17 DAHA YAŞLI, DAHA YIPRANMIŞ

“…Verimli olmadı Majesteleri,” dedi bir ses, Mat’in uykusunu bölerek.

Bir şey Mat’in yüzüne batıyordu. Bu kadar kötü bir şiltede uyuduğunu hatırlamıyordu. Hancıyı parasını geri alana kadar dövecekti.

“Suikastçıyı takip etmek çok zor,” diye devam etti sinir bozucu ses. “Yanından geçtiği insanlar onu hatırlamıyor. Kuzgun Prensi bu yaratığın nasıl izlenebileceği hakkında bilgi sahibiyse, dinlemeyi çok isterim.”

Hancı neden bu insanları Mat’in odasına almıştı ki? Yavaşça ayıldı ve içinde Tuon olan ve hiçbir derdin olmadığı düşü geride bıraktı. Gözünü açtı ve bulutlu gökyüzüne baktı. Han tavanı değil.

Kanlı küller, diye düşündü Mat homurdanarak. Bahçede uykuya dalmışlardı. Doğrulup oturdu ve boynundaki eşarp dışında çırılçıplak olduğunu fark etti. Onun ve Tuon’un giysileri altlarına serilmişti. Mat yanağını yabanotlarına dayamıştı.

Tuon, çırılçıplak olmasına aldırmadan yanında oturmuş, Ölümnöbetçilerinden biriyle konuşuyordu. Musenge tek dizi üzerinde çökmüş, başını eğmiş, yere bakıyordu. Ama yine de!

“Işık!” dedi Mat, giysilerine uzanarak. Tuon gömleğinin üzerinde oturuyordu ve Mat gömleği çekip almaya çalışınca ters ters ona baktı.

“En Şerefli,” dedi Ölümnöbetçisi Mat’e, başını kaldırmadan. “Uyanışınız üzerine selamlar.”

“Tuon, neden orada öylece oturuyorsun?” diye sordu Mat, sonunda gömleğini o cazip poponun altından çekmeyi başararak.

“Eşim olarak,” dedi Tuon sertçe, “bana Fortuona ya da Majesteleri diyebilirsin. Seni beğenmeye başladığım için, bana çocuk vermeden idam ettirmekten nefret ederdim. Bu askere gelince, o bir Ölümnöbetçisi. Her an beni izlemek zorundalar. Banyo yaparken sık sık yanımda bulunmuşlardır. Bu onların görevi ve yüzünü çevirdi.”

Mat telaşla giyinmeye başladı.

Tuon da giyinmeye başladı, ama Mat’i memnun edecek kadar hızlı değil. Mat Ölümnöbetçisinin karısına bakmasına aldırmıyordu. Uyudukları yer küçük mavi köknar ağaçlarıyla çevriliydi – burada görmek için sıradışı bir tür; belki de egzotik oldukları için yetiştiriliyorlardı. İğneler kahverengileşmeye başlamış olsa da, onlara bir parça mahremiyet sağlıyordu. Köknarların ötesinde bir başka ağaç halkası vardı – şeftali diye düşünüyordu Mat, ama yapraklar olmadan bilmek zordu.

Bahçenin ötesinde şehrin uyanmaya başladığını zar zor duyabiliyordu ve havada hafif bir köknar yaprağı kokusu vardı. Hava, dışarıda rahat rahat uyunabilecek kadar ılıktı, ama yine de giyinince kendini daha iyi hissedecekti.

Tuon giyinmeyi bitirirken bir Ölümnöbetçisi yaklaştı. Kurumuş köknar yapraklarını çıtırdatarak önünde yerlere kadar eğildi. “İmparatoriçe, bir başka suikastçı yakalamış olabiliriz. Dün geceki yaratık değil, çünkü yarası yok, ama gizlice saraya girmeye çalışıyordu. Biz sorgulamaya başlamadan önce görmek isteyebilirsiniz diye düşündük.”

“Buraya getirin,” dedi Tuon, cüppesini düzelterek. “Ve General Karede’e haber yollayın, gelsin.”

