ÖNSÖZ İNAYET VE DÜŞMÜŞ BAYRAKLAR ADINA

Bayrd madeni parayı başparmağıyla işaret parmağı arasında sıktı. Metalin ıslak bir ses çıkararak ezildiğini hissetmek sinir bozucuydu.

Başparmağını çekti. Sert bakırın üzerinde başparmağının izi çıkmıştı ve titrek meşale ışığını yansıtıyordu. Bütün geceyi mahzende geçirmiş gibi, içi ürperdi.

Midesi guruldadı. Yine.

Kuzey rüzgarı hızlanarak meşalelerin kesik kesik dans etmesine sebep oldu. Bayrd sırtını savaş kampının merkezindeki iri bir kayaya vermiş, oturuyordu. Aç adamlar ateşlerin çevresinde mırıldanarak ellerini ısıtıyorlardı; erzakları uzun zaman önce bozulmuştu. Yakındaki diğer adamlar, kuruması için çamaşır serer gibi, tüm metal eşyalarını –kılıçlar, zırh tokaları, zincir zırhlar– yere dizmeye başlamışlardı. Belki de güneş doğduğunda metalin normal haline döneceğini umuyorlardı.

Bayrd, biraz önce madeni para olan şeyi parmaklan arasında yuvarlayarak miskete çevirdi. Işık bizi korusun, diye düşündü. Işık… Misketi çimenlerin arasında bıraktı, sonra uzandı ve alet olarak kullandığı taşlan eline aldı.

“Burada ne olduğunu bilmek istiyorum Karam,” diye terslendi Lord Jarid. Jarid ve danışmanları yakında, haritalarla kaplı bir masanın önünde dikiliyorlardı. “Nasıl bu kadar yaklaşabildiklerini bilmek istiyorum. O kahrolası Karanlıkdostu Aes Sedai’nin kellesini istiyorum!” Jarid yumruğunu masaya indirdi. Eskiden gözlerinde böyle çılgın bir hararet yoktu. Yaşadığı bunca baskı –bozulan erzak, gece ortaya çıkan tuhaf şeyler– onu değiştiriyordu.

Jarid’in arkasında, kumanda çadırı bir yığın halinde yatıyordu. Jarid’in sürgün sırasında uzayan saçları serbestçe uçuşuyor, titrek meşale ışıklan yüzüne yansıyordu. Emekleyerek çadırdan çıkarken ceketine kuru otlar yapışmıştı.

Şaşkın hizmetkarlar, kamptaki tüm metaller gibi yumuşamış olan deli mirden çadır kazıklarını dürtüklüyordu. Çadırı tutturmakta kullandıkları halkalar uzamış, ılık mum gibi kopmuştu.

Gecenin kokusu da yanlıştı. Senelerce girilmemiş odalar gibi bayat kokuyordu. Ormanda bir açıklık, çok eski toz gibi kokmamalıydı. Bayrd’ın midesi yine guruldadı. Işık, yiyecek bir şey bulmayı ne kadar isterdi. Dikkatini işine verdi ve taşlardan biriyle diğerini dövmeye devam etti.

Lord Jarid kaşlarını çatarak ona baktı. Bayrd, dün gece Jarid’in onu korumasında ısrar ettiği on adamdan biriydi. “Elayne’in kellesini alacağım Karam,” dedi Jarid, subaylarına dönerek. “Bu garip gece onun cadılarının işi.”

“Kellesini mi?” diye yükseldi Eri’nin kuşkulu sesi içeriden. “Peki biri onun kellesini tam olarak nasıl getirecek?”

Lord Jarid ve meşale ışığıyla aydınlanan masanın çevresindeki diğerleri döndüler. Eri gökyüzüne baktı; omzunda, kırmızı bir mızrağın önünde saldıran altın ayı simgesi vardı. Bu, Lord Jarid’in kişisel korumalarının simgesiydi, ama Eri’nin sesinde saygı tınısı pek yoktu. “Kadının kafasını kesmek için ne kullanacak Jarid? Dişlerini mi?”

Bu korkunç derecede saygısız cümle karşısında kamp suskunlaştı. Bayrd duraksayarak taş dövmeyi bıraktı. Evet, Lord Jarid’in ne kadar dengesiz olduğu hakkında söylentiler vardı. Ama bu?

Jarid öfkeden kıpkırmızı kesilerek kekeledi. “Benim karşımda bu ses tonuyla konuşmaya cüret mi ediyorsun? Hem de kendi korumalarımdan biri?”

Eri bulutlarla kaplı gökyüzünü incelemeye devam etti.

“İki aylık maaşını kesiyorum,” diye terslendi Jarid, ama sesi titriyordu. “Rütbeni alıyorum ve ben aksine karar verene kadar seni tuvalet temizleme görevine atıyorum. Bir daha bana karşılık verirsen dilini keserim.”

Bayrd soğuk rüzgarda ürperdi. Eri, asi orduda kalan askerlerin en iyisiydi. Diğer korumalar bakışlarını indirerek kıpırdandılar.

Eri lorda döndü ve gülümsedi. Tek kelime etmedi, ama bir şekilde, etmesi de gerekmiyordu. Dilini kesmek? Kamptaki bütün metal parçalar donyağı kadar yumuşamıştı. Jarid’in kendi çarpılmış, bükülmüş hançeri masanın üzerindeydi – kınından çekilirken uzayıp incelmişti. Jarid’in ceketinin önü açıktı ve rüzgarla savruluyordu; düğmeleri gümüştendi.

“Jarid…” dedi Karam. Sarand’a bağlı düşük bir evin genç lorduydu. İnce bir yüzü, geniş dudakları vardı. “Sen gerçekten de… bu iş gerçekten Aes Sedailerin işi mi? Kamptaki bunca metal?”

“Elbette,” diye bağırdı Jarid. “Başka ne olabilir ki? Kamp ateşinin etrafında anlatılan masallara inandığını söyleme bana. Son Savaş? Hah!” Masaya döndü. Masada, köşeleri taşlarla tutturulmuş bir Andor haritası vardı.

Bayrd taşlarına geri döndü. Pat, pat, pat. Arduvaz ve granit. Her ikisinden de uygun parçalar bulmak için çok aramak gerekmişti, ama Pappil Bayrd’a her tür taşı tanımayı öğretmişti. Bayrd’ın kendi babası, aile mesleğini sürdürmek yerine gidip şehirde kasap olduğunda yaşlı adam ihanete uğradığını hissetmişti.

Yumuşak, pürüzsüz arduvaz. Kaba, çıkıntılı granit. Evet, dünyada katı olan bazı şeyler vardı hâlâ. Birkaç şey. Bugünlerde güvenebileceğiniz çok şey bulamıyordunuz. Eskinin sarsılmaz lordları şimdi… eh, metal kadar yumuşak olmuştu. Gökyüzünde karanlık çalkalanıyordu ve yiğit adamlar –Bayrd’ın eskiden beri saygıyla baktığı adamlar– geceleri titriyor, inliyordu.

“Endişeliyim Jarid,” dedi Davies. Jarid’in bir sırdaş kadar güvendiği tek kişi olsaydı, o da yaşça kendinden büyük olan Lord Davies olurdu. “Günlerdir kimseyi görmedik. Ne çiftçi, ne kraliçenin askeri. Bir şeyler oluyor. Yanlış bir şeyler.”

“Kadın insanları temizledi,” diye hırladı Jarid. “Saldırmaya hazırlanıyor.”

“Bence o bizi görmezden geliyor Jarid,” dedi Karam, gökyüzüne bakarak. Orada hâlâ bulutlar çalkalanıyordu. Bayrd açık gökyüzü görmeyeli aylar olmuştu sanki. “Neden görmeye zahmet etsin ki? Adamlarımız açlıktan kırılıyor. Yiyeceklerimiz bozulmaya devam ediyor. İşaretler…”

“Bizi sıkıştırmaya çalışıyor,” dedi Jarid, gözleri çakmak çakmak. “Bu Aes Sedailerin işi.”

Kampa aniden bir durgunluk çöktü. Bayrd’ın taşlan dışında, sessizlik. Kasaplık yapmaktan hiçbir zaman memnun olmamıştı, ama lordun korumaları arasında kendine bir yuva bulmuştu. İnek kesmek ya da adam kesmek, birbirine çarpıcı şekilde benziyordu. Birinden diğerine bu kadar rahat geçebilmiş olması onu rahatsız ediyordu.

Pat, pat, pat.

Eri döndü. Jarid, bağıra çağıra daha da sert bir ceza vermeye hazırlanıyormuş gibi, korumayı süzdü.

Eskiden bu kadar kötü değildi, değil mi? diye düşündü Bayrd. Tahta kendi karısının oturmasını istiyordu, ama hangi lord istemez ki bunu? İsmi göz ardı etmek zordu. Bayrd’ın ailesi nesillerdir saygıyla Sarand ailesini takip ediyordu.

Eri uzun adımlarla kumanda çadırından uzaklaştı.

“Sen nereye gittiğini sanıyorsun?” diye bağırdı Jarid.

Eri omzuna uzandı ve Sarand evi korumalarının rozetini söktü. Rozeti kenara fırlattı ve meşale ışığından uzaklaşarak gecenin içine, kuzeyden esen rüzgarların içine yürüdü.

Kamptaki adamların çoğu uyumamıştı. İşığın ve sıcaklığın yakınında olma arzusuyla, ateşlerin çevresinde toplaşmışlardı. Birkaç çömlek tencerede ot, yaprak ya da deri parçalan kaynıyordu… yiyecek bir şey, herhangi bir şey.

Kalkıp Eri’nin uzaklaşmasını izlediler.

“Asker kaçağı,” diye tükürdü Jarid. “Yaşadığımız onca şeyden sonra yürüyüp gidiyor. Sırf işler güçleşti diye.”

“Adamlar açlıktan kırılıyor Jarid,” diye tekrarladı Davies.

“Farkındayım. Her kahrolası nefesinde sorunlardan bahsettiğin için çok teşekkür ederim.” Jarid titrek avucuyla alnını sildi, sonra elini hızla haritaya indirdi. “Şehirlerden birine saldırmamız lazım; o nerede olduğumuzu bilirken kadından kaçmamız imkansız. Beyazköprü. Orayı ele geçireceğiz ve erzakımızı tamamlayacağız. Bu gece çektikleri numaradan sonra Aes Sedaileri zayıflamış olmalı, aksi halde saldırırdı.”

Bayrd gözlerini kısarak karanlığa baktı. Diğer adamlar ayaktaydı, değnekler ya da sopalar taşıyorlardı. Bazıları silahsızdı. Şiltelerini dürüyor, giysi bohçalarını omuzlarına atıyorlardı. Sonra sessiz hayaletler gibi, kamptan ayrılmaya başladılar. Ne zincir tıngırtısı ne de zırh tokalarının tıkırtısı vardı. Tüm metaller gitmişti. Ruhu sökülüp alınmış gibi.

“Elayne tüm gücünü bizim üzerimize sürmeye cesaret edemez,” dedi Jarid, belki de kendi kendini ikna etmek için. “Caemlyn’de çatışma olmalı. Raporladığın onca paralı asker, Shiv. Belki isyanlar çıkmıştır. Elenia, Elayne’in aleyhine çalışıyor olmalı elbette. Beyazköprü. Evet, Beyazköprü mükemmel olur.

“Onu ele geçirirsek ulusu ikiye bölmüş oluruz. Orada asker toplarız ve batı Andor’daki adamları kendi bayrağımız altına girmeye zorlanz… Sonra… neydi oranın adı? İki Nehir. Oraya gideriz. Orada da eli silah tutan adamlar bulabiliriz.” Jarid burnunu çekti. “On yıllardır topraklarında lord görmediklerini duydum. Bana dört ay ver, sana oradan sağlam bir ordu çıkarırım. Öyle bir ordu ki, Elayne bir daha cadılarıyla bize saldırmaya cesaret edemez…”

Bayrd taşını meşale ışığına tuttu. İyi bir mızrakbaşı yapmanın püf noktası, dıştan başlayıp içe doğru çalışmaktı. Şekli tebeşirle arduvaza çizmiş ve sonra şekli bitirmek için merkeze doğru çalışmıştı. Oradan taşı dövmeyi bırakıp, küçük darbelerle küçük parçalan tıraşlamanız lazımdı.

Bir yanı daha önce bitirmişti; bu, ikinci yarı da bitmek üzereydi. Pappilinin ona fısıldadığını duyabiliyordu neredeyse. Biz taştan gelmişiz Bayrd. Baban ne derse desin, içten içe, biz taştan gelmişiz.

Askerler kamptan ayrılmaya devam ediyordu. Ne kadar azının konuştuğu tuhaftı. Jarid sonunda fark etti. Sırtını dikleştirdi ve meşalelerden birini kapıp havaya kaldırdı. “Ne yapıyorsunuz siz? Ava mı çıkıyorsunuz? Haftalardır av hayvanı görmedik. Tuzak mı kuracaksınız?”

Kimse yanıt vermedi.

“Belki bir şey görmüşlerdir,” diye mırıldandı Jarid. “Ya da belki gördüklerini sanıyorlardır. Ruh muh saçmalıklarını duymak istemiyorum bir daha; cadılar bizim sinirlerimizi bozmak için hayaletler yaratıyor. Olan… olan bu olmalı.”

Yakından bir hışırtı geldi. Karam yıkılmış çadırının içini karıştırıyordu. Elinde küçük bir bohçayla doğruldu.

“Karam?” dedi Jarid.

Karam, Lord Jarid’e baktı, sonra başını eğdi ve beline bir para kesesi bağlamaya başladı. Durdu, güldü ve keseyi boşalttı. İçindeki altın paralar erimiş, kavanozdaki domuz kulağı gibi tek bir kütleye dönüşmüştü. Karam yumruyu cebine attı. Kesenin içini karıştırdı ve bir yüzük çıkardı. Yüzüğün ortasındaki kan kırmızısı mücevher hâlâ sağlamdı. “Muhtemelen bugünlerde bir elma almaya bile yetmez,” diye mırıldandı.

“Neler olup bittiğini söylemeni emrediyorum,” diye hırladı Jarid. “Bu senin işin mi?” Elini uzaklaşan askerlere doğru salladı. “İsyan düzenliyorsun. Bu mu?”

“Bu benim işim değil,” dedi Karam, utançla. “Aslında senin de değil. Ben… üzgünüm.”

Karam yürüyüp gitti, meşalenin aydınlığından çıktı. Bayrd şaşkındı. Lord Karam ve Lord Jarid çocukluk arkadaşıydılar.

Sonra Lord Davies ayrıldı; Karam’ın peşinden koştu. Genç adamı vazgeçirmeye mi çalışacaktı? Hayır, Karam’ın yanında yürümeye başladı. Karanlıkta kayboldular.

“Bunun için tutuklatacağım seni!” diye bağırdı Jarid peşlerinden, tiz bir sesle. Çılgın bir sesle. “Kraliçe’nin eşi olacağım ben! Tek bir kişi bile sana ya da Evlerinizden birine barınak vermeyecek, en ufak yardım etmeyecek. Hem de on nesil boyunca!”

Bayrd elindeki taşa baktı. Tek bir adım kalmıştı, cilalama. İyi bir mızrak başının tehlikeli olması için pürüzsüz olması gerekiyordu. Bu amaç için bulduğu bir başka granit parçasını aldı ve dikkatle arduvazın kenarına sürtmeye başladı.

Bunu beklediğimden daha iyi hatırlıyorum gibi, diye düşündü, Lord Jarid atıp tutmaya devam ederken.

Bir mızrak başı yapmakta kudretli bir taraf vardı. Bu basit eylem kasveti kovalıyor gibiydi. Son günlerde Bayrd ve kampın geri kalanı üzerinde bir gölge vardı. Sanki… ne kadar çabalarsa çabalasın ışıkta duramıyormuş gibi. Her sabah, dün sevdiği biri ölmüş gibi hissederek uyanıyordu.

O çaresizlik sizi ezebilirdi. Ama bir şey –herhangi bir şey yaratma eylemi– o duyguyla mücadele ediyordu. Onunla mücadele etmenin bir yolu buydu. Kimsenin adını ağzına almadığı varlıkla. Lord Jarid ne derse desin, bütün bunların ardında olduğunu herkesin bildiği varlıkla.

Bayrd ayağa kalktı. Daha sonra mızrak başını yine cilalayacaktı, ama aslında şimdiden oldukça iyi görünüyordu. Tahtadan mızrak sapını kaldırdı –şer kampa vurduğunda metal ucu kurtulup düşmüştü– ve tıpkı pappilinin seneler önce öğrettiği gibi, mızrak başını değneğe bağladı.

Diğer korumalar ona bakıyordu. “Bunun gibi daha fazla mızrak başına ihtiyacımız olacak,” dedi Morear. “Yapmak istersen.”

Bayrd başını salladı. “Buradan giderken arduvazı bulduğum yamaca uğrayabiliriz.”

Jarid sonunda bağırmayı bırakmıştı. Meşale ışığı altında, gözlerini iri iri açmıştı. “Hayır. Sen benim kişisel korumanısın. Bana meydan okuyamazsın!”

Jarid, yüzünde bir katilin ifadesiyle Bayrd’a saldırdı, ama Morear ve Rosse lordu arkadan yakaladılar. Rosse kendi asi davranışı karşısında hayrete düşmüş gibiydi. Yine de lordu bırakmadı.

Bayrd dürülmüş şiltesiyle beraber birkaç parça eşya daha toparladı. Ondan sonra diğerlerine başını salladı ve onlar da Bayrd’a katıldılar – Lord Jarid’in kişisel korumalarından sekiz adam. Öfkeyle kekeleyen lordu da kamptan kalanların arasından sürükleyerek götürdüler. İçin için yanan ateşlerin ve yıkılmış çadırların önünden geçtiler. Kampı terk eden adamlar şimdi daha da kalabalıklaşmıştı ve hepsi kuzeye gidiyordu. Rüzgarın geldiği yere.

Kampın kenarında, Bayrd güzel, sağlam bir ağaç seçti. Diğerlerine el etti ve adamlar onun getirdiği halatı alıp Jarid’i ağaca bağladılar. Morear bir mendille ağzını tıkayana kadar kekeledi adam.

Bayrd, Jarid’e yaklaştı. Bir su tulumunu Jarid’in kolunun üzerine sıkıştırdı. “Fazla çabalama, yoksa bunu düşürürsün Lordum. Ağzındaki tıkacı çıkarabilirsin –o kadar sıkı görünmüyor– ve ondan sonra kolunu kaldırıp su içebilirsin. Al, su tulumunun mantarını da çıkardım.”

