, yine bir kadın meselesi olacak. Burhan'ı bilmez miyiz?
Zabitler, konuşa konuşa yanımdan uzaklaşmışlardı. Biraz evvel ihtiyar bir sandalcının kamarama getirip bıraktığı gül demetinin kimden geldiğini şimdi anlıyordum.
ihsan Bey, hayatta belki bir daha size tesadüf edemeyeceğim, yahut edersem de sizi tanımamış gibi görünmek lâzım gelecek. Fakat benim için divanıharp karşısına çıkmaya hazırlandığınız bir günde yine beni andığınızı unutmayacağım. Kimden olduğunu bile söylememek inceliğini gösterdiğiniz bu güllerin bir küçük yaprağını defterimde, hatıranızı da, en temiz bir şey gibi kalbimde saklayacağım.
Dışarıda, o kimsesiz yolcu, hâlâ çaldığı mahzun havalara devam ediyor. Kamaramın açık penceresinden başımı uzattım. Denizde, suların içinde kaynıyor gibi görünen berrak bir seher başlıyor.
Çalıkuşu, haydi yat artık, gece ve yorgunluk zavallı gözlerini ağrıtıyor. Seherden sana ne? Seher, ta uzaklarda uykuya ve daha başka şeylere kanmış "sarı çiçek"lerin mesut gözlerini açacakları vakittir.