Subay çekildi ve açıklığa giden patikanın kenarında bekleyen Selucia’nın yanından geçti. Selucia yaklaşıp Tuon’un yanında durdu. Mat şapkasını başına geçirdi ve Tuon’un diğer yanına geçerek, ashandareiyi bıçağı yukarıda kalacak şekilde ölü otlara dayadı.

Mat saraya gizlice girerken yakalanan bu zavallı aptal için üzülüyordu. Belki adam suikastçıydı, ama yalnızca bir dilenci ya da heyecan arayan bir aptal da olabilirdi. Ya da belki. ..

…Yenidendoğan Ejder olabilirdi.

Mat inledi. Evet, patikada getirdikleri adam Rand’dı. Rand, Mat’in onu şahsen gördüğü son sefere göre daha yaşlı, daha yıpranmış görünüyordu. Elbette adamı o lanet görülerde görmüştü. Mat o renklerden kaçınmak için Rand hakkında düşünmemek konusunda kendini eğitmişti, ama yine de zaman zaman dalıyordu.

Ama Rand’ı şahsen görmek farklıydı. Kaç zaman… Işık, ne kadar olmuştu? Onu kendi gözlerimle son gördüğümde, beni Elayne’i bulmak için Salidar’a gönderiyordu. Bir sonsuzluk geçmiş gibiydi. Bu Mat Ebou Dar’a gelmeden önceydi, gholamı ilk görüşünden önce. Tylin’den, Tuon’dan önce.

Rand, kolları arkasında bağlanmış, Tuon’un huzuruna getirilirken Mat kaşlarını çattı. Tuon parmaklarını oynatarak Selucia’yla konuştu. Rand hiç endişeli görünmüyordu. Yüzü sakindi. Üzerinde güzel, kırmızı-beyaz bir ceket, altında beyaz bir gömlek ve siyah pantolon vardı. Altın yok, mücevher yok, silah hiç yok.

“Tuon,” diye başladı Mat. “Bu…”

Tuon, Selucia’dan döndü ve Rand’ı gördü. “Damane!” dedi Tuon, Mat’in sözünü keserek. “Damanelerimi getirin! Koş, Musicar! KOŞ!”

Ölümnöbetçileri sendeleyerek harekete geçtiler ve sonra damane getirilmesi ve Bayrak-Generali Karede’e haber verilmesi için bağırarak koştular.

Rand, bağlı olmasına rağmen, kayıtsızca adamların koşmasını izledi. Gerçekten de, diye düşündü Mat aylak aylak, bir krala benziyor. Rand büyük olasılıkla deliydi tabii. Bu da Tuon’un karşısına neden bu şekilde çıktığını açıklıyordu.

Ya bu, ya da Rand onu öldürmeyi planlıyordu. Yönlendirebilen bir adam için bağlanmanın bir anlamı yoktu. Kan ve küller, diye düşündü Mat. Nasıl bu duruma düştüm? Rand’dan kaçınmak için elinden geleni yapmıştı!

Rand, Tuon’la göz göze geldi. Mat derin bir nefes aldı ve sonra Tuon’un önüne atladı. “Rand. Rand, buraya bak. Sakin olalım.”

“Selam Mat,” dedi Rand, hoş bir sesle. Işık, gerçekten deliydi! “Beni ona getirdiğin için teşekkür ederim.”

“Seni getirmek…”

“Bu da nedir?” diye sordu Tuon.

Mat ona döndü. “Ben… Aslında yalnızca…”

Tuon’un bakışları çelikte delikler açabilirdi. “Bunu sen yaptın,” dedi Mat’e. “Geldin, beni cezbederek sevgi gösterisine zorladın, sonra onu getirdin. Bu doğru mu?”

“Onu suçlama,” dedi Rand. “Bizim yeniden buluşmamız gerekiyordu. Doğru olduğunu biliyorsun.”

Mat ellerini kaldırarak aralarından çıktı. “Buraya bakın! İkiniz de durun. Beni duydunuz mu?”