Jarid fırtına gibi bir yüz ifadesiyle Bayrd’a baktı.

“Bunun seninle ilgisi yok Lordum,” dedi Bayrd. “Sen aileme her zaman iyi davrandın. Ama peşimizden gelip hayatımızı güçleştirmene izin veremeyiz. Yapmamız gereken bir iş var ve sen de herkesin bu işi yapmasını engelliyorsun. Belki biri bunu daha önceden söylemeliydi. Eh, bunu da yaptık işte. Bazen eti askıda fazla bırakırsın ve koca bir but bozulur gider.”

Diğer adamlara başını salladı ve adamlar koşarak gidip şiltelerini toparladılar. Bayrd, Rosse’ye yakındaki arduvaz kayasını gösterdi ve ona iyi bir mızrak başı için ne araması gerektiğini söyledi.

Bayrd çabalamaya başlamış olan Lord Jarid’e döndü. “Bu cadıların işi değil Lordum. Bu Elayne’in işi değil… ona Kraliçe demem gerek sanırım. Ne tuhaf, öyle güzel, genç bir şeyi kraliçe olarak düşünmek. Önünde eğilmektense bir handa dizimle hoplatmayı tercih ederdim, ama Andor’un Son Savaş’a giderken bir lidere ihtiyacı var ve o kişi senin karın değil. Üzgünüm.”

Jarid bağlan içinde çöktü. Öfkesi akıp gitmiş gibiydi. Şimdi ağlıyordu. Bunu görmek çok garipti.

“Yolda karşılaştığımız insanlara –eğer biriyle karşılaşırsak– seni nerede bulabileceklerini söyleyeceğim,” diye söz verdi Bayrd. “Muhtemelen üzerinde mücevher de olduğunu söyleyeceğim. Seni bulmak için gelebilirler. Belki.” Duraksadı. “Bizi engellememeliydin. Senin dışında herkes neyin yaklaştığını biliyor gibi. Ejder yeniden doğdu, eski bağlar kırıldı, eski yeminler bozuldu… ve Andor’un Son Savaş’a bensiz yürümesine izin vermektense asılırım daha iyi.”

Bayrd oradan ayrıldı; yeni mızrağını omzuna dayayarak gecenin içine yürüdü. Zaten ailene ettiğimiz yeminden daha eski bir yemin etmiştik. Yenidendoğan Ejder’in bile bozamayacağı bir yemin. Bu, diyara ettikleri bir yemindi. Taşlar onun kanına işlemişti ve kanı da Andor’un taşlarına işlemişti.

Bayrd diğerlerini toparladı ve kuzeye doğru yola çıktılar. Arkalarında, gecenin içinde, hayaletler kampın içinde dolanmaya başlarken, lordları yapayalnız inliyordu.

Talmanes, Selfar’ın dizginlerini çekerek atın dans etmesine ve başını sallamasına sebep oldu. Demir kın at hevesli görünüyordu. Belki de Selfar efendisinin kaygısını hissetmişti.

Gece havası dumanla yoğunlaşmıştı. Duman ve çığlıklar. Talmanes Birlik’i kurum kaplı mültecilerle dolu yolun kenarında yürütüyordu. Mülteciler, çamurlu bir ırmaktaki döküntüler gibi ilerliyorlardı.

Birlik’in adamları mültecileri endişeyle süzüyordu. “Sakin olun!” diye bağırdı Talmanes onlara. “Caemlyn’e kadar koşamayız. Sakin olun!” Adamları cesaret edebildiğince hızlı, koşar adım yürütüyordu. Zırhları tangırdıyordu. Elayne Birlik’in yarısını yanında Merrilor Meydanı’na götürmüştü ve Estean’le süvarilerin büyük kısmı da onunla birlikte gitmişti. Belki de hızla geri çekilmelerinin gerekebileceğini düşünüyorlardı.

Eh, Talmanes sokaklarda süvarileri kullanamayacaktı zaten. Orası da bu yol kadar tıkanmış olmalıydı. Selfar kişnedi ve başını salladı. Yaklaşmışlardı; şehir duvarları hemen ilerideydi –gecenin içinde– öfkeli bir ışık altında görünüyordu. Şehir bir ateş çukuruna düşmüş gibiydi.

İnayet ve düşmüş bayraklar adına, diye düşündü Talmanes ürpererek. Şehrin üzerinde devasa duman bulutları kabarıyordu. Bu fenaydı. Aiellerin Cairhien’i ele geçirdiği zamandan çok daha fena.

Talmanes sonunda Selfar’ın dizginlerini gevşetti. Kır at bir süre yol kenarında dörtnala koştu. Sonra Talmanes, yardım dilenenleri duymazdan gelerek gönülsüzce kalabalığı yarıp diğer yana geçti. Mat’le geçirdiği zamanların ardından, bu insanlara sunabileceği daha fazla şey olduğunu diliyordu. Matrim Cauthon’un insanı nasıl etkilediği apaçık tuhaftı. Talmanes artık sıradan insanlara çok farklı bir ışık altında bakıyordu. Belki de Mat’i bir lord olarak düşünüp düşünmemeye hâlâ karar verememiş olması yüzündendi.

Yolun diğer yanında, adamlarının yetişmesini bekleyerek, yanan şehri inceledi. Hepsini ata bindirebilirdi – süvari olarak eğitim almamış olsalar da, Birlik’teki tüm adamların uzun mesafeli yolculuklarda kullanabilecekleri atları vardı. Bu gece buna cesaret edemezdi. Trolloclar ve Myrddraaller sokaklarda kol gezerken, Talmanes’in adamlarının savaşmaya hazır olması gerekiyordu. Kargılı asker sıralarının ortasında, arbaletçiler silahlarını kurmuş, hazır tutarak yürüyorlardı. Görevleri ne kadar acil olursa olsun, askerlerini Trolloc saldırılarına açık bırakmayacaktı.

Ama o ejderleri kaybederlerse…

Işık bizi aydınlatsın, diye düşündü Talmanes. Üzerinde çalkalanan onca dumanla, şehir kaynıyor gibi görünüyordu. Ama tepenin üzerinde yükselen ve duvarların üzerinden görülebilen İç Şehir’in bazı yerleri henüz alevlerle kaplanmamıştı. Saray yanmıyordu. Oradaki askerler saldırıya dayanmayı başarabiliyor muydu acaba?

Kraliçe’den haber yoktu ve Talmanes’in görebildiği kadarıyla, şehre yardım gelmemişti. Kraliçe durumun farkında değil gibiydi ve bu kötüydü.

Çok, çok kötü.

İleride, Talmanes Birlik izcilerinden bazılarıyla birlikte duran Sandip’i gördü. Zayıf adam bir grup mülteciden sıyrılmaya çalışıyordu.

“Lütfen iyi efendimiz,” diye ağlıyordu genç bir kadın. “Çocuğum, kızım, kuzey otlağının yükseklerinde…”

“Dükkanıma ulaşmam lazım!” diye bağırdı tıknaz bir adam. “Züccaciyem…”

“Benim iyi halkım,” dedi Talmanes, atını zorlayıp aralarından geçirmeye çalışarak, “yardım etmemizi istiyorsanız geri çekilip, kahrolası şehre ulaşmamıza izin vermeniz gerekir bana sorarsanız.”

Mülteciler gönülsüzce geriledi ve Sandip, Talmanes’e bakarak başını sallayıp teşekkür etti. Güneş yanığı tenli, siyah saçlı Sandip, Birlik’in kumandanlarından biriydi ve başarılı bir şifacıydı. Cana yakın bir adam olsa da, bugün yüzünde haşin bir ifade vardı.

“Sandip,” dedi Talmanes, işaret ederek, “orada.”

Biraz ötede, bir grup savaşçı adam toplaşmış, şehre bakıyordu.

“Paralı askerler,” dedi Sandip homurdanarak. “Onlardan çok gördük. Teki bile parmağını oynatmaya hazır görünmüyor.”

“Onu göreceğiz,” dedi Talmanes. İnsanlar öksürerek, ufak tefek eşyalarını göğüslerine bastırarak, ağlayan çocukları sürükleyerek şehir kapılarından dışarı akın ediyordu hâlâ. Yakında insan seli seyrelecekti. Caemlyn pazar günü bir handan beklenebileceği kadar doluydu; kaçabilecek kadar şanslı olanlar, içeride kalanlara kıyasla küçük bir azınlık olarak kalacaktı.

“Talmanes,” dedi Sandip sessizce, “o şehir yakında bir ölüm tuzağına dönüşecek. Yeterince çıkış yolu yok. Birlik’in içeride kısılı kalmasına izin verirsek…”

“Biliyorum. Ama…”

Kapıda mülteciler bir duygu dalgasına kapılıyordu. Neredeyse fiziksel bir şeydi, bir ürperti. Çığlıklar yoğunlaştı. Talmanes hızla döndü; kapıların arkasındaki gölgelerde iriyarı şekiller saklanıyordu.

“Işık!” dedi Sandip. “Nedir bu?”

“Trolloclar,” dedi Talmanes, Selfar’ı çevirerek. “Işık! Kapıyı ele geçirip mültecileri durdurmaya çalışacaklar.” Şehrin beş kapısı vardı. Trolloclar hepsini ele geçirirse…

Bu iş zaten katliama dönüşmüştü. Trolloclar korkmuş insanların kaçmasını engellemeyi başarırsa, durum çok daha kötü olurdu.

“Saflar acele etsin!” diye bağırdı Talmanes. “Bütün adamlar şehir kapılarına!” Selfar’ı dörtnala kaldırdı.


Bina başka yerde olsa han olarak bilinirdi, ama Isam içeride, döküntü odalara bakan ve tatsız yemekler hazırlayan donuk bakışlı kadınlardan başka kimseyi görmemişti. Buraya yaptığı ziyaretlerde hiç rahat etmiyordu. Oturduğu sert taburenin önündeki çam masa eskilikten o kadar yıpranmıştı ki, daha Isam doğmadan önce grileşmiş olmalıydı. Aiellerin mızraklarından daha fazla kıymık batmasın diye yüzeye pek dokunmamaya çalışıyordu.

Isam’ın çentik kupası koyu renk bir sıvıyla doluydu, ama onu içmiyordu. Duvarın dibinde, hanın tek penceresinin önünde oturmuş, binaların dışına asılmış birkaç paslı fenerin aydınlattığı loş sokağı seyrediyordu. Kirli camda yüzünü göstermemeye dikkat ediyordu. Dışarıya asla doğrudan bakmıyordu. Kasaba’da dikkat çekmemek her zaman en iyisiydi.

Bir ismi olduğu söylenebilse bile, mekânın sahip olduğu tek isim buydu. İki bin sene içinde virane binalar defalarca inşa edilmiş ve değiştirilmişti. Gözlerinizi kısarak bakarsanız büyükçe bir kasabaya benziyordu aslında. Binaların çoğunu, inşaattan anlamayan ya da pek az anlayan mahkumlar yapmıştı. Evlerin büyük kısmı, yanındaki evler olmasa yıkılıp gidermiş gibi görünüyordu.

Isam gizlice sokağı izlerken yüzünden terler damlıyordu. Onun için gelecek olan hangisiydi acaba?

Uzakta, gece göğünü yaran bir dağın siluetim zar zor seçebiliyordu. Kasaba’nın içinde bir yerde, metale çarpan metalin sesi çelikten bir nabız gibi çınlıyordu. Sokakta şekiller süzülüyordu. Ağır pelerinli, başlıklarını takmış, kan kırmızı peçelerini gözlerine dek çekmiş adamlar.

Isam gözlerini onlara dikmemeye özen gösteriyordu. Gök gürledi. Dağın yamaçları yukarı, her daim mevcut kurşuni bulutlara doğru akan garip şimşeklerle doldu. Shayol Ghul’ün tepeden baktığı Thakan’dar vadisinden o kadar uzak olmayan bu Kasaba’yı pek az insan bilirdi. Onun varlığına dair söylentileri pek az insan bilirdi. Isam da o cahillerin arasında olmayı tercih ederdi.

Birkaç adam daha geçti. Kızıl peçeler. Onları asla indirmiyorlardı. Eh, çoğu indirmiyordu. Birinin peçesini indirdiğini görmüşseniz, onu öldürmeniz gerekirdi. Çünkü siz öldürmezseniz o sizi öldürürdü. Kızıl peçeli adamların çoğunun, birbirlerine dik dik bakmak ve belki yollarına çıkan sıska, vahşi sokak köpeklerini tekmelemek dışında bir işi yok gibiydi. Barınaklarından çıkmış birkaç kadın, başlarını eğerek sokakların kenarında koşturuyordu. Görünürde çocuk yoktu; muhtemelen kasabada pek fazla çocuk yoktu zaten. Kasaba, çocuklara uygun bir yer değildi. Isam biliyordu. Bebekliğinden beri buradaydı.

Sokaktan geçen adamların biri başını kaldırıp Isam’ın penceresine baktı ve durdu. Isam donakaldı. Samma N’Sei, Kör Edenler, her zaman alıngan ve aşırı kibirli olurdu. Hayır, alıngan demek hafif kaçardı. Yetisizlerden birine bıçak çekmek için kendi kaprislerinden daha fazlasını aramazlardı. Genelde bunu bedelini hizmetkarlardan biri öderdi. Genelde.

Kızıl peçeli adam ona bakmaya devam etti. Isam kendini sakinleşmeye zorladı ve adamın dik bakışlarına karşılık vermedi. Buraya acil bir çağrıyla gelmişti ve insan yaşamak istiyorsa bu tür şeyleri göz ardı etmezdi. Ama yine de… adam binaya doğru tek adım atarsa, Isam Tel’aran’rhiod’a kaçacaktı. Seçilmişlerden birinin bile onu orada takip etmeyeceğinden emindi.

Samma N’Sei aniden pencereden döndü. Bir an sonra, hızlı adımlarla binadan uzaklaşıyordu. Isam kaslarının biraz gevşediğini hissetti, ama gerginlik asla tam olarak geçmezdi, burada değil. Burada büyümüş olsa da, burası onun yuvası değildi. Burası bir ölüm mekânıydı.

Isam hareket sezdi. Sokağın ucuna baktı. Siyah ceket ve pelerinli bir başka uzun boylu adam, yüzünü açık bırakmış, ona doğru yürüyordu. İnanılmaz bir biçimde, adamın önünde Samma N’Seiler başka sokaklara ve aralıklara kaçışıyor, sokak boşalıyordu.

Demek bu Moridin’di. Seçilmiş Kasaba’yı ilk defa ziyaret ederken Isam orada değildi, ama kulağına gelmişti. Samma N’Seiler Moridin’i Yetisizlerden biri sanmıştı, ama Moridin onlara göstermişti. Onları kısıtlayan şeyler onu kısıtlamıyordu.

Ölü Samma N’Seilerin sayısı her söylentiden değişiyordu, ama asla bir düzinenin altına düşmüyordu. Isam, gözlerinin gördüğüne bakarak, buna inanabilirdi.

Moridin hana ulaştığında sokakta köpeklerden başka kimse kalmamıştı. Moridin hanı geçip gitti. Isam cesaret edebildiğince dikkatle izledi. Moridin onunla ya da hanla ilgilenmiyor gibiydi. Isam’a orada beklemesi emredilmişti. Belki de Seçilmiş’in bir başka işi vardı ve Isam öncelikli değildi.

Moridin geçtikten sonra, Isam sonunda koyu renk içkisinden bir yudum aldı. Yereller ona kısaca ‘ateş’ diyordu. Adını hak ediyordu. Sözde, Kıraç içkilerinden birine benziyordu. Kasaba’daki başka her şey gibi bu da orijinalinin yoz bir çeşidiydi.

Moridin onu ne kadar bekletecekti acaba? Isam burada olmaktan hoşlanmıyordu. Ona çocukluğunu çok fazla hatırlatıyordu. Bir hizmetkar geçti –kadının elbisesi o kadar eskimiş, öyle lime lime olmuştu ki, paçavradan farkı kalmamıştı– ve masaya bir tabak bıraktı. Birbirleriyle konuşmadılar.

Isam yemeğine baktı. İnce ince dilimlenmiş ve kaynatılmış sebze – daha çok biber ve soğan. Birini aldı ve tadına baktı, sonra içini çekti ve yemeğini kenara itti. Sebzeler çeşni katılmamış darı lapası kadar tatsızdı. İçinde et yoktu. Aslında bu iyi bir şeydi; nasıl öldürüldüğünü ve kesildiğini görmediği sürece et yemekten hoşlanmıyordu. Bu da çocukluğundan gelen bir şeydi. Nasıl kesildiğini görmemişseniz emin olamazdınız. Kesin olarak değil. Burada, et bulmuşsanız, güneyde yakalanmış bir şey, belki burada yetiştirilmiş bir hayvan, bir inek ya da keçi olması ihtimali vardı.

Başka bir şey de olabilirdi. Burada kuman kaybeden, kaybını ödeyemeyen ve sonra ortadan kaybolan insanlar olabiliyordu. Bazen de, üretiminde sorun çıkmış Samma N’Seiler eğitim aşamasında denebiliyordu. Bedenler kayboluyordu. Cesetler, gömülene kadar bile duramayabiliyordu.

Kavrulası yer, diye düşündü Isam, midesi kalkarak. Oda kavrulsun, o…

Biri hana girdi. Ne yazık ki oturduğu yerden kapının iki yanını birden izleyemiyordu. İçeri giren, kırmızı kenarlı siyah bir elbise giymiş güzel bir kadındı. Isam onun ince vücudunu ve narin yüzünü tanımıyordu. Tüm Seçilmişleri tanıdığından gittikçe daha emin oluyordu; düşlerinde onları sık sık görüyordu. Onlar bunu bilmiyordu elbette. Onlar kendilerini buraların efendisi sayıyordu ve bazıları da gerçekten çok yetenekliydi.

Isam da aynı ölçüde yetenekliydi ve aynı zamanda görülmemek konusunda çok başarılıydı.

Bu gelen her kimse, kılık değiştirmişti demek ki. Neden burada kendini saklamaya zahmet ediyordu ki? Her durumda, onu buraya çağıran kişi bu olmalıydı. Hiçbir kadın Kasaba’da bu azametli ifadeyle, sıçramalarını emretse taşların bile itaat edeceğini beklermiş gibi, böyle bir özgüvenle dolaşmazdı. Isam sessizce tek dizinin üzerine çöktü.

Bu hareket karnındaki yaranın sancımasına sebep oldu. Kurtla savaşında aldığı yaralar hâlâ iyileşmemişti. İçinde bir kıpırtı hissetti; Luc Aybara’dan nefret ediyordu. Sıradışı. Asıl uyumlu olan Luc, haşin olan ise Isam’dı normalde. Eh, en azından kendisi öyle düşünüyordu.