Bir şey Mat’i yakaladı ve havaya kaldırdı. “Kes şunu Rand!” dedi.

“Ben değilim,” dedi Rand, yoğunlaşarak. “Ah. Bana kalkan koydular.”

Mat havada asılı dururken göğsünü yokladı. Madalyon. Madalyon neredeydi?

Mat, Tuon’a baktı. Tuon bir anlığına utanmış göründü ve cüppesinin cebine uzandı. Gümüş bir nesne çıkardı. Belki de madalyonu Rand’a karşı koruma için kullanmayı düşünmüştü.

Harika, diye düşündü Mat inleyerek. O uyurken almıştı ve Mat bunu fark etmemişti. Gerçekten harika.

Hava örgüleri Mat’i Rand’ın yanına bıraktı. Karede bir sul’dam ve bir damanele dönmüştü. Hızlı koştukları için üçü de kıpkırmızı kesilmişti. Yönlendiren damaneydi.

Tuon, Rand ve Mat’e baktı, sonra keskin jestler kullanarak Selucia’yla el işareti dilinde konuşmaya başladı.

“Çok sağ ol,” diye mırıldandı Mat, Rand’a. “Çok iyi bir arkadaşsın.” “Seni görmek de güzel,” dedi Rand, dudaklarında bir gülümseme oynaşarak.

“İşte yine başladık,” dedi Mat içini çekerek. “Yine başımı belaya soktun. Hep yapıyorsun bunu.”

“Öyle mi?”

“Evet. Rhuidean’da ve Kıraç’ta, Tear Taşı’nda… İki Nehir’de. Egwene’le birlikte Merrilor’daki küçük partine gelmektense güneye gelmemin amacının senden kaçmak olduğunu fark etmedin mi?”

“Benden uzak durabileceğini mi düşünüyorsun?” diye sordu Rand gülümseyerek. “Sahiden de onun seni rahat bırakacağını mı sanıyorsun?” “Deneyebilirim ama, değil mi? Alınma Rand, ama sen deliriyorsun. Çevrende öldürebileceğin bir dostunun eksik olmasını istedim. Bilirsin, seni zahmetten kurtarmak için. Eline ne yaptın bu arada?”

“Sen gözüne ne yaptın?”

“Bir tirbuşon ve on üç öfkeli hancıyla ilgili bir şey. Elin?”

“Terkedilmişlerden birini yakalarken kaybettim.”

“Yakalamak mı?” dedi Mat. “Yumuşamışsın.”

Rand hıhladı. “Senin daha başarılı olduğunu söyle.”

“Ben bir gholam öldürdüm,” dedi Mat.

“Ben Illian’ı Sammael’den kurtardım.”

“Ben Seanchan İmparatoriçesi’yle evlendim.”

“Mat,” dedi Rand, “gerçekten de Yenidendoğan Ejder’le övünme yarışına mı gireceksin?” Bir an duraksadı. “Üstelik, ben Saidini temizledim. Ben kazandım.”

“Ah, bunun pek değeri yok,” dedi Mat.

“Değeri yok mu? Kırılış’tan bu yana olan en önemli olay.”

“Hah. Sen ve Asha’manların çoktan delirdi,” dedi Mat, “bu yüzden ne önemi var ki?” Başını çevirdi. “İyi görünüyorsun bu arada. Son zamanlarda kendine bakmaya başlamışsın.”

“Demek ki senin umurunda,” dedi Rand.

“Elbette umurumda,” diye homurdandı Mat, başını Tuon’a çevirerek. “Demek istediğim, kendini hayatta tutman lazım, değil mi? Gidip Karanlık Varlık’la küçük düellonu yapman ve hepimizi güvenliğe kavuşturman için? Hâlâ bunu dört gözle beklediğini bilmek güzel.”

“Bunu işitmek güzel,” dedi Rand gülümseyerek. “Şık ceketim hakkında ukalalık etmeyecek misin?”

“Ne? Ukalalık mı? Sırf birkaç sene önce sana takıldım diye hâlâ bozuk musun?”