Her durumda, bu kurt söz konusu olduğunda aynı fikirdeydiler. Isam bir yandan sevinçliydi; bir avcı olarak, Aybara gibi zor bir avla nadiren karşılaşıyordu. Ama nefreti daha derindi. Aybara’yı mutlaka öldürecekti.

Isam acıdan yüzünü buruşturmamaya çalışarak başını eğdi. Kadın onu yerde diz çöker halde bıraktı ve masaya oturdu. Parmağını birkaç kez teneke kupanın kenarında tıkırdatarak içindeki içkiye baktı, ama konuşmadı.

Isam yerinden kıpırdamadı. Kendine Karanlıkdostu diyen pek çok aptal, bir başkası gücünü onlar üzerinde kullandığı zaman kıvranırdı. İsteksizce de olsa, itiraf etmesi gerekirdi, Luc da onlardan biriydi.

Isam avcıydı. Onun ilgilendiği tek şey buydu. Ne olduğunuzu biliyorsanız, haddinizi bildirmelerine kızmanız için sebebiniz de olmazdı.

Kavrulası, karnı gerçekten sancıyordu.

“Onun ölmesini istiyorum,” dedi kadın. Sesi yumuşak, ama vurguluydu.

Isam yanıt vermedi.

“Onun hayvan gibi boğazlanmasını, bağırsaklarının yere dökülmesini, kanının süt kasesi içinde kuzgunlara içirilmesini, kemiklerinin ağarmaya, sonra grileşmeye bırakılmasını ve sonra güneşin sıcağında çatlamasını istiyorum. Onu ölü istiyorum avcı.”

“Al’Thor.”

“Evet. Geçmişte başarısız oldun.” Kadının sesi buz gibiydi. Isam’ın içi ürperdi. Bu kadın sertti. Moridin kadar sert.

Hizmet ettiği seneler içinde Seçilmişlerin çoğunu küçümsemeyi öğrenmişti. Sahip oldukları onca güce ve sözde bilgeliğe rağmen çocuk gibi didişiyorlardı. Bu kadın ise onu duraksatıyordu. Isam gerçekten de bu kadını daha önce görüp görmediğini merak etti. Bu, farklı görünüyordu.

“Ee?” diye sordu kadın. “Başarısızlıkların için bir açıklaman var mı?”

“Ne zaman diğerlerinden biri bana bu avı emretse,” dedi Isam, “bir başkası geldi, beni işimden aldı ve bir başka göreve yolladı.”

Aslında kurdu avlama işine devam etmeyi tercih ederdi. Ama doğrudan Seçilmişlerden gelen emirlere itaatsizlik edemezdi. Aybara olmasa, onun için bir avın diğerinden farkı yoktu. Gerekirse bu Ejder denen adamı öldürecekti.

“Bu sefer olmayacak,” dedi Seçilmiş, kupaya bakmaya devam ederek. Isam’a bakmamıştı ve ona ayağa kalkma izni de vermemişti, bu yüzden Isam diz çökmeye devam etti. “Diğer herkes senin üzerinde hak iddia etmekten vazgeçti. Yüce Efendi aksini söylemediği sürece –seni bizzat çağırmadığı sürece– bu görevle ilgileneceksin. Al’Thor’u öldür.”

Pencerenin dışındaki bir hareketlilik Isam’ın o yana bakmasına sebep oldu. Bir grup siyah başlıklı şekil pencerenin önünden geçerken Seçilmiş o tarafa dönmedi. Şekillerin pelerinleri rüzgarda dalgalanmıyordu.

Şekillere binek arabalar eşlik ediyordu; Kasaba’da sıradışı bir görüntü. Arabalar ağır ağır hareket ediyordu, ama yine de engebeli sokakta sarsılıp sallanıyorlardı. İçeride on üç kadın ve aynı sayıda Myrddraal olduğunu bilmek için Isam’ın arabaların perdeli pencerelerinin içini görmesi gerekmiyordu. Samma N’Seilerin hiçbiri sokağa dönmemişti. Bu tür kervanlardan kaçınıyorlardı. Açık sebeplerden dolayı, bu tür şeyler hakkında… güçlü duygulan vardı.

Arabalar geçip gitti. Demek öyle. Bir tane daha yakalanmıştı. Isam, leke temizlendikten sonra bu uygulamanın sona ereceğini sanırdı.

Bakışlarını yere indirmeden önce, daha da uygunsuz bir şey takıldı gözüne. Sokağın karşısındaki aralıktan onları izleyen küçük, kirli bir yüz. İri iri açılmış gözler, ama sinsi bir duruş. Moridin’in geçişi ve on üçlülerin geçişi Samma N’Seileri sokaktan uzaklaştırmıştı. Sokak çocukları onların olmadığı yere güvendeydiler. Belki.

Isam çocuğa uzaklaşmasını bağırmak istedi. Afet’ten geçme riski pahasına kaçmasını. Bir Solucan’ın midesinde ölmek, bu Kasaba’da yaşamaktan ve onun size yaptıklarını çekmekten daha iyiydi. Kaç! Git! Öl!

O an çabucak geçti ve sokak çocuğu gölgelerin içine çekildi. Isam o çocuk gibi yaşadığı zamanları hatırlayabiliyordu. O zamanlar çok şey öğrenmişti. Hemen hemen güvenebileceğin yemek bulmak, içinde ne olduğunu öğrendikten sonra kusmamak. Hançer kullanarak dövüşmek. Görülmekten ve fark edilmekten kaçınmak.

Ve, elbette, adam öldürmek. Kasaba’da yeterince uzun süre hayatta kalan herkes bu dersi öğrenirdi.

Seçilmiş hâlâ Isam’ın kupasına bakıyordu. Isam onun kendi yansımasına baktığını fark etti. Orada ne görüyordu?

“Yardıma ihtiyacım olacak,” dedi Isam sonunda. “Yenidendoğan Ejder’in korumaları var ve düşlere nadiren giriyor.”

“Yardım ayarlandı,” dedi kadın usulca. “Ama onu bulacaksın avcı. Önceden oynadığı oyunları oynamayacaksın, onu kendine çekmeye çalışmayacaksın. Lews Therin böyle bir tuzağı sezer. Dahası, artık hedefinden de şaşmaz. Zaman dar.”

İki Nehir’deki, sonu felaket olan operasyondan bahsediyordu. O sırada kontrol Luc’daydı. Isam gerçek kasabalardan, gerçek insanlardan ne anlardı ki? Bu tür şeylere karşı bir özlem hissediyordu neredeyse, ama bunun aslında Luc’un özlemi olduğunu tahmin ediyordu. Isam yalnızca bir avcıydı. Yüreğe saplanması için okunu nereye yöneltmesi gerektiği dışında, insanlar onu ilgilendirmiyordu.

Ama o İki Nehir operasyonu… çürümeye bırakılmış leş gibi kokuyordu. Hâlâ bilmiyordu. Amaç gerçekten de al’Thor’u oraya çekmek miydi, yoksa Isam’ı önemli olaylardan uzak tutmak mı? Yeteneklerinin Seçilmişleri büyülediğini biliyordu; onların yapamadığı bir şeyi yapabiliyordu. Ah, düşe girmesini taklit edebiliyorlardı, ama bunun için yönlendirmeye, kapıyollara, zamana ihtiyaçları oluyordu.

Isam onların oyunlarında piyon olmaktan bıkmıştı. O avlanmak istiyordu; her hafta avı değiştirmeyi bırakmalarını diliyordu.

İnsan, Seçilmişlerden birine bunu söylemezdi. Isam itirazlarını kendine sakladı.

Han kapısı gölgelerle karardı ve hizmetkar kadın arka tarafa çekilerek ortada yok oldu. Odada Isam ve Seçilmiş’ten başka kimse kalmamıştı.

“Ayağa kalkabilirsin,” dedi kadın.

Isam telaşla ayağa kalkarken odaya iki adam girdi. Uzun boylu, kaslı ve kızıl peçeli adamlar. Aieller gibi kahverengi giysiler içindeydiler, ama mızrak ya da yay taşımıyorlardı. Bu yaratıklar çok daha ölümcül silahlarla öldürüyorlardı.

Duygularını yüzüne yansıtmasa da, Isam’ın içinde bir duygu kabardı. Acı, açlık ve ölümle geçen bir çocukluk. Buna benzer adamların bakışlarından kaçınarak geçen bir ömür. Adamlar, doğal avcıların zarafetiyle masaya yürürken, titrememek için elinden geleni yaptı.

Adamlar peçelerini indirdiler ve dişlerini çıkardılar. Kavrulayım. Dişleri eğelenmişti. Bunlar Dönüşmüşlerdi. Gözlerinde görebiliyordunuz – tam olarak doğru olmayan, tam olarak insan olmayan gözler.

Isam o anda neredeyse düşe kaçacaktı. Bu adamların ikisini birden öldüremezdi. Birini öldürmeden önce küle dönüşmüş olurdu. Samma N’Seilerin nasıl öldürdüğünü görmüştü; genellikle, sırf güçlerini kullanmanın yeni yollarını keşfetmek için öldürüyorlardı.

Ama saldırmadılar. Bu kadının Seçilmiş olduğunu biliyorlar mıydı? O zaman neden peçelerini indirmişlerdi? Samma N’Seiler, öldürdükleri zamanlar dışında asla peçelerini indirmezlerdi – ve yalnızca hevesle bekledikleri bir av için indirirlerdi.

“Bunlar sana eşlik edecekler,” dedi Seçilmiş. “Al’Thor’un korumaları konusunda yardım etmek için birkaç da Yetisiz olacak.” Ona döndü ve ilk defa Isam’la göz göze geldi. Kadın… tiksinmiş görünüyordu. Onun yardımına ihtiyaç duymaktan iğrenir gibi.

“Sana eşlik edecekler,” demişti. “Sana hizmet edecekler,” dememişti.

Kahrolası it eniği. Bu iğrenç bir iş olacaktı.

Talmanes kendini kenara attı ve Trolloc’un baltasından kılpayı kurtuldu. Balta kaldırım taşlarını parçalarken yer sarsıldı. Talmanes eğildi ve kılıcını yaratığın buduna sapladı. Yaratıkta boğa burnu vardı; başını arkaya atıp böğürdü.

“Yak beni, nefesin iğrenç kokuyor,” diye hırladı Talmanes, kılıcını kurtarıp gerileyerek. Yaratık tek dizinin üzerine çöktü ve Talmanes onun silah tutan elini biçti.

Talmanes nefes nefese geri sekerken, iki yoldaşı mızraklarını Trolloc’un sırtına sapladılar. Trolloclarla her zaman gruplar halinde savaşmak gerekirdi. Eh, kiminle savaşıyor olursanız olun yanınızda bir ekip isterdiniz, ama cüsseleri ve güçleri hesaba katılınca, Trollocların karşısında ekip daha da önemliydi.

Gecenin içinde, cesetler çöp yığınları gibi birikmişti. Talmanes ışık için şehir kapılarındaki bekçi kulübelerini ateşe vermek zorunda kalmıştı. Kalan yanın düzine kadar bekçi şimdilik Birlik’in yeni askerleri olmuştu.

Trolloclar, siyah bir dalga gibi kapıdan geri çekilmeye başladı. Kapılara saldırırken güçlerini harcamışlardı. Daha doğrusu, kapılara saldırmaya zorlanırken. Bu grubun yanında bir Yarı-insan vardı. Talmanes elini böğründeki yaraya götürdü. Yara ıslaktı.

Bekçi kulübelerindeki yangın dinmeye yüz tutmuştu. Dükkanlardan birkaçının da yakılmasını emretmesi gerekecekti. Bu, yangının yayılma riskini arttırıyordu, ama şehri kaybetmişlerdi zaten. Bundan kaçınmak için sebep yoktu. “Brynt!” diye bağırdı. “Şu ahırı tutuştur!”

Brynt elinde bir meşaleyle koşarak geçerken Sandip yaklaştı. “Dönecekler. Muhtemelen yakında.”

Talmanes başını salladı. Savaşın bittiğini gören kasabalılar ara sokaklardan ve kuytulardan çıkmaya, çekine çekine kapıya ve –muhtemelen– güvenliğe doğru ilerlemeye başlamıştı.

“Burada durup bu kapıyı tutamayız,” dedi Sandip. “Ejderler…”

“Biliyorum. Kaç adam kaybettik?”

“Henüz sayı elimde değil. En az yüz.”

Işık, Mat bunu duyduğunda derimi yüzecek. Mat asker kaybetmekten nefret ediyordu. Adamda, dehasına denk bir yumuşaklık vardı – tuhaf ama ilham verici bir birleşim. “Şehre gelen yollara izci yolla da yaklaşan Gölgedöllerine karşı nöbet tutsunlar. Şu Trolloc leşlerinin bir kısmını kullanarak set çekin; çok işe yararlar. Sen, asker!”

Oradan geçmekte olan bitkin askerlerden biri yerinde dondu. Üzerinde Kraliçe’nin renkleri vardı. “Lordum?”

“Bu şehir kapısının güvenli olduğunu insanlara bildirmemiz lazım. Andorlu köylülerin tanıdığı bir boru sesi var mı? Onları buraya getirecek bir şey?”

“‘Köylüler,’” dedi adam düşünceli düşünceli. Sözcüğü sevmiyormuş gibiydi. Burada, Andor’da pek sık kullanılmıyordu. “Evet, Kraliçe’nin Marşı.”

“Sandip?”

“Borazancılara emir vereceğim Talmanes,” dedi Sandip.

“Güzel.” Talmanes ölen Trolloc’un gömleğini kullanarak kılıcını temizlemek için diz çöktü ve yarası sancıdı. Ciddi değildi. Normal yaralar dikkate alındığında değil. Yalnızca bir sıyrık sayılırdı.

Gömlek o kadar pisti ki, silahını temizlemekte duraksadı, ama Trolloc kanı çelik için kötüydü, bu yüzden yine de sildi. Böğründeki acıyı duymazdan gelerek doğruldu, sonra kapıya, Selfar’ı bağladığı yere doğru yürüdü. Gölgedölleri’ne karşı ata güvenememişti. İyi bir iğdiş attı, ama Sınırboylu eğitimine sahip değildi.

Selfar’a biner, atı batıya doğru çevirir, şehir kapısından çıkarak daha önce gördüğü paralı askerlere doğru sürerken adamlarının hiçbiri onu sorgulamadı. Talmanes paralı askerlerin şehre yaklaştığını gördüğünde şaşırmadı. Bir kış gecesinde nasıl ateş üşümüş yolcuları kendine çekerse, savaş da savaşçıları kendine çekerdi.

Savaşa katılmamışlardı. Talmanes yaklaşırken, kiralık kılıçlardan küçük bir grup tarafından karşılandı: kalın kollu ve –muhtemelen– kıt akıllı altı adam. Onu ve Birlik’i tanıyorlardı. Mat bugünlerde çok ünlüydü ve onunla ilişkisinden dolayı Birlik de ünlü olmuştu. Talmanes’in giysilerindeki Trolloc kanı lekelerini ve böğründeki sargıyı fark etmiş olmalıydılar.

O yara şu anda tuhaf bir biçimde yanmaya başlamıştı. Talmanes Selfar’ı dizginledi, sonra sabırla heybeleri yokladı. Buraya bir yere tütün saklamıştım…

“Ee?” diye sordu paralı askerlerden biri. Önderlerini seçmek kolaydı; en iyi zırh ondaydı. Genellikle bir adam böyle bir grubun önderliğine, hayatta kalmayı başararak gelirdi.

Talmanes heybeden en iyi ikinci piposunu çıkardı. Şu tütün neredeydi? En iyi piposunu asla savaşa götürmezdi. Babası bunun kötü şans getireceğini söylerdi.

Ah, diye düşündü, tütün kesesini çıkararak. Piposuna biraz tütün koydu, sonra bir parça çıra çıkardı ve uzanarak tetikte bir paralı askerin taşıdığı meşaleye tuttu.

“Para almazsak savaşmayız,” dedi grubun önderi. Tıknaz ve şaşırtıcı ölçüde temiz bir adamdı, ama sakalına biraz şekil verse fena olmazdı.

Talmanes piposunu yaktı ve duman üfledi. Arkasında borular çalınmaya başladı. Kraliçe’nin Marşı güzel bir ezgiydi. Borulara bağırışlar eşlik ediyordu. Talmanes arkasına baktı. Ana caddede Trolloclar vardı; bu sefer daha büyük bir grup.

Arbaletçiler saf tuttu ve Talmanes’in duyamadığı bir emre uyarak atış yapmaya başladı.

“Para olmazsa…” diye başladı adam yine.

“Bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Talmanes usulca, piposunu ağzından çıkarmadan. “Bu sonun başlangıcı. Bu, ulusların düşüşü ve insanlığın birleşmesi. Bu Son Savaş, seni lanet aptal.”

Adamlar huzursuzca kıpırdandı.

“Sen… sen Kraliçe adına mı konuşuyorsun?” dedi önderleri, bir şeyler kurtarmaya çalışarak. “Ben yalnızca adamlarıma iyi bakıldığından emin olmak istiyorum.”

“Savaşırsanız,” dedi Talmanes, “size büyük bir ödül vaat ediyorum.”

Adam bekledi.

“Nefes almaya devam edeceğinize söz veriyorum,” dedi Talmanes, piposundan bir nefes daha alarak.

“Bu bir tehdit mi Cairhienli?”

Talmanes duman üfledi, sonra eyerinde eğildi ve yüzünü önderinkine yaklaştırdı. “Bu gece bir Myrddraal öldürdüm Andorlu,” dedi usulca. “Thakan’dar kılıcıyla yaraladı beni ve yara karardı. Bu, kılıcın zehri içimi kavurmadan ve bir insanın ölebileceği en acı verici şekilde ölmeden önce, en iyi ihtimalle birkaç saatim var demek. Bu yüzden, dostum, sana kaybedecek hiçbir şeyin olmadığını söylediğimde bana güvenmeni öneririm.”

Adam gözlerini kırptı.

“İki seçeneğin var,” dedi Talmanes, atını çevirip, adamlarla yüksek sesle konuşarak. “Bizim gibi savaşabilir, bu dünyanın yeni günler görmesine yardım edebilirsiniz ve belki bu işin sonunda birkaç kuruş da kazanabilirsiniz. Buna söz veremem. Diğer seçeneğiniz de burada oturmak, insanların katledilmesini seyretmek ve kendi kendinize, parasız çalışmayacağınızı söylemek. Şanslıysanız ve geri kalanımız dünyayı sizsiz kurtarabilirse, korkak boyunlarınıza ilmek geçirilene kadar nefes alabilirsiniz.”