“Takılmak mı?” dedi Rand. “Haftalarca benimle konuşmadın.”

“Bak şimdi,” dedi Mat. “O kadar da kötü değildi. O kısmı çok iyi hatırlıyorum.”

Rand kafası karışmış gibi başını iki yana salladı. Adam tam bir nankördü. Mat, Rand’ın istediği gibi Elayne’i getirmeye gitmişti ve aldığı teşekkür buydu işte. Mat ondan sonra başka yollara sapmıştı elbette. Ama yine de işini yapmıştı, değil mi?

“Tamam,” dedi Mat usulca, onu tutan Hava bağlarını çekiştirerek. “Bizi bu durumdan kurtaracağım. Onunla evliyim. Konuşma işini bana bırak ve…”

“Artur Şahinkanadı’nın Kızı,” dedi Rand Tuon’a. “Zaman her şeyin sonuna doğru gidiyor. Son Savaş başladı ve iplikler dokunuyor. Yakında son sınavım başlayacak.”

Tuon öne çıktı ve Selucia parmaklarını oynatarak son sözlerini söyledi. “Seanchan’a götürüleceksin Yenidendoğan Ejder,” dedi Tuon. Sesi sakin ve kararlıydı.

Mat gülümsedi. Işık, gerçekten iyi bir İmparatoriçe olmuştu. Ama madalyonu yürütmesine gerek yoktu, diye düşündü. Bu konuda ona iki çift laf edecekti. Bundan canlı kurtulursa. Onu gerçekten idam ettirmezdi, değil mi?

Onu tutan görünmez bağlarla mücadele etti yine.

“Öyle mi?” diye sordu Rand.

“Bana teslim oldun,” dedi Tuon. “Bu bir alamet.” Neredeyse üzgün görünüyordu. “Yürüyüp gitmene izin vereceğimi gerçekten düşünmedin, değil mi? Bana direnen bir hükümdar olarak zincirler içinde götürmek zorundayım seni – burada bulduğum diğerlerine yaptığım gibi. Atalarının unutkanlığının bedelini sen ödeyeceksin. Yeminlerinizi hatırlıyor olmalıydınız.”

“Anlıyorum,” dedi Rand.

Biliyor musun, diye düşündü Mat, Rand da tam bir kral gibi konuşuyor. Işık, Mat ne biçim insanların içine düşmüştü? Güzel bar kızlarına ve alem yapan askerlere ne olmuştu?

“Bana bir şey söyle İmparatoriçe,” dedi Rand. “Bu kıyılara dönseydiniz ve buralara hâlâ Artur Şahinkanadı’nın ordularının hükmettiğini görseydiniz ne yapardınız? Yeminlerimizi unutmamış ve onlara sadık kalmış olsaydık? O zaman ne olurdu?”

“Kardeşlerimiz olarak size kucak açardık,” dedi Tuon.

“Öyle mi?” dedi Rand. “Buradaki tahtın önünde eğilir miydiniz? Şahinkanadı’nın tahtının? Onun imparatorluğu hâlâ ayakta olsaydı, tahtta varisi olurdu. Onları alt etmeye çalışır mıydınız? Yoksa onların size hükmetmesine izin mi verirdiniz?”

“Durum böyle değil,” dedi Tuon. Fakat Rand’ın sözlerini ilginç bulmuş gibiydi.

“Hayır, değil,” dedi Rand.

“Senin savına göre, bana boyun eğmelisin.” Tuon gülümsedi.

“Öyle bir savda bulunmadım,” dedi Rand, “ama öyle diyelim. Bu topraklar üzerinde nasıl bir hak iddian var?”

“Artur Şahinkanadı’nın tek yasal varisi olmam dolayısıyla.”

“Peki bu neden önemli olsun?”

“Bu onun imparatorluğu. Onu birleştiren tek hükümdar, ona şan ve ihtişamla hükmeden tek önder.”

“O konuda yanılıyorsun,” dedi Rand, sesi yumuşayarak. “Beni Yenidendoğan Ejder olarak kabul ediyor musun?”