Sessizlik. Arkalarındaki karanlıkta borular çalınıyordu.

Kiralık kılıçların şefi yoldaşlarına baktı. Adamlar hep birden başlarını salladılar.

“Gidin şu kapıyı tutmalarına yardım edin,” dedi Talmanes. “Ben diğer paralı asker grubunu da ikna edip yardıma yollarım.”

Leilwin, Merrilor Meydanı olarak bilinen mekâna dağılmış kampları inceledi. Karanlıkta, ayın doğmasına bir süre daha varken, yemek pişirmek için yakılmış ateşlerin geceleyin kalabalık bir limandaki gemi fenerleri olduğunu hayal edebiliyordu neredeyse.

Bu, muhtemelen bir daha göremeyeceği bir manzaraydı. Leilwin Gemisiz bir kaptan değildi; bir daha asla kaptan olamayacaktı. Aksini dilemek, şimdi olduğu şeyin doğasına meydan okumak olurdu.

Bayle elini onun omzuna koydu. Uzun günler boyunca çalışmaktan kabalaşmış, kalın parmaklar. Leilwin uzandı ve elini onunkinin üzerine koydu. Tar Valon’da açtıkları o kapıyolların birinden geçmek kolay olmuştu. Bayle şehri tanıyordu, ama orada olmaktan şikayetçiydi de. “Burası kollarımdaki tüyleri diken diken ediyor,” demişti. Bir de: “Bu sokaklarda bir daha yürümemeyi dilemiştim. Dilemiştim bunu.”

Yine de onunla gelmişti. İyi bir adamdı Bayle Domon. Geçmişteki tatsız ticaret alışkanlıklarına rağmen, bu yabancı topraklarda bulabildiği en iyi adam. Bayle bütün bunları geride bırakmıştı. İşlerini yürütmenin doğru yolunu anlamasa da, elinden geleni yapıyordu.

“Bu görülecek manzara,” dedi Bayle, sessiz ışık denizinde göz gezdirerek. “Şimdi ne yapmak istiyorsun?”

“Nynaeve al’Meara ya da Elayne Trakand’ı bulacağız.”

Bayle sakallı çenesini kaşıdı; Illian tarzında, üst dudağını tıraşlıyordu. Kafasındaki saçlar farklı farklı boyutlardaydı; Leilwin onu azat ettikten sonra, başının bir kısmını tıraş etmeyi bırakmıştı. Leilwin bunu evlenebilmeleri için yapmıştı elbette.

Bu iyiydi; tıraşlı bir kafa burada dikkat çekerdi. Bazı… meseleler çözüldükten sonra, so’jhin olarak oldukça başarı göstermişti. Ama sonunda, Leilwin’in Bayle Domon’un so’jhin olmaya uygun olmadığını itiraf etmesi gerekmişti. Fazla yontulmamıştı ve hiçbir dalga o keskin kenarlan yumuşatamazdı. Asla sesli olarak söylemeyecek olsa da, Leilwin onu bu şekilde istiyordu.

“Geç oldu Leilwin,” dedi Bayle. “Belki de sabaha kadar beklememiz lazım.”

Hayır. Kamplarda bir sessizlik vardı, orası doğruydu, ama tam olarak uyku sessizliği değildi bu. Doğru rüzgarları bekleyen gemilerin sessizliğiydi.

Leilwin burada neler olup bittiğini bilmiyordu – aksanından Seanchan olduğu anlaşılmasın diye, ağzını açıp soru sormaya cesaret edememişti. Böyle bir kalabalık, uzun uzadıya plan yapmadan olmazdı. Kampın genişliği onu şaşırtmıştı; buradaki toplantı, Aes Sedailerin büyük çoğunluğunun katılmaya geldiği toplantı kulağına gelmişti. Bu tüm beklentilerini aşıyordu.

Yürümeye başladı ve Bayle de takip etti. İkisi, Bayle’nin verdiği rüşvet sayesinde eşlik etmelerine izin verilen Tar Valon hizmetkarlarına katıldılar. Bayle’nin yöntemleri Leilwin’i memnun etmiyordu, ama onun aklına da başka yol gelmemişti. Bayle’nin Tar Valon’daki eski tanıdıkları hakkında fazla düşünmemeye çalışıyordu. Eh, Leilwin bir daha bir gemiye ayak basmazsa, Bayle de kaçakçılık yapmaya fırsat bulamazdı. Küçük bir teselliydi bu.

Sen bir gemi kaptanısın. Tek bildiğin, tek istediğin bu. Bir de şimdiki haline bak Gemisiz. Leilwin ürperdi ve kollarını kendine dolamamak için yumruklarını sıktı. Hayatının geri kalanını bu değişmez topraklarda geçirmek, bir atın sağlayabileceğinden daha büyük bir hızda ilerleyememek, derin denizin havasını bir daha koklayamamak, bir daha pruvasını ufka çevirememek, demir alıp yelken açamamak…

Silkelendi. Nynaeve ve Elayne’i bul. Gemisiz olabilirdi, ama derinliklere dalıp boğulmayacaktı. Yönünü belirledi ve yürümeye başladı. Bayle hafifçe kamburunu çıkardı. Kuşkuyla, aynı anda her yönü izlemeye çalıştı. Birkaç kere, gergin dudaklarla Leilwin’e de baktı. Leilwin bunun anlamını biliyordu artık.

“Ne oldu?” diye sordu.

“Leilwin, burada ne işimiz var?”

“Sana söyledim. Bulmamız gereken…”

“Evet, ama neden? Ne yapabileceğini sanıyorsun? Onlar Aes Sedai.” “Daha önce bana saygı gösterdiler.”

“Bu yüzden bizi yanlarına kabul edeceklerini düşünüyorsun, öyle mi?”

“Belki.” Leilwin onu süzdü. “Söyle Bayle. Aklında bir şey var.”

Bayle içini çekti. “Neden bizi kabul etmelerine ihtiyacımız olsun Leilwin ? Arad Doman’da bir yerlerde kendimize bir gemi bulabiliriz. Tek bir Aes Sedai ya da Seanchan’ın olmadığı bir yerde.”

“Senin tercih ettiğin türden gemilerde çalışmam ben.”

Bayle ifadesiz bir yüzle baktı ona. “Ben dürüst bir iş yürütmeyi bilirim Leilwin. Buna hiç gerek…”

Leilwin elini kaldırarak onu susturdu, sonra elini onun omzuna koydu. Yolda durdular. “Biliyorum aşkım. Biliyorum. Hiçbir yere gitmeyen bir akıntıya kapılırken dikkatimiz dağılsın diye konuşuyorum.”

“Neden?”

O tek sözcük Leilwin’in içini, tırnağının altına saplanmış kıymık kadar acıttı. Neden? Neden Matrim Cauthon’la yolculuk ederek ta buralara kadar gelmişti gerçekten; neden Dokuz Ayın Kızı’na bu kadar yaklaşmayı göze almıştı? “Halkım dünya hakkında ciddi bir yanılgı içinde yaşıyor Bayle. Bunu yaparken adaletsizlik yaratıyorlar.”

“Seni reddettiler Leilwin,” dedi Bayle usulca. “Artık onlardan biri değilsin.”

“Ben her zaman onlardan biri olacağım. Adım geri alındı, ama kanım yerinde akıyor.”

“Hakaret için özür dilerim.”

Leilwin sertçe başını salladı. “Ben hâlâ İmparatoriçe’ye sadığım, sonsuza dek yaşasın. Ama damaneler… onun hükümranlığının temelini oluşturuyorlar. Onları kullanarak düzeni koruyor, onlar sayesinde İmparatorluğu bir arada tutuyor. Ve damaneler bir yalan.”

Sul’damlar yönlendirebiliyordu. Yeti öğrenilebiliyordu. Şimdi, bu gerçeği keşfettikten aylar sonra, zihni bu keşfin işaret ettiği tüm gerçekleri kavrayamıyordu. Başkası olsa siyasi avantaj elde etmekle daha fazla ilgilenebilirdi; başkası olsa Seanchanların arasına geri dönebilir, bu keşfi güç elde etmek için kullanabilirdi. Leilwin bunu yaptığını dileyecekti neredeyse. Neredeyse.

Ama sul’damların yakarıları… hiç de ona öğretildiği gibi olmayan Aes Sedaileri tanımaya başlaması…

Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Ama bunu yaparken tüm İmparatorluğun yıkılması tehlikesini yaratıyor olabilir miydi? Tıpkı bir shal oyunun son turları gibi, hareketlerini çok ama çok dikkatli düşünmesi gerekiyordu.

İkisi karanlıkta hizmetkar sırasını takip etmeye devam ettiler; Aes Sedailer sık sık Beyaz Kule’de bıraktıları bir şeyler almaları için geriye hizmetkar gönderiyorlardı, bu yüzden hizmetkarların gidip gelmesi olağandı – Leilwin için iyi bir şey. Sorgulanmadan Aes Sedai kampının sınırını geçtiler.

Leilwin işin bu kadar kolay olmasına şaşıyordu. Ta ki, yollarının üzerinde bekleyen adamlar görene kadar. Onları gözden kaçırmak çok kolaydı; adamlarda bir şey çevredeki manzaraya karışıyordu, özellikle de karanlıkta. Onları yalnızca aralarından biri hareket ettiğinde fark etti. Adam diğerlerinin yanından ayrıldı ve Leilwin ile Bayle’nin hemen arkasında yürümeye başladı.

Birkaç saniye sonra, onların peşine düştüğü belli oldu. Belki yürüyüş tarzları, genel hal ve tavırları yüzündendi. Sade giyinmeye özen göstermişlerdi, ama Bayle’nin sakalı onun Illianlı olduğunu gösteriyordu.

Leilwin durdu –elini Bayle’nin koluna koydu– ve peşlerinden gelen adamla yüzleşmek üzere döndü. Tariflere bakarak, bir Muhafız olduğunu varsayıyordu.

Muhafız uzun adımlarla yaklaştı. Hâlâ kampın sınırına yakındılar, çadırlar halkalar halinde dikilmişti. Leilwin bazı çadırların, bir mumdan ya da lambadan gelemeyecek kadar istikrarlı bir ışıkla aydınlatıldığını huzursuzlukla fark etmişti.

“Ho,” dedi Bayle, elini dost canlısı bir tavırla Muhafız’a kaldırarak. “Nynaeve al’Meara adlı bir Aes Sedai arıyoruz. Eğer burada değilse, Elayne Trakand da olur.”

“İkisi de burada kalmıyor,” dedi Muhafız. Uzun kollu bir adamdı ve hareketleri zarifti. Uzun, siyah saçlarla çerçevelenmiş yüzü… bitmemiş görünüyordu. Projenin yarısında ilgisini yitirmiş bir heykeltıraş tarafından kayadan oyulmuş gibi.

“Ah,” dedi Bayle. “Bizim hatamız. Nerede kamp kurduklarını söyleyebilir misin madem? İşimiz biraz acil de.” Rahatça konuşuyordu. Bayle istediğinde oldukça cana yakın olabiliyordu. Leilwin’in yapabildiğinden çok daha fazla.

“Duruma bağlı,” dedi Muhafız. “Yoldaşın da mı bu Aes Sedaileri bulmak istiyor? ”

“O…” diye başladı Bayle, ama Muhafız elini kaldırdı.

“Kendisi anlatsın,” dedi adam, Leilwin’i süzerek.

“Benim istediğim de bu,” dedi Leilwin. “İhtiyar büyükannem! Bu kadınlar bize ödeme yapmaya söz verdiler ve ben o parayı almaya kararlıyım. Aes Sedailer yalan söylemez. Bu gerçeği herkes bilir. Sen bizi onlara götürmeyeceksen, bizi götürebilecek binlerini bul.”

Sözcük seli karşısında gözleri irileşmiş olan Muhafız duraksadı. Sonra, neyse ki, başını salladı. “Bu taraftan.” Onları kampın ortasından uzaktaki bir yere yönlendirdi, ama artık kuşkulanıyormuş gibi görünmüyordu.

Leilwin sessizce nefes verdi ve Bayle ile birlikte Muhafız’ın peşine takıldı. Bayle ona gururla baktı. Sırıtışı öyle genişti ki, Muhafız arkasına dönecek olsa kesinlikle onları ele verirdi. Leilwin de gülümsemekten kendini alamadı.

Illianlı aksanını taklit etmek onun için kolay olmamıştı, ama Seanchan aksanını tehlikeli olduğu konusunda hemfikirdiler, özellikle de Aes Sedailer arasında yolculuk ederken. Bayle hiçbir Illianlının aksanma kanmayacağını iddia etmişti, ama Leilwin’in Illianlı olmayan birini kandırabilecek kadar iyi olduğu açıktı.

Aes Sedai kampından çıkıp karanlığa girdiklerinde rahatladı. İki Aes Sedai dostu olması –yaşadıkları sorunlara rağmen dosttular– Aes Sedailerle dolu koca bir kampta bulunmak istediği anlamına gelmiyordu. Muhafız onları Merrilor Meydanı’nın ortasına yakın bir açıklığa götürdü. Burada, pek çok küçük çadırdan oluşan çok geniş bir kamp vardı.

“Aieller,” dedi Bayle usulca ona. “On binlercesi var.”

İlginç. Aieller hakkında korkunç hikâyeler anlatılıyordu, tamamen doğru olamayacak efsaneler. Yine de, hikâyeler –abartılı olsalar da– bunların okyanusun bu tarafındaki en iyi savaşçılar olduğunu gösteriyordu. Farklı koşullar altında, Leilwin onlardan bir-ikisiyle çarpışmak isterdi. Elini çantasının kenarına koydu; sopasını çantanın yanındaki, kolayca ulaşabileceği uzun bir cebe saklamıştı.

Bu Aiellerin uzun boylu bir halk olduğu kesindi. Rahat rahat ateşlerin yanında aylaklık edermiş gibi görünen bazı Aiellerin önünden geçti. O gözler onları Muhafızlarınkinden daha keskin gözlerle izliyordu. Ateşlerin başında otururken bile öldürmeye hazır, tehlikeli bir halk. Bu kampın üzerinde, gecenin içinde dalgalanan bayrakları çıkartamıyordu.

“Bu kampa hangi kral ya da kraliçe hükmediyor Muhafız?” diye seslendi.

Adam ona döndü. Yüzü gecenin gölgelerinin arasında kaybolmuştu. “Senin kralın Illianlı.”

Yanında, Bayle gerildi.

Benim…

Yenidendoğan Ejder. Leilwin tökezlemediği için kendisiyle gurur duydu, ama kolay olmamıştı. Yönlendirebilen bir adam. Bu daha kötüydü, Aes Sedailerden çok daha kötü.

Muhafız onları kampın ortasındaki bir çadıra götürdü. “Şanslısınız; ışığı yanıyor.” Çadırın girişinde nöbetçi yoktu, bu yüzden adam seslendi ve içeri girme izni aldı. Çadır kapağını tek koluyla kenara çekti ve ikisine başını salladı, ama diğer eli kılıcındaydı ve savaş pozisyonunda duruyordu.

Leilwin sırtını o kılıca dönmekten nefret ediyordu, ama emredildiği gibi içeri girdi. Çadır, o tuhaf ışık kürelerinden biriyle aydınlatılmıştı ve yeşil elbiseli tanıdık bir kadın bir yazı masasında oturmuş, mektup yazıyordu. Nynaeve al’Meara, Seanchan’da telarti dedikleri kadınlardandı – ruhunda ateş olan bir kadın. Leilwin, Aes Sedailerin durgun sular kadar sakin olması gerektiğini öğrenmişti. Eh, bu kadın zaman zaman öyle olabiliyordu – ama öfkeli bir çağlayandan bir dönemeç berideki durgun sulardandı.

Onlar içeri girerken Nynaeve yazı yazmaya devam etti. Saçlarını örmemişti; serbestçe omuzlarına bırakmıştı. Direği olmayan bir gemi kadar tuhaf bir manzaraydı.

“Birazdan yanında olacağım Sleete,” dedi Nynaeve. “Son zamanlarda bu şekilde tepemde dolanıp durmanız aklıma yumurtasını kaybetmiş ana kuşları getiriyor. Aes Sedailerinizin size verecek işi yok mu?”

“Lan çoğumuz için önemli Nynaeve Sedai,” dedi Muhafız –Sleete– sakin, boğuk bir sesle.

“Öyle mi? Benim için önemli değil mi yani? Sizi odun falan kesmeye mi göndersek diye düşünüyorum gerçekten. Bir Muhafız daha gelip bir şeye ihtiyacım olup olmadığını…”

Başını kaldırdı ve sonunda Leilwin’i gördü. Nynaeve’in yüzü hemen ifadesizleşti. Soğuk. Kavurucu bir soğuk. Leilwin ter bastığını hissetti. Bu kadın onun hayatını ellerinde tutuyordu. Neden Sleete onları Elayne’e götürememişti ki? Belki de Nynaeve’den bahsetmemeliydiler.

“Bu ikisi sizi görmek istedi,” dedi Sleete. Kılıcını kınından çekmişti. Leilwin bunu görmemişti. Domon kendi kendine mırıldandı. “Onlara para ödemeye söz verdiğinizi ve parayı almaya geldiklerini iddia ettiler. Ama Kule’de kendilerini tanıtmadılar ve kapıların birinden gizlice girmenin bir yolunu buldular. Adam Illianlı. Kadın başka bir yerden. Aksanını gizliyor.”

Eh, belki de Leilwin’in aksam sandığı kadar iyi değildi. Leilwin adamın kılıcına baktı. Adam göğsüne ya da boynuna savurursa, yana yuvarlanarak darbeyi savuştururdu muhtemelen. Sopasını çekebilir ve…

Karşısında bir Aes Sedai vardı. Yerden bir daha asla kalkamazdı. Tek Güç’ten bir örgüyle yakalanırdı. Belki daha kötüsü.

“Onları tanıyorum Sleete,” dedi Nynaeve soğuk bir sesle. “Onları bana getirerek iyi yaptın. Teşekkür ederim.”

Adam kılıcını bir kez daha kınına sokmuştu. Adam bir fısıltı kadar sessizce çadırdan dışarı süzülürken Leilwin boynunda soğuk bir esinti hissetti.

“Af dilemek için geldiyseniz,” dedi Nynaeve, “yanlış kişiye geldiniz. Sizi sorgulamaları için Muhafızlara teslim etmek aklımdan geçmiyor değil. Belki bir parça kan dökerek o hain zihinlerinizden halkınız hakkında birkaç işe yarar şey kopartmayı başarabilirler.”

“Seni de yeniden görmek güzel Nynaeve,” dedi Leilwin soğuk soğuk.

“Ee, ne oldu?” diye sordu Nynaeve.

Ne mi oldu? Bu kadın neden bahsediyordu?

“Denedim,” dedi Bayle aniden, üzüntüyle. “Onlarla savaştım, ama beni kolaylıkla ele geçirdiler. Gemime ateş açıp hepimizi batırabilir, adamlarımı öldürebilirlerdi.”

“Sen ve gemindeki herkes ölse daha iyi olurdu Illianlı,” dedi Nynaeve. “Ter’angreal Terkedilmişlerden birinin eline geçti; Semirhage bir tür yargıç numarası yaparak Seanchanların arasında saklanıyordu. Gerçeksöyleyen? Sözcük bu mu?”

“Evet,” dedi Leilwin usulca. Şimdi anlıyordu. “Yeminimden döndüğüm için pişmanım, ama…”

“Pişman mısın Egeanin?” dedi Nynaeve. Ayağa kalkarken sandalyesini geriye devirdi. “Dünyayı tehlikeye atmak, hepimizi karanlığın kıyısına kadar götürmek ve kenardan aşağı itmek söz konusu olduğunda ‘pişmanlık’ benim kullandığım sözcük olmazdı! Semirhage o aracın kopyalarını yaptırdı, kadın. Biri Yenidendoğan Ejder’in boynuna takıldı. Yenidendoğan Ejder’in kendisi, Terkedilmişlerden birinin kontrolünde!”

Nynaeve ellerini havaya fırlattı. “Işık! Senin yüzünden sonun gelmesine bir yürek atımı kadar zaman kalmıştı. Her şeyin sonu. Desen’in, dünyanın, her şeyin! Senin dikkatsizliğin yüzünden milyonlarca can sönüp gidecekti.”

“Ben…” Leilwin’in başarısızlıkları aniden devasa görünmeye başlamıştı. Hayatı… kaybolmuştu. Hatta adını kaybetmişti. Gemisi, bizzat Dokuz Ayın Kızı tarafından elinden alınmıştı. Bunun ışığında hiçbirinin önemi yoktu.

“Savaştım,” dedi Bayle daha kararlı bir sesle. “Tüm gücümle savaştım.”

“Öyle görünüyor ki benim de sana katılmam gerekirdi,” dedi Leilwin.

“Bunu açıklamaya çalıştım,” dedi Bayle sertçe. “Defalarca açıklamaya çalıştım, kavrulayım, ama denedim.”

“Hah,” dedi Nynaeve, elini alnına kaldırarak. “Burada ne işin var Egeanin? Öldüğünü umuyordum. Yemin ettiğin şeyi yapmaya çalışırken ölseydin seni suçlamazdım.”

Onu kendi ellerimle Suroth’a teslim ettim, diye düşündü Leilwin. Canım karşılığında ödediğim bir bedel, tek çıkış yolu.

“Ee?” Nynaeve dik dik baktı ona. “Söyle Egeanin.”

“Artık o adı taşımıyorum.” Leilwin dizleri üzerine çöktü. “Her şeyim elimden alındı, ki görünüşe göre buna şerefim de dahil. Bedel olarak sana kendimi veriyorum.”

Nynaeve hıhladı. “Siz Seanchanların aksine biz insanları hayvanmış gibi tutsak etmeyiz.”

Leilwin yerden kalkmadı. Bayle elini onun omzuna koydu, ama onu ayağa kaldırmaya çalışmadı. Leilwin’in bunu neden yapması gerektiğini anlıyordu artık. Adam hemen hemen uygarlaşmıştı.

“Ayağa kalk,” diye terslendi Nynaeve. “Işık, Egeanin. Eskiden öyle güçlüydün ki, taşlan çiğneyip kum tükürebilirdin.”

“Beni güden de gücüm zaten,” dedi Leilwin, gözlerini yere indirerek. Nynaeve bunun ne kadar zor olduğunu anlamıyor muydu? Kendi boğazını kesmek daha kolay olurdu, ama bu denli kolay bir son talep edecek kadar şerefi kalmamıştı.

“Ayağa kalk!”

Leilwin denileni yaptı.

Nynaeve pelerinini yatağın üzerinden kaptı ve üzerine aldı. “Gel. Seni Amyrlin’e götürelim. Belki o seninle ne yapacağını bilir.”

Nynaeve gecenin içine fırladı ve Leilwin de takip etti. Kararını vermişti. Mantıklı gelen tek bir yol kalmıştı, bir kırıntı da olsa şerefini koruyabileceği tek bir yol. Belki bunca uzun zamandır onlara söylenen yalanlardan sonra halkının yok olmasını engellemenin tek bir yolu.

Leilwin Gemisiz artık Beyaz Kule’ye aitti. Onlar ne derse desin, ona ne yapmaya çalışırlasa çalışsınlar, bu gerçek değişmeyecekti. Leilwin’in sahibiydiler. Bu Amyrlin’e da’covale olacaktı ve yelkeni rüzgarda parçalanmış bir gemi gibi bu fırtınada yol alacaktı.

Belki kalan o şeref kırıntısıyla bu kadının güvenini kazanabilirdi.


“Acıya karşı eski bir Sınırboylu çaresinin parçası,” dedi Melten, Talmanes’in böğründeki sargıyı kaldırarak. “İrinyaprağı lanetli metalin bıraktığı lekeyi yavaşlatır.”

Melten ince yapılı, saçları düz kesilmiş bir adamdı. Andorlu bir oduncu gibi, basit bir gömlek ve pelerin giyinişti, ama Sınırboylu aksanıyla konuşuyordu. Kesesinde, zaman zaman Birlik’in diğer üyeleri için jonglörlük yapmakta kullandığı bir dizi renkli top vardı. Başka bir yaşamda, âşık olabilirdi.

Birlik’e katılmış olması tuhaftı, ama öyle ya da böyle, Birlik’in tüm üyeleri sıradışıydı.

“Zehri nasıl dindirdiğini bilmiyorum,” dedi Melten. “Ama dindiriyor. Bu doğal bir zehir değil ama. Emip çıkaramıyorsun.”

Talmanes elini böğrüne bastırdı. Derisinin altında dikenli sarmaşıklar dolaşıyormuş, sürünerek yayılıyor, her hareketinde etini kıyıyormuş gibi yanıyordu. Zehrin vücudunda dolaştığını hissedebiliyordu. Işık, canı çok yanıyordu.

Yakında, Birlik’in adamları Caemlyn’de savaşa savaşa Saray’a doğru ilerliyordu. Güney kapısından girmişlerdi ve paralı asker birliklerini –Sandip’in komutası altında– batı kapısını tutmak üzere geride bırakmışlardı.

Şehrin herhangi bir yerinde insan direnişi kaldıysa, o da Saray’da olmalıydı. Ne yazık ki, Talmanes’in bulunduğu yerle Saray arasındaki bölgede Trolloc yumrukları dolaşıyordu. İkide bir canavarlarla karşılaşıyorlar ve savaşa girmek zorunda kalıyorlardı.

Talmanes Saray’a ulaşmadan orada direniş olup olmadığını öğrenemeyecekti. Bu, adamlarını savaşa savaşa oraya götürmek ve o Trolloc yumrukları arkalarına dolanırsa gerideki güçlerinden yalıtılmak anlamına geliyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Saray savunmasından geriye ne kaldığını –eğer bir şey kalmışsa– öğrenmesi gerekiyordu. Oradan şehrin içine saldırabilir, ejderleri ele geçirmeye çalışabilirdi.

Hava kan ve duman kokuyordu. Savaşa verdikleri kısa bir mola sırasında, geçmek için yer açılsın diye ölü Trollocları caddenin sağ tarafına yığdılar.

Şehrin bu kısmında da mülteciler vardı, ama o kadar kalabalık değildiler. Selden çok dere denebilirdi onlara, Talmanes ve Birlik Saray’a giden caddeyi adım adım ele geçirirken karanlıktan dışarı sızıyorlardı. Bu mülteciler Birlik’in mallarını korumasını ya da evlerini kurtarmalarını talep etmiyordu. İnsan direnişi görünce sevinçten ağlıyorlardı. Birlik’in açtığı güvenlik koridorunu kullanarak onları özgürlüğe götürmek Madwin’in sorumluluğundaydı.

Talmanes, gecenin içinde zar zor görülebilen Saray’a doğru harekete geçti. Şehrin büyük kısmı yanıyordu, ama Saray tutuşmamıştı. Dumanlı gecede beyaz duvarları hayalet gibi yükseliyordu. Ateş yoktu. Bu, direniş olduğunu gösteriyor olmalıydı, değil mi? Trolloclar şehirde ilk oraya saldırmazlar mıydı?

Talmanes adamlarına –ve kendine– bir mola verirken izcileri önden yukarıya yollamıştı.

Melten, Talmanes’in merhemini sarmayı bitirdi.

“Teşekkür ederim Melten,” dedi Talmanes, adama başını sallayarak. “Merhemin işe yaradığını şimdiden hissedebiliyorum. Bunun acıyı tedavi etmenin bir parçası olduğunu söyledin. Diğer parçası nedir?”

Melten kemerinden metal bir matara çekti ve uzattı. “Sapasağlam bir Shienar brendisi.”

“Savaş sırasında içmek iyi bir fikir değil adam.”

“Alın,” dedi Melten usulca. “Matarayı alın ve bol bol için Lordum. Yoksa bir sonraki çanda ayakta olmazsınız.”

Talmanes duraksadı, sonra matarayı kaptı ve büyük bir yudum aldı. İçki de yara gibi yakıyordu. Öksürdü, sonra matarayı kaldırdı. “Bence şişelerini karıştırmışsın Melten. Bu tabaklama fıçısından alınmış bir şey.”

Melten hıhladı. “Bir de sizin espriden anlamadığınızı söylerler Lord Talmanes.”

“Anlamam da,” dedi Talmanes. “Kılıcınla birlikte, yakınımda kal.”

Melten ciddi bir ifadeyle başını salladı. “Dehşetbelası,” diye fısıldadı.

“O nedir?”

“Sınırboylu ünvanı. Bir Soluk biçtiniz. Dehşetbelası.”

“Çoktan on yedi okun hedefi olmuştu.”

“Fark etmez.” Melten elini onun omzuna koydu. “Dehşetbelası. Acıya dayanamaz olduğunuzda iki yumruğunuzu bana doğru kaldırın. Ben işi görürüm.”

Talmanes inleyerek doğruldu. İkisi de anlıyordu. Birlik’teki pek çok Sınırboylu da aynı fikirdeydi. Thakan’dar kılıcının açtığı yaralar öngörülemezdi. Bazıları hızla işlerdi, diğerleri adamı hasta ederdi. Ama Talmanes’inki gibi karardığında… en kötüsü buydu. Birkaç saat içinde bir Aes Sedai bulmaktan başka hiçbir şey kurtaramazdı onu.

“Gördün mü,” diye mırıldandı Talmanes, “iyi ki espriden anlamıyorum, yoksa Desen’in bana şaka yaptığını düşünürdüm. Dennel! Yakında harita var mı?” Işık, Vanin i özlüyordu.

“Lordum,” dedi Dennel, elinde bir meşale ve çarçabuk çizilmiş bir haritayla karanlık sokakta koşarak gelirken. Birlik’in ejder yüzbaşılarından biriydi. “Aludra’nın ejderlerini depoladığı yere gitmenin daha hızlı bir yolunu buldum sanırım.”

“İlk önce savaşa savaşa Saray’a gideceğiz,” dedi Talmanes.

“Lordum.” Dennel’in sözcükleri geniş dudaklarından usulca dökülüyordu. “Gölge o ejderlere ulaşırsa…”

“Tehlikelerin farkındayım Dennel, teşekkür ederim. Onlara ulaşabildiğimizi varsayarsak, onları ne kadar hızlı nakledebiliriz? Kendimizi fazla zorlayacağımızdan korkuyorum. Bu şehir, bir Yüksek Lord’un metresine yazdığı yağa bulanmış aşk mektuplarından daha hızlı tutuşuyor. Silahları almak ve şehirden bir an önce ayrılmak istiyorum.”

“Bir-iki atışta düşman istihkamını yerle bir edebilirim Lordum, ama ejderler hızlı taşınmaz. Arabalara bağlılar, bu işe yarar, ama erzak arabalarından daha hızlı gidemezler. Ve doğru düzgün kurup ateşlemek de zaman alır.”

“O zaman Saray’a doğru yolumuza devam ederiz,” dedi Talmanes.

“Ama…”

“Saray’da,” dedi Talmanes sertçe, “bizim için doğrudan Aludra’nın deposuna kapıyol açabilecek, yönlendirebilen kadınlar bulabiliriz. Dahası, hâlâ savaşan Saray Muhafızları bulursak, arkamızı kollayan bir dostumuz olduğunu biliriz. O ejderleri alacağız, ama bunu akıllıca yapacağız.”

Ladwin ile Mar’ın koşaradım yaklaştığını fark etti. “Yukarıda Trolloclar var!” dedi Mar, Talmanes’e doğru seğirterek. “En az yüz tane. Caddeyi kesmişler.”

“Saf tutun askerler!” diye bağırdı Talmanes. “Saray’a gidiyoruz!”


Ter çadırı tamamen sessizleşti.

Aviendha hikâyesine inanmamalarını beklemişti. Soruları kesinlikle beklemişti. Ama bu acılı sessizliği beklememişti.

Beklememiş olsa da, anlıyordu. Gelecekte, Aiellerin ji’e’toh’u yavaş yavaş kaybettiği görüsünü izlerken o da hissetmişti. Halkının ölümüne, şerefsizliğine, yıkımına tanık olmuştu. En azından şimdi bu yükü paylaşabileceği binleri vardı.

Tenceredeki kızgın taşlar hafif hafif hışırdıyordu. Biri üstlerine daha fazla su dökmeliydi, ama odadaki altı kişinin hiçbiri yerinden kıpırdamadı. Diğer beşi, tıpkı Aviendha gibi, ter çadırlarının adetince çıplak olan Bilgelerdi. Sorilea, Amys, Bair, Melaine ve Tomanelle Aiellerinden Kymer. Hepsi dümdüz önlerine bakıyorlardı, her biri bir anlığına kendi düşünceleriyle baş başaydı.

Teker teker sırtlarını dikleştirdiler ve yeni bir yükü kabullenirmiş gibi doğruldular. Bu Aviendha’nın içini rahatlattı. Haberin onları yıkacağını beklediğinden değil. Yine de, yüzlerini tehlikeden çevirmek yerine tehlikeye çevirdiklerini görmek güzeldi.

“Köreden artık dünyaya daha yakın,” dedi Melaine. “Desen bir şekilde çarpıldı. Düşte hâlâ olabilecek ya da olmayabilecek pek çok şey görüyoruz, ama olasılıklar çok fazla. Olacağı olmayacaktan ayırt edemiyoruz. Düşgez– ginleri için halkımızın kaderi belirsiz. Son Gün’de Köreden’in gözüne tükürdükten sonra Car’a’carn’ın kaderi de öyle. Aviendha’nın gördüğünün doğru olup olmadığını bilmiyoruz.”

“Bunu sınamalıyız,” dedi Sorilea, taş gibi bakışlarla. “Bilmek zorundayız. Artık her kadın diğeri yerine bu görüyü mü görüyor, yoksa bu deneyim sana mı özel?”

“Darynelerden Elenar,” dedi Amys. “Eğitimi tamamlanmak üzere; Rhuidean’ı ziyaret edecek bir sonraki kadın o Hayde ile Shanni’den onu cesaretlendirmelerini isteyebiliriz.”

Aviendha ürpertisini bastırdı. Bilgelerin ne kadar ‘cesaret verici’ olabildiğini çok iyi biliyordu.

“Bu iyi olur,” dedi Bair, öne eğilerek. “Belki de biri cam sütunlardan ikinci kez geçince bu oluyordur. Belki de bu yüzden yasaklanmıştır.”

Hiçbiri Aviendha’ya bakmıyordu, ama Aviendha onların onu değerlendirdiklerini hissedebiliyordu. Yaptığı şey yasaktı. Rhuidean’da olanlardan bahsetmek de tabuydu.

Onu paylamayacaklardı. Rhuidean onu öldürmemişti; bu Çark’ın dokuduğu bir şeydi. Bair uzaklara bakmaya devam etti. Aviendha’nın yüzünün ve göğüslerinin yanlarından ter akıyordu.

Banyo yapmayı özlemiyorum, dedi kendi kendine. O, yumuşak bir ıslaktopraklı değildi. Yine de, dağların bu yanında ter çadırı o kadar da gerekli değildi. Geceleri acı bir soğuk yoktu, bu yüzden çadırın içindeki sıcak rahatlatıcı değil, boğucu geliyordu. Ve banyo yapmak için bol bol su vardı…

Hayır. Çenesini kaldırdı. “Konuşabilir miyim?”

“Aptal olma kızım,” dedi Melaine. Kadının karnı şişmişti, doğum yakındı. “Sen artık bizden birisin. İzin alman gerekmiyor.”

Kızım mı? Onların Aviendha’yı aralarından biri olarak görmeleri zaman alacaktı, ama çaba harcadıkları kesindi. Kimse ondan çay yapmasını ya da tencereye su atmasını istemiyordu, İçeride çırak ya da hazır bekleyen bir gai’shain yokken, bu işleri sırayla yapıyorlardı.

“Ben görünün tekrarlanıp tekrarlanmayacağından çok gösterdiği şey hakkında endişeleniyorum. Gördüklerim olacak mı? Durdurabilir miyiz?”

“Rhuidean iki tür görü gösterir,” dedi Kymer. Genç bir kadındı, Aviendha’yla aralarında on sene bile yoktu. Koyu kırmızı saçları ve uzun, güneş yanığı bir yüzü vardı. “Sütunlara yaptığın ilk ziyaret neler olabileceğini gösterir. İkincisi ise neler olduğunu.”

“Üçüncüsü ikisi de olabilir,” dedi Amys. “Sütunlar geçmişi her zaman tam olarak doğru gösterir; geleceği de aynı ölçüde doğru neden göstermesin?”

Aviendha’nın yüreği hopladı.

“Ama neden,” dedi Bair usulca, “neden sütunlar değiştiremeyeceğimiz bir çaresizliği göstersin? Hayır. Buna inanmayı reddediyorum. Rhuidean bize her zaman görmemiz gereken şeyleri gösterdi. Bizi yok etmek için değil, bize yardım etmek için. Bu görünün de bir amacı olmalı. Bizi daha büyük bir şerefe teşvik etmek için olabilir mi?”

“Bu önemli değil,” dedi Sorilea sertçe.