“Öyle olmalısın,” dedi Tuon yavaşça, bir tuzak kurulması ihtimaline karşı ihtiyatla.

“O zaman kim olduğumu kabul ediyorsun,” dedi Rand, yüksek ve tiz bir sesle. Bir savaş borusu gibi. “Ben Lews Therin’im, Ejder’im. Efsaneler Çağı’nda bu toprakları ben birleştirdim, buralara ben hükmettim. Işık’ın tüm ordularının önderi bendim, Tamyrlin Yüzüğü‘nü ben taktım. Hizmetkarlar içinde birinci bendim, Aes Sedailerin en yükseği. Dokuz Hüküm Çubugu’nu ben çağırabiliyordum.”

Rand öne çıktı. “Şafak Kapısı’ndaki on yedi generalin sadakatine ve uyrukluğuna ben sahiptim. Fortuona Athaem Devi Paendrag, benim yetkim seninkinden daha yüksek!”

“Artur Şahinkanadı…”

“Benim yetkim Şahinkanadı’nınkinden yüksek! Eğer fethedenin adıyla hükmetme iddiasındaysan, o zaman önceki savım önünde eğilmelisin. Ben Şahinkanadı’ndan önce fethettim ve bunun için kılıca ihtiyacım yoktu. Sen benim topraklarımdasın İmparatoriçe, ve benim iznimle!”

Uzakta gök gürledi. Mat titrediğini fark etti. Işık, bu yalnızca Rand’dı. Yalnızca Rand… yoksa değil miydi?

Tuon, iri iri açılmış gözlerle, dudakları aralanmış halde geriledi. Yüzü, biraz önce annesiyle babasının idamını görmüş gibi dehşet doluydu.

Rand’ın ayaklarının çevresinde yeşil çimenler yayıldı. Rand’dan bir yaşam dalgası yayılırken yakındaki korumalar yerlerinde sıçrayarak ellerini kılıçlarına götürdüler. Sarı ve kahverengi yapraklar üstlerine boya dökülmüş gibi renklendiler, sonra uzun bir uykunun ardından gerinirmiş gibi dikildiler.

Bahçedeki açıklık yeşillikle doldu. “Koyduğumuz kalkan hâlâ duruyor!” diye bağırdı sul’dam. “En Şerefli, kalkan duruyor!”

Mat ürperdi ve sonra bir şey fark etti. Çok yumuşak, gözden kaçırması kolay.

“Sen şarkı mı söylüyorsun?” diye fısıldadı Rand’a.

Evet… yanlış anlaşılması imkansızdı. Rand hakikaten kendi kendine, çok alçak sesle şarkı söylüyordu. Mat ayağını yere vurdu. “Bu ezgiyi bir sefer bir yerde duyduğumdan eminim… ‘Su Kıyısında iki Kız’ mıydı?”

“Hiç yardımcı olmuyorsun,” diye fısıldadı Rand. “Sessiz ol.”

Rand şarkısına devam etti. Yeşillik ağaçlara yayıldı, köknarların dalları güçlendi. Diğer ağaçlarda yapraklar bitmeye başladı –gerçekten de şeftali ağaçlarıydı– ve içlerine dolan yaşamla, hızla büyüdüler.

Korumalar dönerek, tüm ağaçları aynı anda izlemeye çalışarak çevrelerine baktılar. Selucia büzüldü. Tuon gözlerini Rand’dan ayırmadan dimdik durmaya devam etti. Yakında, korku içindeki sul’dam ile damane odaklanmakta güçlük çekiyor olmalıydılar, çünkü Mat’i tutan bağlar yok oldu.

“Hakkımı inkar mı ediyorsun?” diye sordu Rand. “Bu topraklardaki hakkımın seninkinden binlerce sene önce geldiğini inkar mı ediyorsun?”

“Ben…” Tuon derin bir nefes aldı ve meydan okumayla ona baktı. “Sen imparatorluğu kırdın ve terk ettin. Hakkını inkar edebilirim.”