“Ama…” diye başladı Aviendha.

“Bu önemli değil,” diye tekrarladı Sorilea. “Eğer bu görü değiştirilemezse, eğer kaderimiz söylediğin gibi… düşmekse… tekimiz bile onu değiştirmeye çalışmayı bırakır mıyız?”

Oda sessizleşti. Aviendha başını iki yana salladı.

“Ona, değiştirilebilirmiş gibi yaklaşmamız lazım,” dedi Sorilea. “Sorunu düşünmemek en iyisi Aviendha. Ne yol seçeceğimize karar vermeliyiz.” Aviendha başını salladı. “Ben… Evet, evet, haklısın Bilge.”

“Ama ne yapacağız?” diye sordu Kymer. “Neyi değiştireceğiz? Şimdilik, Son Savaş kazanılmalı.”

“Görünün değiştirilemez olduğunu dileyeceğim neredeyse,” dedi Amys. “Çünkü en azından bu savaşı kazanacağımızı kanıtlıyor.”

“Hiçbir şeyi kanıtlamıyor,” dedi Sorilea. “Köreden’in zaferi Desen’i parçalar. Bu yüzden geleceğe dair hiçbir görü kesin değildir ve güvenilemez. Gelecek Çağlarda neler olabileceğine dair kehanetlerde bile, eğer Köreden bu savaşı kazanırsa, her şey yok olur.”

“Gördüğüm görünün Rand’ın planladığı bir şeyle ilgisi olması lazım,” dedi Aviendha.

Ona döndüler.

“Yarın,” dedi. “Bana anlattıklarınıza bakarak, önemli bir şey açıklamaya hazırlanıyor.”

Car’a’carn… dramatik açıklamalardan hoşlanıyor,” dedi Bair, sevgi dolu bir sesle. “Sırf bütün sabah şakıya şakıya dinleyen herkese anlatmak için bütün gece çalışıp yuva yapan krokokuş gibi.”

Aviendha Merrilor’daki toplantıyı duyduğunda şaşırmıştı; sırf Rand al’Thor’la arasındaki bağı kullanarak onun nerede olduğunu belirleyerek öğrenmişti bunu. Buraya gelip bunca insanı bir arada bulunca, ıslaktopraklı güçlerinin toparlandığını görünce, bunun gördüğü şeylerin bir parçası olup olmadığını merak etmişti. Bu toplantı, görüsünde olacakların başlangıcıydı.

“Bilmem gerekenden daha fazlasını biliyormuşum gibi hissediyorum.” Neredeyse kendi kendine konuşuyordu.

“Geleceğin neleri saklıyor olabileceğine dair derin bir bakışa sahip oldun,” dedi Kymer. “Bu seni değiştirecek Aviendha.”

“Yarın anahtar olacak,” dedi Aviendha. “Onun planı.”

“Söylediklerine bakarak,” diye yanıt verdi Kymer, “Aielleri, kendi halkını göz ardı etmeye niyeti varmış gibi görünüyor. Neden başka herkese iltimaslar bağışlasın, ama bunu en çok hak edenlerden esirgesin? Bize hakaret etmeye mi çalışıyor?”

“Sebebin bu olduğunu sanmıyorum,” dedi Aviendha. “Bence katılanlardan taleplerde bulunmayı planlıyor, onlara armağanlar vermeyi değil.”

“Bir bedelden bahsetti,” dedi Bair. “Diğerlerine ödetmeyi düşündüğü bir bedel. Bu bedelin ne olduğunu kimse ağzından koparamadı.”

“Bu akşam kapıyol kullanarak Tear’a gitti ve bir şey alıp döndü,” dedi Melaine. “Kızlar raporladı – artık onları yanında götürme yeminine uyuyor. Bedeli sorduğumuz zaman, Aiellerin endişelenmesi gereken bir şey olmadığını söyledi.”

Aviendha kaşlarını çattı. “Yapması gerektiğini hepimizin bildiği şeyi yapmak için insanlardan bir bedel mi talep edecek? Belki de Deniz Halkı’nın gönderdiği bakıcıyla çok fazla zaman geçiriyor.”

“Hayır, bu iyi bir şey,” dedi Amys. “Bu insanlar Car’a’carn’dan çok fazla şey istiyor. Karşılığında onun da onlardan bir şeyler istemesi doğru. Onlar yumuşak bir halk; belki de Car’a’carn onları sertleştirmeyi hedefliyordur.”

“Bu yüzden de bizi devredışı bırakıyor,” dedi Bair usulca, “çünkü bizim zaten zorlu olduğumuzu biliyor.”

Çadıra sessizlik çöktü. Amys kaygılı bir ifadeyle kazandaki kızgın taşlara kepçeyle su döktü. Taşlar tısladı ve buharlar yükseldi.

“İşte bu,” dedi Sorilea. “Bize hakaret etmek gibi bir niyeti yok. Kendine göre, bizi şereflendiriyor.” Başını iki yana salladı. “Bu işlerden anlaması gerekirdi.”

“Genellikle,” diye onayladı Kymer, “Car’a’carn, tıpkı bir çocuk gibi, yanlışlıkla hakaret ediyor. Biz güçlüyüz, bu yüzden talebi –her ne ise– önem taşımıyor. Diğerlerinin ödeyebileceği bir bedelse biz de ödeyebiliriz.”

“Bizim adetlerimizi doğru düzgün öğrenmiş olsa bu tür hatalar yapmazdı,” diye mırıldandı Sorilea.

Aviendha onun bakışlarına aynı şekilde karşılık verdi. Hayır, onu gerektiği gibi eğitememişti – ama Rand al’Thor’un inatçı olduğunu biliyorlardı. Dahası, artık Aviendha diğer kadınların dengiydi. Gerçi, Sorilea’nın dudakları gergin, kınamayla dolu yüzüne bakarken bu şekilde hissetmekte güçlük çekiyordu.

Belki de Elayne gibi ıslaktopraklılarla çok fazla zaman geçirdiği içindi, ama aniden her şeyi Rand’ın gözleriyle görmeye başlamıştı. Aielleri bu bedelden muaf tutmak –eğer gerçekten de kastı buysa– şerefli bir eylemdi. Diğerleriyle birlikte Aiellerden de bir bedel talep etmiş olsa, bu aynı Bilgeler diğer ıslaktopraklılarla aynı kaba konmaktan alınırlardı.

Rand ne planlıyordu? Aviendha görülerde buna dair ipuçları yakalıyordu, ama bir sonraki gün Aielleri sonlarına götürecek yolculuğun başlayacağından gittikçe daha emin oluyordu.

Bunun olmasını engellemek zorundaydı. Bir Bilge olarak ilk işi buydu ve muhtemelen ona verilen en önemli görev olacaktı. Başarısızlığa uğramayacaktı.

“Aviendha’nın görevi yalnızca Car’a’carn’a ders vermek değildi,” dedi Amys. “İyi bir kadının dikkatli gözleri altında sağ ve salim olduğunu bilmek için neler vermezdim.” Anlamlı bir ifadeyle Aviendha’ya baktı.

“O benim olacak,” dedi Aviendha kararlılıkla. Ama senin için değil Amys, halkımız için de değil. İçinde yükselen duygunun gücü onu şok etti. O bir Aieldi. Halkı onun için her şey demekti.

Ama bu seçim onların seçimi değildi. Bu, Aviendha’nın seçimiydi.

“Seni uyarayım Aviendha,” dedi Bair, elini onun bileğine koyarak. “Sen yanından ayrıldığından beri değişti. Güçlendi.”

Aviendha kaşlarını çattı. “Hangi açıdan?”

“Ölüme kucak açtı,” dedi Amys, gururlu bir sesle. “Hâlâ kılıç kuşanıyor ve ıslaktopraklı giysileri giyiyor olabilir, ama artık sonunda tam olarak bizden biri.”

“Bunu görmeliyim,” dedi Aviendha. “Planları hakkında neler öğrenebiliyorsam öğreneceğim.”

“Fazla zamanımız kalmadı,” diye uyardı Kymer.

“Bir gece kaldı,” dedi Aviendha. “Yeterli olur.”

Diğerleri başlarını salladılar ve Aviendha giyinmeye başladı. Beklenmedik bir şekilde, diğerleri de ona katılarak giyinmeye başladılar. Öyle görünüyordu ki, Aviendha’nın verdiği haberi önemli bulmuşlardı ve burada oturup konuşmaya devam etmek yerine, diğer Bilgelerle paylaşmaya gidiyorlardı.

Dışarı çıkan ilk kişi Aviendha oldu. Ter çadırının boğucu sıcağından uzak, serin hava tenine iyi geldi. Derin bir nefes aldı. Zihni yorgunluktan ağırlaşmıştı, ama uykunun beklemesi gerekecekti.

Çadır kapakları diğer Bilgelerin ardından hışırdadı. Melaine ve Amys kendi aralarında usul usul konuşarak gecenin içine seğirttiler. Kymer amaçlı bir tavırla, kampın Tomanelle kısmına doğru yürüdü. Belki de kız kardeş-babası olan, Tomanelle şefi Han ile konuşacaktı.

Aviendha da oradan ayrılacak oldu, ama kemikli bir el kolunu yakaladı. Omzunun üzerinden arkaya baktığı zaman, Bair’in bluzu ve eteği içinde arkasında olduğunu gördü.

“Bilge,” dedi Aviendha, düşünmeden.

“Bilge,” diye yanıt verdi Bair gülümseyerek.

“Bir şey mi vardı…”

“Rhuidean’a gitmek istiyorum,” dedi Bair, gökyüzüne bakarak. “Bana bir kapıyol açma nezaketini gösterir misin?”

“Cam sütunlardan geçeceksin.”

“Birimizin geçmesi gerek. Amys ne derse desin, Elenar hazır değil, özellikle de… bu nitelikte bir şey görmeye hazır değil. O kız günlerinin yarısını çürümeye yüz tutmuş leşin başına çökmüş akbaba gibi gaklayarak geçiriyor.”

“Ama…”

“Ah, sen de başlama. Sen bizden birisin Aviendha, ama yine de büyükannen çocukken ona göz kulak olmuş olabilecek kadar yaşlıyım.” Bair başını iki yana salladı; beyaz saçları ay ışığı altında parlıyordu neredeyse. “Gidebilecek en uygun kişi benim,” diye devam etti. “Yönlendiricilerin gelecek savaş işin esirgenmesi gerekiyor. Bir çocuğun o sütunların arasından geçmesine izin veremem artık. Ben yaparım. Şimdi, şu kapıyol? Talebimi yerine getirecek misin, yoksa Amys’in başına bela olmam mı gerekecek?”

Aviendha birinin Amys’in başına bela olmasını görmek isterdi. Belki Sorilea yapabilirdi bunu. Ama yanıt vermedi ve kapıyolu açan örgüyü ördü.

Gördüğü şeyleri bir başkasının da görmesi fikri midesini düğüm düğüm ediyordu. Bair de tıpatıp aynı görüyle geri dönerse, bu ne anlama gelirdi? Bu geleceğin daha olası olduğu anlamına mı gelirdi?

“O kadar mı korkunçtu?” diye sordu Bair usulca.

“Dehşet verici. Mızrakları ağlatacak, taşları un ufak edecek bir görüntü Bair. Köreden’le bizzat savaşmayı tercih ederim.”

“O zaman bir başkası yerine benim gitmem çok daha iyi olur. Bunu aramızda en güçlü kişinin yapması gerek.”

Aviendha tek kaşını kaldırmaktan alıkoydu kendini. Bair sağlam kösele kadar zorluydu, ama diğer Bilgeler de çiçek yaprağı sayılmazdı tam olarak. “Bair,” dedi Aviendha. Aklına bir fikir gelmişti. “Nakomi adlı bir kadınla karşılaştın mı hiç?”

“Nakomi,” dedi Bair. “Eski bir isim. Bu ismi kullanan kimseyle karşılaşmadım. Neden?”

“Rhuidean’a giderken bir Aiel kadınla karşılaştım,” dedi Aviendha. “Bilge olmadığını iddia etti, ama üzerinde Bilge hali vardı…” Başını iki yana salladı. “Öylesine, meraktan sordum.”

“Eh, bu görülerin doğru olup olmadığını göreceğiz,” dedi Bair, kapıyoldan geçerek.

“Ya doğruysa Bair?” diye sordu Aviendha. “Ya yapabileceğimiz hiçbir şey yoksa?”

Bair döndü. “Çocuklarını gördüğünü söylemiştin, değil mi?”

Aviendha başını salladı. Görünün o kısmından ayrıntılı olarak bahsetmemişti. Kişisel bir şey gibi gelmişti.

“Çocuklardan birinin adını değiştir,” dedi Bair. “Görüde çocuğun adının ne olduğundan kimseye bahsetme, bize bile. O zaman anlarsın. Eğer bir şey değişikse, başka şeyler de farklı olabilir. Olacaktır. Bu bizim kaderimiz değil Aviendha. Bu bizim kaçınacağımız yol. Birlikte.”

Aviendha başını salladı. Evet. Basit bir değişiklik, küçük ama çok anlamlı bir değişiklik. “Teşekkür ederim Bair.”

Yaşlı Bilge ona başını salladı, sonra kapıyoldan geçti ve gecenin içinde koşarak şehre doğru uzaklaştı.

Talmanes kaba zincir zırh kuşanmış iriyarı, yabandomuzu yüzlü Trolloc’u omuzladı. Yaratık korkunç kokuyordu, duman, ıslak post ve yıkanmamış et gibi. Trolloc Talmanes’in saldırısı karşısında homurdandı; bu yaratıklar Talmanes’in saldırısı karşısında hep şaşırıyorlardı.


Talmanes geriledi ve kılıcını yere yıkılan canavarın böğründen kurtardı. Sonra öne atıldı ve bacağını tırmalayan çentik çentik tırnaklara aldırmadan, kılıcını yaratığın boğazına sapladı. Yaratığın aşırı insansı gözlerindeki can soldu.

Adamları savaşıyor, bağırıyor, homurdanıyor ve öldürüyordu. Sokak, dik bir yokuşla saraya doğru yükseliyordu. Trolloc sürüleri oraya yerleşmiş sokağı tutuyor, Birlik’in en tepeye ulaşmasını engelliyorlardı.

Talmanes bir binaya yaslandı – bir yanındaki bina yanıyor, sokağı vahşi renklerle aydınlatıyor, Talmanes’i ısıya boğuyordu. O yangın, yarasının alev alev, korkunç acısıyla karşılaştırılınca soğuk geliyordu. Yangı bacağından ayağına uzanıyordu ve omzuna doğru tırmanmaya başlamışa.

Kan ve lanet küller, diye düşündü. Pipom ve kitabımla, birkaç yalnız ve huzurlu saat için neler vermezdim. Savaşta ihtişamla ölmekten bahsedenler kahrolası aptallardı. Bu ateş ve kanla dolu kargaşanın ortasında ölmekte ihtişamlı bir taraf yoktu. Ona kalsa, sessiz bir ölümü tercih ederdi.

Talmanes, yüzünden terler akarak, zorla ayağa kalktı. Aşağıda, Trolloclar Talmanes’in gerideki güçlerinin ardına toplanmışlardı. Geri dönüş yolunu kapatmışlardı, ama Talmanes ilerideki Trollocları biçerek ilerleyebiliyordu.

Geri çekilmek zor olurdu. Bu yol Trolloclarla doluydu ve şehirde savaş olması, Talmanes’in güçleri ilerlerken ve daha sonra geri çekilirken Trollocların küçük gruplar halinde sokaklarda dolanıp yandan saldırmasının mümkün olması anlamına geliyordu.

“Bütün gücünüzle saldırın!” diye bağırdı Talmanes. Kendini sokaktan yukarı, yolu kesen Trolloclara doğru fırlattı. Saraya çok yaklaşmışlardı. Keçi suratlı bir Trolloc’un kılıcını, Dennel’in kafasını uçuracakken kalkanıyla karşıladı. Talmanes yaratığın silahını geri itmeye çalıştı, ama Işık, Trolloclar güçlüydü. Dennel kendini toparlar, Trolloc’un baldırına saldırarak onu yere devirirkenn, Talmanes yaratığın onu yere yıkmasını zar zor önleyebildi.

Yanında Melten’le birlikte yürümeye başladı. Sınırboylu, Talmanes’in hayatını sona erdirecek bir kılıca ihtiyaç duyması ihtimaline karşı, yanından ayrılmama sözünü tutmuştu. İkisi saldırının başını çekiyorlardı. Trolloclar gevşediler, sonra hırlayarak, gözleri ve silahları ateşlerin ışığında çakmak çakmak, kükreyen bir kürk yığını halinde toparlandılar.

Sayıları çok fazlaydı.

“Dayanın!” diye bağırdı Talmanes. “Lord Mat ve Kızıl El Birliği adına!”

Mat burada olsa, muhtemelen çok küfreder, çok yakınır, sonra gider, bir tür savaş meydanı mucizesiyle herkesi kurtarırdı. Talmanes Mat’in çılgınlık ve deha karışımını taklit edemezdi, ama narası adamlara cesaret vermiş gibiydi. Adamları safları sıkılaştırdılar. Gavid iki düzine arbaletçisini –Talmanes’in elinde kalan son arbaletçileri– yanmamış bir binanın tepesine dizdi. Trolloc sürüsüne ok yağdırmaya başladılar.

Ok yaylımı insanlardan oluşmuş bir düşman ordusunu dağıtabilirdi, ama Trolloclar üzerinde fazla etkili olmadı. Oklar birkaç Trolloc’u devirdi, ama Talmanes’in umduğu kadar çok değil.

Arkada bir yerde bir Soluk daha olmalı, diye düşündü. Trollocları One sürüyor. Işık, bir taneyle daha savaşamam. Devirdiğim Trolloc’la da savaşmamam gerekirdi!

Ayakta bile olmaması gerekirdi. Melten’in brendi matarası tükenmişti, acısını dindirebildiği kadar dindirmişti. Zihni, izin verebildigince bulanıktı şimdiden. Adamlarının önünde, Dennel ve Londraed ile birlikte, savaşmaya yoğunlaşmıştı. Döktükleri Trolloc kanı yokuştan aşağı akıyordu.

Birlik iyi bir savaş veriyordu, ama sayıca azınlıktaydılar ve bitkin düşmüşlerdi. Aşağıda, arkalarındaki Trolloclara yeni bir Trolloc yumruğu katıldı.

İşte buydu. Ya arkadaki sürüye saldıracak ve sırtlarını öndeki sürüye döneceklerdi, ya da adamlarını daha küçük birliklere ayıracak, yan sokaklardan çekilip aşağıdaki kapıda yeniden toplanmalarını emredecekti.

Talmanes emir vermeye hazırlandı.

“İleri Beyaz Aslan!” diye bağırdı birileri. “Andor ve Kraliçe adına!”

Talmanes hızla döndü ve kırmızı-beyazlı adamların tepedeki Trolloc saflarını yardığını gördü. Andorlu kargılı askerlerden oluşan ikinci bir güç bir yan sokaktan fırlayarak, Talmanes’in adamlarını sarmış olan Trolloc sürüsünü arkadan kuşattı. Saldıran kargılı askerlerin karşısında Trolloclar dağıldı ve birkaç dakika içinde tüm sürü, tıpkı irin dolu bir kabarcık gibi patladı ve Trolloclar her yöne saçıldı.

Talmanes sendeleyerek geriledi ve kılıcına yaslanmak zorunda kaldı. Madwin karşı saldırının kumandasını ele aldı ve adamları kaçan Trollocların çoğunu biçti.

Kanlı Kraliçenin Askerleri üniformaları içinde bir grup subay yokuştan aşağı koştu. Durumları Birlik askerlerinden daha iyi görünmüyordu. Kumandanları Guybon’du. “Paralı asker,” dedi Talmanes’e, “geldiğiniz için teşekkür ederiz.”

Talmanes kaşlarını çattı. “Biz sizi kurtarmışız gibi konuşuyorsun. Bana sorarsan tam tersi oldu.”

Guybon yangınların ışığında yüzünü buruşturdu. “Biraz soluklanmamıza izin verdiniz; o Trolloclar Saray kapılarına saldırıyordu. Size ulaşmamız bu kadar uzun sürdüğü için özür dilerim – başta onları bu yöne çeken şeyin ne olduğunu anlamadık.”

“Işık. Saray hâlâ direniyor mu?”

“Evet,” dedi Guybon. “Ama içerisi mültecilerle dolu.”

“Ya yönlendirenler?” diye sordu Talmanes umutla. “Neden Andor orduları Kraliçe ile birlikte dönmedi?”

“Karanlıkdostları.” Guybon kaşlarını çattı. “Majesteleri Kandaş Kadınların çoğunu yanında götürdü; en azından en güçlü olanları. Geride, birlikte çalıştıklarında kapıyol açabilecek güçte dört kadın bıraktı, ama –saldırı– bir suikastçı ikisini öldürdü ve diğer ikisi bunu önleyemedi. O ikisi yalnız başlarına, yardım çağrısı yapmak üzere birini göndermemizi sağlayacak kadar güçlü değil. Güçlerini Şifa için kullanıyorlar.”

“Kan ve lanet küller,” dedi Talmanes, ama bunu söylerken içinde bir umut yeşermişti. Belki bu kadınlar kapıyol açamıyordu, ama yarasına Şifa verebilirlerdi. “Mültecileri şehirden götürmen lazım Guybon. Adamlarım güney kapısını tutuyor.”

“Harika,” dedi Guybon, sırtını dikleştirerek. “Ama mültecileri senin götürmen gerek. Ben Saray’ı savunmalıyım.”

Talmanes tek kaşını kaldırarak ona baktı; Guybon’dan emir almıyordu. Birlik’in kendi kumanda yapısı vardı ve yalnızca Kraliçe’ye hesap verirdi. Mat anlaşmayı kabul ederken bunu açık seçik ifade etmişti.

Ne yazık ki, Guybon da Talmanes’ten emir almıyordu. Talmanes derin bir nefes aldı, ama başı dönerek sallandı. Melten kolunu tutarak düşmekten kurtardı onu.

Işık, canı yanıyordu. Böğrü doğru olanı yapıp uyuşamaz mıydı? Kan ve lanet küller. O Kandaşlara ulaşması gerekiyordu.

“O iki kadın Şifa verebiliyor mu?” dedi Talmanes umutla.

“Onları çoktan çağırttım,” dedi Guybon. “Buradaki gücü görür görmez.”

Eh, bu da bir şeydi.

“Ben burada kalmaya kararlıyım,” diye uyardı Guybon. “Buradan ayrılmayacağım.”

“Neden? Şehri kaybettik be adam!”

“Kraliçe kapıyollar aracılığıyla düzenli olarak rapor yollamamızı emretmişti,” dedi Guybon. “Kraliçe eninde sonunda neden haberci yollamadığımızı merak edecektir. Neden rapor vermediğimizi öğrenmek için bir yönlendirici yollayacaktır ve o haberci Saray’ın Yolculuk alanına gelecek. Bu…”

“Lordum!” diye seslendi biri. “Lord Talmanes!”

Guybon sustu. Talmanes döndüğü zaman izcilerinden biri olan Filger’ın kanlı parke taşları üzerinde, yokuş yukarı ona doğru koştuğunu gördü. Filger saçları seyrelmeye yüz tutmuş, sakalları uzamış, zayıf bir adamdı ve onu görünce Talmanes’in içi dehşetle doldu. Filger, şehir kapısını korumak için bıraktığı adamlardan biriydi.

“Lordum,” dedi Filger nefes nefese, “Trolloclar şehir duvarlarını ele geçirdi. Surları doldurdular ve yaklaşan herkesi ok ve mızrak yaylımına tutuyorlar. Teğmen Sandip size haber vermem için yolladı beni.”

“Kan ve küller! Kapı ne durumda?”

“Dayanıyoruz,” dedi Filger. “Şimdilik.”

“Guybon,” dedi Talmanes, geri dönerek. “Biraz merhamet et adam; birinin o kapıyı savunması gerek. Lütfen, mültecileri çıkar ve adamlarıma destek ver. Şehirden çekilmek için kullanabileceğimiz tek yer o kapı.” “Ama Kraliçe’nin habercisi…”

“Kraliçe buraya bakmayı akıl ettiğinde burada ne haltlar döndüğünü anlayacak zaten. Çevrene bir bak! Saray’ı savunmaya çalışmak çılgınlık olur. Artık burası bir şehir değil, cenaze ateşi.”

Guybon kararsızdı, dudakları gerilip ince bir çizgi oluşturmuştu. “Haklı olduğumu biliyorsun,” dedi Talmanes, yüzünü acıyla buruşturarak. “Yapabileceğin en iyi şey güney kapısındaki adamlarıma destek vermek ve kapıyı olabildiğince çok mültecinin geçmesi için açık tutmak.” “Belki,” dedi Guybon. “Ama Saray’ı yanmaya mı bırakacağız?”

“Bir anlamı olmasını sağlayabilirsin,” dedi Talmanes. “Saray’da savaşması için bir kısım askerini geride bırakmaya ne dersin? Trollocları olabildiğince uzun süre durdursunlar. Bu Trollocları bu taraftan kaçan insanlardan uzak tutar. Saray’ı tutamayacak hale geldiklerinde aksi yönü kullanarak Saray’dan kaçarlar ve sonra güney kapısına dolanırlar.”

“İyi bir plan,” dedi Guybon istemeye istemeye. “Önerdiğin gibi yapacağım, ama ya sen?”

“Benim ejderlere ulaşmam lazım,” dedi Talmanes. “Onların Gölge’nin eline geçmesine izin veremem. İç Şehir’in sınırına yakın bir depodalar. Kraliçe onların gözlerden uzakta, dışarıdaki paralı askerlerden uzakta tutmak istedi. Onları bulmam lazım. Eğer mümkünse yanıma alacağım. Değilse, yok edeceğim.”

“Pekala,” dedi Guybon, sırtını dönerek. Kaçınılmaz olanı kabullenmek canını sıkmış gibiydi. “Adamların dediğin gibi yapacak; yarısı mültecileri saraydan çıkaracak, sonra askerlerinin güney kapısını tutmasına yardım edecek. Diğer yarısı Saray’ı bir süre daha tutacak ve sonra geri çekilecek. Ama ben seninle geliyorum.”


“Gerçekten de burada bu kadar çok lambaya ihtiyaç var mı?” diye sordu Aes Sedai, odanın arka tarafındaki taburesinden. Taburede değil, bir tahtta oturuyordu adeta. “Boşa harcadığın yağı düşün.”

“Lambalara ihtiyacımız var,” diye homurdandı Androl. Gece yağmuru pencereyi dövüyordu, ama Androl sesi duymazdan geliyor, dikkatini diktiği deriye odaklamaya çalışıyordu. Eyer yapıyordu. Şu anda, atın karnını dolanacak kolan üzerinde çalışıyordu.

Deriye iki sıra delik açtı ve işin onu sakinleştirmesine izin verdi. Kullandığı dikiş keskisi elmas şeklinde delikler açıyordu – istese hız için çekiç de kullanabilirdi, ama şu anda delikleri çekiçsiz, bastırarak açmanın verdiği hissin keyfini çıkanyordu.

Dikiş işaretleme tekerleğini aldı, bir sonraki dikişlerin yerini ölçtü, sonra yeni delikler üzerinde çalıştı. Bu tür deliklerde elmas şeklindeki deliklerin uzun kenarlarını birbirine paralel açmanız gerekiyordu ki, deri gerildiği zaman delikleri de germesin. Dikişlerin düzenli olması, eyerin seneler boyunca şeklini kaybetmemesini sağlayacaktı. Sıralarının birbirine yakın olması, birbirlerini güçlendirmesini sağlıyordu, ama birbirlerini yırtacak kadar da yakın olmamalıydılar. Çapraz delikler işe yarıyordu.

Ufak ayrıntılar. Ufak ayrıntıları doğru yapmalıydınız ve…

Parmakları kaydı ve elmas şeklindeki deliğin ucu yanlış yönü gösteren bir delik açtı. Hareket yüzünden iki delik çakıştı.

Androl deriyi neredeyse öfkeyle odanın diğer ucuna fırlatacaktı. Bu gece beşinci defa oluyordu bu!

Işık, diye düşündü, ellerini masaya dayayarak. Öz kontrolüme ne oldu?

Ne yazık ki bu soruyu kolaylıkla yanıtlayabilirdi. Olan şey Kara Kule. Gelgit dalgaları çekildiğinde kuruyan gölette kısılı kalmış, bir grup çocuğun elinde kovalarla, lezzetli görünen her şeyi toplaya toplaya kumsalda yaklaşmasını izleyerek çaresizlik içinde gelgit dalgalarının dönmesini bekleyen bir nachi gibi hissediyordu.

Nefes aldı, sonra verdi ve deriyi eline aldı. Senelerdir yaptığı en özensiz iş olacaktı, ama yine de bitirecekti. İşi bitirmeden bırakmak, ayrıntılara özen göstermemek kadar kötüydü.

“İlginç,” dedi Aes Sedai – adı Pevara’ydı ve Kızıl Ajah’tandı. Androl kadının gözlerim ensesinde hissedebiliyordu.

Bir Kızıl. Eh, eski Tear deyiminin dediği gibi, ortak rota sıradışı yol arkadaşları getirebiliyordu. Belki bunun yerine Saldaea atasözünü kullanmalıydı. Eğer kılıcı düşmanının gırtlağındaysa, o kılıcın ne zaman senin gırtlağında olduğunu hatırlamaya çalışarak zaman kaybetme.

“Ee,” dedi Pevara, “Kara Kule’ye gelmeden önceki hayatını anlatıyordun?”

“Anlattığımı sanmıyorum,” dedi Androl, dikiş dikmeye başlayarak. “Neden? Ne bilmek istiyorsun?”

“Yalnızca merak ettim. Buraya sınanmak için kendiliğinden gelenlerden misin, yoksa avlanırken yakaladıklarından biri mi?”

Androl ipliği çekip sıkılaştırdı. “Dün Evin’e beni sorduğunda onun sana söylediğini sandığım gibi, kendim geldim.”

“Hmmm,” dedi Pevara. “Görüyorum ki beni izliyorsun.”

Androl deriyi indirerek ona baktı. “Sana öğrettikleri şeylerden biri mi bu?”

“Ne?” diye sordu Pevara masum masum.

“Konuşmayı bu şekilde saptırmak. Orada oturmuş, beni seni gizlice gözetlemekle suçluyorsun neredeyse – halbuki arkadaşlarım arasında beni soruşturan sensin.”

“Kaynaklarımın ne olduğunu bilmek istiyorum.”

“Bir erkeğin neden Kara Kule’ye gelmeyi seçtiğini bilmek istiyorsun. Tek Güç yönlendirmeyi öğrenmek için.”

Pevara yanıt vermedi. Androl onun Üç Yemin’i ihlal etmeyen bir yanıt bulmaya çalıştığını görebiliyordu. Bir Aes Sedai’yle konuşmak, ıslak çimenlerin arasında kayıp giden bir yeşil yılanı takip etmeye çalışmaktan farksızdı.

“Evet,” dedi Pevara.

Androl şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı.

“Evet, bilmek istiyorum,” diye devam etti Pevara. “Biz istesek de istemesek de müttefikiz. Nasıl biriyle yatağa girdiğimi bilmek istiyorum.” Androl’ü süzdü. “Lafın gelişi elbette.”

Androl derin bir nefes aldı ve kendini sakin olmaya zorladı. Her lafı çarpıtan Aes Sedailerle konuşmaktan nefret ediyordu. Gecenin gerginliği ve eyeri bir türlü doğru düzgün yapamaması ile birleşince…

Sakin olmalıydı, Işık kavurasıca!

“Halka olmayı çalışmalıyız,” dedi Pevara. “Taim’in adamları peşimize düşecek olursa, onlara karşı küçük de olsa bir avantaj olur.”

Androl kadından hoşlanmadığı gerçeğini aklından çıkardı –endişelenmesi gereken başka şeyler vardı– ve kendini nesnel bir biçimde düşünmeye zorladı. “Halka mı?”

“Halkanın ne olduğunu bilmiyor musun?”

“Korkarım bilmiyorum.”

Pevara dudaklarını büzdü. “Bazen hepinizin ne kadar cahil olduğunuzu unutuyorum…” Fazla konuştuğunu fark etmiş gibi duraksadı.

“Bütün erkekler cahildir Aes Sedai,” dedi Androl. “Ne konularda cahil olduğumuz değişebilir, ama dünya öyle bir yer ki, hiçbir erkek her şeyi bilemiyor.”

Bu da kadının beklediği yanıt değil gibiydi. O sert gözler onu inceledi. Pevara yönlendirebilen erkeklerden hoşlanmıyordu –çoğu insan hoşlanmazdı zaten– ama Pevara’da bu duygu daha da güçlüydü. Pevara tüm hayatını Androl gibi adamları avlayarak geçirmişti.

“Bir halka,” dedi Pevara, “kadınlar ve erkeklerin Tek Güç’teki becerilerini birleştirmesidir. Bunu yapmanın özel bir yolu vardır.”

“M’Hael biliyordur o zaman.”

“Halka oluşturmak için erkeklerin kadınlara ihtiyacı olur,” dedi Pevara. “Aslında birkaç örnek dışında, bir halkada erkeklerden çok kadın olmalıdır. Bir kadın ve bir erkek, bir kadınla iki erkek, iki kadınla iki erkek halka kurabilir. Bu yüzden, yapabileceğimiz en büyük halka üç kişiden oluşabilir, ben ve sizden iki kişi. Yine de işimize yarayabilir.”

“Çalışman için sana iki kişi bulurum,” dedi Androl. “Güvendiklerim arasında, en güçlü olan Nalaam’dır derim. Emarin de çok güçlüdür ve henüz gücünün doruğuna ulaştığını sanmıyorum. Jonneth için de aynısı geçerli.”

“En güçlü onlar mı?” diye sordu Pevara. “Sen değil misin?”

“Hayır,” dedi Androl, işine dönerek. Dışarıda yağmur hızlanmıştı ve kapının altından içeri soğuk hava sızıyordu. Odadaki lambalardan biri sönmeye yüz tutmuştu ve odaya gölgeler düşürüyordu. Androl huzursuzlukla karanlığa baktı.

“Buna inanmakta güçlük çekiyorum Androl Efendi,” dedi Pevara. “O adamların hepsi sana saygı gösteriyor.”

“Neye istiyorsan ona inan Aes Sedai. Aralarında en zayıf olan benim. Belki Kara Kule’deki en zayıf adam.”

Bu Pevara’yı susturdu ve Androl sönmeye yüz tutmuş lambayı doldurmak için kalktı. Tekrar yerine oturduğunda kapı çalındı ve Emarin’le Canler içeri girdi. İkisi de yağmurdan ıslanmıştı, ama bunun dışında, birbirine ne kadar zıt olunabilirse o kadar zıttılar. Biri uzun boylu, görgülü ve dikkatliydi. Diğeri ise huysuz ve dedikoducu. Bir şekilde, aralarında ortak bir yan bulmuşlardı ve birbirlerinin arkadaşlığından keyif alıyor gibi görünüyorlardı.

“Ee?” diye sordu Androl.

“İşe yarayabilir,” dedi Emarin, yağmurdan sırılsıklam olmuş ceketini çıkarıp kapının yanındaki çengele asarak. Altında, Tear tarzında işlemeli giysiler vardı. “Güçlü bir yağmur fırtınası olması lazım. Nöbetçiler çok dikkatli izliyor.”

“Panayırdaki ödüllü boğa gibi hissediyorum,” diye homurdandı Canler, ceketini astıktan sonra ayaklarını yere vurarak çizmelerindeki çamuru temizlerken. “Gittiğimiz her yerde, Taim’in gözdeleri bizi göz ucuyla izliyor. Kan ve küller Androl. Biliyorlar. Kaçmayı deneyeceğimizi biliyorlar.”

“Zayıf nokta buldun mu?” diye sordu Pevara, öne eğilerek. “Duvarların o kadar dikkatli korunmadığı bir yer?”

“Seçtikleri nöbetçilere bağlı gibi görünüyor Pevara Sedai,” dedi Emarin, ona doğru başını sallayarak.

“Hinin … öyledir herhalde. Aranızda bana en çok saygı gösteren kişinin bir Tearlı olmasını ilginç bulduğumu söylemiş miydim?”

“Birine nazik davranmak, ona saygı göstermekle aynı şey değildir Pevara Sedai,” dedi Emarin. “Yalnızca iyi yetiştirildiğini ve dengeli bir mizacın olduğunu gösterir.”

Androl gülümsedi. Emarin hakaret konusunda tam bir ustaydı. Zamanın yarısında, karşısındaki kişi alay edildiğini ancak Emarin’in yanından ayrıldıktan sonra anlıyordu.

Pevara dudaklarını büzdü. “Pekala o zaman. Nöbetçi rotasyonunu izleyeceğiz. Bir sonraki fırtına patladığında, onu kullanarak, dikkatsiz olduğunu düşündüğümüz nöbetçilerin koruduğu duvarın üzerinden aşarak kaçacağız.”