Arkasında ağaçlarda adeta bir çiçek patlaması oldu ve tüm ağaçlar pembe-beyaz çiçeklerle kaplandı. Her yer rengarenk oldu. Taç yaprakları büyümelerinin gücüyle ağaçlardan koparak rüzgara kapıldı, döne döne yere yağdı.

“Seni bir anda yok edebilirdim, ama yaşamana izin verdim,” dedi Rand, Tuon’a. “Çünkü hükmün altındakilerin hayatlarını iyileştirdin, ama bazılarına nasıl davrandığına bakılırsa sen de kusursuz değilsin. Hükümdarlığın kâğıt kadar zayıf. Bu toprakları sırf çeliğin ve damanelerin gücüyle bir arada tutuyorsun, ama kendi ülken alevler içinde.

“Buraya seni yok etmek için gelmedim. Sana barış önermek için geldim İmparatoriçe. Ordusuz geldim, yanımda herhangi bir güç getirmeden geldim. Geldim, çünkü benim sana ihtiyacım olduğu kadar senin de bana ihtiyacın olduğuna inanıyorum.” Rand öne çıktı ve olağanüstü bir şekilde tek dizi üzerine çöktü, başını eğdi ve elini uzattı. “Sana ittifak için elimi uzatıyorum. Son Savaş geldi. Bana katıl ve savaş.”

Açıklık sessizleşti. Rüzgar dindi, gök gürültüsü sustu. Şeftali çiçekleri yeşermiş çimenlerin üzerine düştü. Rand elini uzatarak, olduğu yerde kaldı. Tuon o ele, bir engerekmiş gibi baktı.

Mat öne fırladı. “İyi numara,” dedi Rand’a alçak sesle. “Çok iyi numara.” Tuon’a yaklaştı, onu omuzlarından tuttu ve yana çevirdi. Yakında, Selucia sersemlemiş görünüyordu. Karede daha iyi durumda değildi. Onlardan bir yardım gelmeyecekti.

“Hey, bak,” dedi Mat Tuon’a alçak sesle. “O iyi bir adamdır. Bazen kabalaşabiliyor, ama sözüne güvenebilirsin. Sana anlaşma öneriyorsa, sözünü tutacaktır.”

“Bu çok etkileyici bir gösteri,” dedi Tuon usulca. Hafifçe titriyordu. “Ne o?

“Biliyorsam kavrulayım,” dedi Mat. “Dinle Tuon. Ben Rand’la büyüdüm. Ona kefil olurum.”

“O adamda bir karanlık var Matrim. Onunla son karşılaştığımızda gördüm.”

“Bana bak Tuon. Bana bak.”

Tuon başını kaldırdı ve Mat’le göz göze geldi.

“Rand al’Thor’a dünyayı emanet edebilirsin,” dedi Mat. “Ona güvenemiyorsan bana güven. O bizim tek seçeneğimiz. Onu Seanchan’a götürmeye zamanımız yok.

“Güçlerine bir göz atacak kadar uzun süre kaldım şehirde. Son Savaş’ta savaşacaksan ve kendi ülkeni yeniden ele geçireceksen, burada, Altara’da istikrarlı bir üsse ihtiyacın olacak. Rand’ın önerisini kabul et. Bu topraklar üzerinde hak iddia etti. Eh, bırak sınırlarını bu haliyle tespit etsin ve bunu diğerlerine ilan etsin. Dinleyebilirler. Senin üzerindeki baskı biraz azalmış olur. Aynı anda hem Trolloclarla, hem bu diyarın uluslarıyla hem de Seanchan’daki asilerle savaşmak istemiyorsan tabii.”

Tuon gözlerini kırpıştırdı. “Güçlerimiz.”

“Ne?”

“Senin güçlerin dedin,” dedi Tuon. “Onlar bizim güçlerimiz. Sen de artık bizden birisin Matrim.”

“Eh, öyleyim herhalde. Dinle Tuon. Bunu yapmak zorundasın. Lütfen.”

Tuon döndü ve çevresinde halka olmuş gibi görünen şeftali çiçeklerinin arasında diz çökmekte olan Rand’a baktı. Rand’ın üzerine tek bir çiçek bile düşmemişti.

“Önerin nedir?” diye sordu Tuon.

“Barış,” dedi Rand, elini uzatmaya devam ederek ayağa kalkarken. “Yüz yıllık barış. Elimden gelirse daha uzun. Diğer hükümdarları bir anlaşma imzalamaya ve Gölge’nin ordularına karşı birlikte çalışmaya ikna ettim.”

“Sınırlarımın güvenceye alınmasını istiyorum,” dedi Tuon.

“Ahara ve Amadicia senin olacak.”

“Tarabon ve Almoth Ovası da,” dedi Tuon. “Şu anda benim elimdeler. Anlaşmanla oralardan çıkmam. Barış mı istiyorsun? Bana bunu ver.”

“Tarabon ve Almoth Ovası’nın yarısı,” dedi Rand. “Şu anda kontrolün altında olan yarısı.”

“Aryth Okyanusu’nun bu yanındaki, yönlendirebilen bütün kadınların damane olmasını istiyorum,” dedi Tuon.

“Şansını zorlama İmparatoriçe,” dedi Rand kuru kuru. “Ben… Seanchan’da istediğini yapmana izin veriyorum, ama bu topraklarda ele geçirdiğin tüm damaneleri serbest bırakmanı talep ediyorum.”

“O zaman anlaşma yok,” dedi Tuon.

Mat nefesini tuttu.

Rand duraksadı ve elini indirdi. “Dünyanın kaderi buna bağlı olabilir Fortuona. Lütfen.”

“Eğer bu kadar önemliyse,” dedi Tuon kararlılıkla, “talebimi kabul edebilirsin. Malımız bizimdir. Anlaşma mı istiyorsun? O zaman şu şartla alırsın anlaşmanı: Elimizde olan damaneleri alıkoyarız. Karşılığında serbestçe gitmene izin veririm.”

Rand yüzünü buruşturdu. “Deniz Halkı kadar kötüsün.”

“Daha kötü olduğumu umuyorum,” dedi Tuon duygusuz bir sesle. “Dünya senin sorumluluğun Ejder, benim değil. Ben imparatorluğumu gözetirim. Bu damanelere çok ihtiyacım olacak. Seçimini şimdi yap. Dediğin gibi, zamanın kısa.”

Rand’ın yüzü karardı; sonra elini uzattı. “Öyle olsun. Işık merhamet etsin, ama öyle olsun. Bu ağırlığı da taşırım. Elindeki damaneleri alıkoyabilirsin, ama Son Savaş’ı savaştığımız sürece müttefiklerimden damane almayacaksın. Kendi topraklarında olmayanlardan birini damane alman, anlaşmanın bozulması ve diğer uluslara saldırmak olarak görülecek.”

Tuon öne çıktı ve Rand’ın elini tuttu. Mat nefesini bıraktı.

“Belgeler yanımda. Gözden geçirip imzalayabilirsin,” dedi Rand.

“Selucia alır onları,” dedi Tuon. “Matrim, yanıma. İmparatorluğu savaşa hazırlamamız gerek.” Tuon kontrollü adımlarla patikada yürümeye başladı, ama Mat onun bir an önce Rand’dan uzaklaşmak istediğini tahmin ediyordu. Bu duyguyu anlayabiliyordu.

Tuon’un peşinden gitti, ama Rand’ın yanında durdu. “Sende de bir parça Karanlık Varlık şansı var gibi,” diye mırıldandı Rand’a. “Bunun işe yaradığına inanamıyorum.”

“Sahiden mi?” dedi Rand usulca. “Ben de inanamıyorum. Bana kefil olduğun için sağol.”

“Bir şey değil,” dedi Mat. “Bu arada, ben Moiraine’i kurtardım. Hangimizin kazandığına karar vermeye çalışırken bunu da düşün bakalım.”

Mat, Tuon’un peşinden gitti ve arkasında Yenidendoğan Ejder’in kahkahası yükseldi.

Загрузка...