İki adam Androl’e döndü. Androl masanın gölgesinin düştüğü köşeyi izlerken buldukendini. Gölge büyüyor muydu? Ona doğru mu uzanıyordu?

“Adamlarımızı geride bırakmak hoşuma gitmiyor,” dedi, kendini köşeye bakmamaya zorlayarak. “Burada, henüz Taim’in kontrolü altında olmayan düzinelerce adam ve çocuk var. Dikkat çekmeden hepsini birden kaçıramayız. Onları geride bırakırsak, asıl risk…”

Söyleyemedi. Neler olduğunu tam olarak bilmiyorlardı. İnsanlar değişiyordu. Eskiden güvenilir müttefikleri olan kişiler bir gecede düşmana dönüşüyordu. Aynı görünüyorlardı, ama bambaşka kişilere dönüşüyorlardı. Gözlerinin ardında farklı. Androl ürperdi.

“Asi Aes Sedailerin gönderdiği kadınlar hâlâ kapıların dışında bekliyor,” dedi Pevara. Kamp kurmuş, bir süredir orada kalıyorlardı ve Yenidendoğan Ejder’in onlara Muhafız vaat ettiğini iddia ediyorlardı. Henüz Taim onları içeri almamıştı. “Eğer onlara ulaşabilirsek, Kule’ye saldırabiliriz ve geride kalanları kurtarabiliriz.”

“O kadar kolay olur mu?” diye sordu Emarin. “Taim’in bir köy dolusu rehinesi olacak. Adamların çoğu ailelerini de getirdi.”

Canler başını salladı. Kendi ailesi de onların arasındaydı. Onları geride bırakmak istemezdi.

“Bunun ötesinde,” dedi Androl usulca, taburesinin üzerinde Pevara’ya doğru dönerek, “gerçekten de burada Aes Sedailerin kazanacağına inanıyor musun?”

“Çoğunun on yılları bulan deneyimi var – bazılarının deneyimi yüzyılları buluyor.”

“Bunun ne kadarını savaşarak geçirmişler?”

Pevara yanıt vermedi.

“Burada yönlendirebilen yüzlerce adam var Aes Sedai,” diye devam etti Androl. “Her biri uzun süre silah olmak için eğitim aldı. Biz siyaset ve tarih öğrenmiyoruz. Biz ulusları nasıl etkimiz altına alacağımızı öğrenmiyoruz. Biz öldürmeyi öğreniyoruz. Buradaki her adam, her çocuk, yeteneğinin ötesinde zorlanır, gerilmek, büyümek zorunda kalır. Daha fazla güç kazanır. Yok etmeyi öğrenir. Ve çoğu da çılgındır. Aes Sedailerin bununla savaşabilir mi? Özellikle de, güvendiğimiz adamların –kurtarmaya çalıştığımız adamların– çoğu Aes Sedailerin kampı işgal etmeye çalıştığını görünce Taim’in adamlarının yanında savaşırsa?”

“Savlarında haklı bir taraf var,” dedi Pevara.

Tıpkı bir kraliçe gibi, diye düşündü Androl, elinde olmadan kadının duruşundan etkilenerek.

“Ama mutlaka dışarıya bilgi yollamamız gerek,” diye devam etti Pevara. “Topyekun saldırı akıllıca olmayabilir, ama hepimiz teker teker ele geçene kadar burada oturmak…

“Birilerini göndermek akıllıca olur sanırım,” dedi Emarin. “Lord Ejder’i uyarmamız gerek.”

“Lord Ejder,” dedi Canler hıhlayarak. Duvarın dibinde bir tabureye oturdu. “O bizi terk etti Emarin. Onun için hiçbir önemimiz yok. Bu…”

“Yenidendoğan Ejder dünyayı omuzlarında taşıyor Canler,” dedi Androl usulca, Canler’in sözünü keserek. “Bizi neden burada bıraktığını bilmiyorum, ama kendi başımızın çaresine bakabileceğimizi düşündüğü için olduğunu varsaymayı tercih ederim.” Androl deri kayışları yokladı, sonra ayağa kalktı. “Bu bizim kendimizi kanıtlama zamanımız; Kara Kule’nin testi. Bizi kendimizden olanlara karşı korumaları için Aes Sedailere koşarsak, kendimizi onların yetkesine bırakmış oluruz. Eğer Lord Ejder’e koşarsak, o gittikten sonra bir hiç oluruz.”

“Artık Taim’le uzlaşmamız imkansız,” dedi Emarin. “Onun ne yaptığını hepimiz biliyoruz.”

Androl, Pevara’ya bakmadı. Neler olup bittiği konusundaki tahminlerini anlatmıştı ve duygularını kontrol altında tutmak konusunda senelerce eğitim almış olmasına rağmen, konuşurken sesine sızan korkuyu baştıramamıştı. Dehşet verici bir tören içinde bir araya gelmiş on üç Myrddraal ve on üç yönlendiren, yönlendirme yeteneğine sahip herkesi Gölge’ye döndürebilirdi. Kendisi istemese bile. “Onun yaptığı şey düpedüz şer,” dedi Pevara. “Bu artık bir önderi takip eden adamlarla bir başka önderi takip eden adamlar arasında bir bölünmüşlük değil. Bu Karanlık Varlık’ın işi Androl. Kara Kule, Gölge’ye düştü. Bunu kabul etmek zorundasın.”

“Kara Kule bir düş,’ dedi Androl, onunla göz göze gelerek. “Yönlendirebilen erkekler için bir sığınak, kendimize ait, artık korkmamıza, kaçmamıza, nefret edilmemize gerek olmayan bir yer. Bunu Taim’in ellerine bırakmayacağım. Bırakmayacağım.”

Oda, pencerelere vuran yağmurun sesi dışında suskunlaştı. Emarin başını salladı. Canler ayağa kalktı ve Androl’ün kolunu tuttu.

“Haklısın,” dedi Canler. “Işık kavursun beni, haklısın Androl. Ama ne yapabiliriz? Zayıfız, sayıca azınlıktayız.”

“Emarin,” dedi Androl, “Knoks İsyanı’nı duydun mu hiç?”

“Duydum. Murandy dışında bile olay olmuştu.”

“Lanet Murandyliler,” dedi Canler tükürürcesine. “Sırtındaki ceketi çalarlar ve ayakkabılarını da vermezsen dayak atarlar.”

Emarin tek kaşını kaldırdı.

“Knoks, Lugard’ın epey dışındaydı Canler,” dedi Androl. “Oradaki insanların Andorlulara benzediğini görürdün bence. İsyan… ah, on sene kadar önce oldu.”

“Bir grup çiftçi lordlarını devirdi,” dedi Emarin. “Anlatılanlara bakarak, bunu hak etmişti – Desartin korkunç bir insandı, özellikle de astlarına karşı. Bir grup askeri vardı, Lugard dışındaki en büyük askeri güç, ve kendi küçük krallığını kurmayı planlıyordu. Kral’ın bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu.”

“Desartin’i devirdiler mi?” diye sordu Canler.

“Zalimliğinden bıkmış basit erkekler ve kadınlar tarafından devrildi,” dedi Androl. “Sonunda, eskiden onun için savaşan pek çok paralı asker de bizim tarafımıza geçti. Desartin çok güçlü görünüyordu, ama içten çürümüş olması düşüşüne yol açtı. Burası kötü görünüyor, ama Taim’in adamlarının büyük kısmı ona sadık değil. Onun gibi adamlar başkalarının içinde sadakat duyguları uyandırmaz. Onlar yaltakçı toplar, gücünü ya da servetini paylaşmayı uman adamlar. Onu devirmenin yolunu bulabiliriz ve bulacağız da.”

Diğerleri başlarını salladılar, ama Pevara dudaklarını büzerek onu izlemekle yetindi. Androl aptal gibi hissetti; diğerlerinin onun gibi birini değil, Emarin gibi seçkin ya da Nalaam gibi güçlü birini dikkate almaları gerektiğini düşünüyordu.

Göz ucuyla, masanın altındaki gölgelerin uzadığını, ona doğru süründüğünü gördü. Dişlerini sıktı. Bu kadar çok kişinin yanındayken onu ele geçirmeye cesaret edemezlerdi, değil mi? Gölgeler onu yutacaksa, yalnız kalmış, uyumaya çalıştığı bir zamana kadar beklerlerdi.

Geceler onu dehşete düşürüyordu.

Artık saidin tutmazken de geliyorlar, diye düşündü. Yak beni, Kaynak temizlendi! Artık aklımı yitirmemem gerekiyordu!

Karanlık çekilene, dehşet dinene kadar taburenin oturağına tutundu. Sıradışı ölçüde neşeli görünen Canler içecek bir şeyler getireceğini söyledi. Mutfağa yollandı, ama kimsenin yalnız başına dışarı çıkmaması gerekiyordu, bu yüzden duraksadı.

“Bir içki benim de hoşuma giderdi sanırım,” dedi Pevara içini çekerek. Mutfağa giden Canler’e katıldı.

Androl işine devam etmek üzere oturdu. O bunu yaparken, Emarin bir tabure çekti ve yanına oturdu. Bunu kayıtsızca, yalnızca rahat edeceği ve pencereden dışarıyı görebileceği bir yer ararmış gibi yaptı.

Ama Emarin amaçsızca hareket eden biri değildi. “Knok İsyanı’nda savaştın,” dedi usulca.

“Ben öyle mi dedim?” Androl deri üzerinde çalışmaya başladı.

“Paralı askerler taraf değiştirdiğinde, sizinle savaştıklarını söyledin. İsyancılardan bahsederken ‘biz’ sözcüğünü kullandın.”

Androl duraksadı. Yak beni. Gerçekten de dilime hakim olmam lazım. Eğer Emarin fark etmişse, Pevara da fark etmiş olmalıydı.

“Yalnızca oradan geçiyordum,” dedi Androl. “Beklenmedik bir şeye karıştım.”

“Garip ve karmaşık bir geçmişin var dostum,” dedi Emarin. “Geçmişin hakkında ne kadar çok bilgi edinirsem o kadar meraklanıyorum.”

“İlginç bir geçmişi olan tek kişi ben değilim,” dedi Androl usulca. “Penaloan Evi’nden Lord Algarin.”

Emarin gözleri irileşerek geriledi. “Nereden biliyorsun?”

“Fanshir’de Tear soyağaçlarını içeren bir kitap var,” dedi Androl. Fanshir, Kule’ye gelmeden önce alim olan bir Asha’man’dı. “Kitapta ilginç bir dipnot vardı. Tarihinde, adı ağza alınmayacak türden bir sorunu olan adamlar barındıran bir ev. Bu adamların sonuncusu birkaç düzine sene önce evine utanç getirmiş.”

“Anlıyorum. Eh, asil bir adam olmam o kadar da büyük bir sürpriz değildir sanırım.”

“Aes Sedailerle deneyimi olan biri,” diye devam etti Androl. “Aes Sedailerin ailesine yaptıklarına rağmen –ya da belki bu yüzden– onlara saygı gösteren bir adam. Hem de bunu yapan Tearlı bir asil. Senin çiftçi diyeceğin türden birinin emrinde çalışmaya aldırmayan, bir şehrin asilerine duygudaşlıkla yaklaşan biri. Söylemek zorundayım dostum, bu hemşerilerin arasında öne çıkan bir yaklaşım değildir. Rahatlıkla, senin de ilginç bir geçmişin olduğunu tahmin edebilirim.”

Emarin gülümsedi. “Kabul ediyorum. Evler Oyunu’nda çok başarılı olurdun Androl.”

“Ben öyle demezdim,” dedi Androl, yüzünü buruşturarak. “En son denediğimde neredeyse…” Durdu.

“Ne?”

“Söylememeyi tercih ederim,” dedi Androl, kızararak. Hayatının o dönemini anlatmayacaktı. Işık, bu şekilde devam edersem insanlar Nalaam kadar palavracı olduğumu düşünecek.

Emarin döndü ve pencereye vuran yağmuru seyretmeye başladı. “Eğer doğru hatırlıyorsam Knoks İsyanı çok kısa bir süre için başarılı oldu. İki sene içinde soylu aile yeniden başa geçmişti ve asiler ya sürülmüş ya da idam edilmişlerdi.”

“Evet,” dedi Androl usulca.

“Bu yüzden burada daha iyi iş çıkarmamız gerek,” dedi Emarin. “Senin adamınım Androl. Hepimiz öyleyiz.”

“Hayır,” dedi Androl. “Biz Kara Kule’nin adamlarıyız. İllaki gerekliyse size önderlik ederim, ama bu ben ya da sen ya da bireysel olarak herhangi birimiz hakkında değil. Yalnızca Logain geri dönene kadar başta kalırım.”

Eğer geri dönerse, diye düşündü Androl. Artık Kara Kule’ye giden kapıyollar çalışmıyor. Acaba geri dönmeye çalışıyor ama başaramıyor mu?

“Pekala,” dedi Emarin. “Ne yapacağız?”

Dışarıda gök gürledi. “Düşüneyim,” dedi Androl, deri parçasını ve aletlerini eline alarak. “Bana bir saat ver.”

“Üzgünüm,” dedi Jesamyn usulca, Talmanes’in yanında diz çökerek. “Yapabileceğim hiçbir şey yok. Yara çok işlemiş, benim yeteneğim tedavi etmeye yetmez.”

Talmanes başını salladı ve sargıyı geri örttü. Böğründeki deri, buz yangısı gibi kararmıştı.

Kandaş kadın kaşlarını çatarak ona baktı. Saçları altın rengi, genç görünüşlü bir kadındı, ama yönlendiriciler söz konusu olunca, yaş bahsi aldatıcı olabiliyordu. “Hâlâ yürüyebilmene şaşıyorum.”

“Buna yürümek denebileceğinden emin değilim,” dedi Talmanes, aksaya aksaya askerlerinin yanına dönerken. Genellikle kendi başına hareket edebiliyordu hâlâ, ama artık baş dönmeleri sıklaşmıştı.

Guybon, Dennel’le tartışıyordu ve Dennel elini kolunu sallayarak haritasını gösteriyordu. Hava dumanla puslanmıştı ve adamların çoğu yüzlerine mendil bağlamışlardı. Lanet Aiellerden bir çeteye benziyorlardı.

“…Trolloclar bile o bölgeden çekiliyor,” diye ısrar etti Guybon. “Çok fazla yangın var.”

“Trolloclar şehrin her yerinde duvarlara doğru geriliyor,” diye yanıt verdi Dennel. “Şehrin bütün gece yanmasına izin verecekler. Şu anda yanmayan tek yer Yolkapısı’nın olduğu yer. Bir ateş duvarı yapmak için oradaki bütün binaları yıktılar.”

“Tek Güç kullandılar,” dedi Jesamyn, Talmanes’in arkasından. “Hissettim. Kara Aes Sedailer. O yöne gitmeyi önermem.”

Kalan tek Kandaş Jesamyn’di; diğerleri düşmüştü. Jesamyn kapıyol açacak kadar güçlü değildi, ama işe yaramadığı da söylenemezdi. Talmanes, saflarını aşan altı Trolloc’un yanmasını izlemişti.

O çatışmayı, acıdan kıpırdayamaz halde, geride oturarak geçirmişti. Neyse ki Jesamyn ona çiğneyebileceği bazı bitkiler vermişti. Otlar kafasını uyuşturmuştu, ama acıyı da dayanılabilir kılmıştı. Bedeni bir mengenede yavaş yavaş eziliyormuş gibi hissediyordu, ama en azından ayağa kalkabiliyordu.

“En kısa yoldan gideceğiz,” dedi Talmanes. “Yanmayan mahalle ejderlere fazla yakın; Gölgedöllerinin Aludra’yı ve silahlarını keşfetmesi riskine giremem.” Şimdiye kadar çoktan keşfetmemişlerse.

Guybon ona dik dik baktı, ama bu Birlik’in operasyonuydu. Guybon da aralarına kabul edilmişti, ama emir-komuta zincirinin bir parçası değildi.

Talmanes’in güçleri, pusulara karşı ihtiyat içinde, karanlık şehirde ilerlemeye devam ettiler. Deponun yerini yaklaşık olarak bilseler de, oraya ulaşmak sorunluydu. Pek çok cadde enkaz, yangın ya da düşmanlarca tıkanmıştı. Güçlerinin geçmesi gereken ara sokaklar o kadar dolaşıktı ki, Guybon ve diğer Caemlynliler bile doğru yönü takip etmekte güçlük çekiyordu.

Yollarının geçtiği mahalleler öyle bir sıcaklıkla yanıyordu ki, muhtemelen parke taşları eriyordu. Talmanes gözleri kuruyana kadar alevlere baktı, sonra adamlarını başka dolaylı yollara yönlendirdi.

Aludra’nın deposuna santim santim yaklaştılar. İki kez, öldürecek mülteci bulmak için kol gezen Trolloclara denk geldiler. Onları öldürdüler, Trolloclar durumun farkına varıp karşılık veremeden, kalan arbaletçiler onların yansını yere deviriyordu.

Talmanes durup izliyordu, ama artık çatışmaya katılacak kadar güvenemiyordu kendine. O yara onu çok zayıflatmıştı. Işık, neden atını geride bırakmıştı ki? Aptalca bir karardı. Eh, Trolloclar atı korkutup kaçırırdı zaten.

Düşüncelerim dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Kılıcıyla bir yol kavşağını gösterdi. İzciler önden koşarak iki tarafı kontrol ettiler ve ilerinin temiz olduğunu işaret ettiler. Doğru düzgün düşünemiyorum. Karanlığın beni ele geçirmesine çok kalmadı.

İlk önce ejderlerin korumaya alındığından emin olacaktı. Buna mecburdu.

Talmanes ara sokaktan çıktı ve tanıdık bir sokağa geldi. Yaklaşmışlardı. Sokağın bir yanında binalar yanıyordu. Oradaki heykeller, alevlerin arasında kısılı kalmış zavallılara benziyordu. Ateşler çevrelerini sarmıştı ve beyaz mermerleri yavaş yavaş kararıyordu.

Sokağın diğer tarafı sessizdi, orada hiçbir şey yanmıyordu. Heykellerin düşürdüğü gölgeler, düşmanlarının yanmasını seyrederek eğlenirmiş gibi, oynayıp dans ediyordu. Havada baskın bir duman kokusu vardı. O gölgeler –ve yanan heykeller– Talmanes’in bulanık zihnine, hareket ediyormuş gibi geliyordu. Dans eden gölge yaratıkları. Ölen güzellikler, derilerindeki bir hastalığın tükettiği, kararttığı, kendine ziyafet çektiği, ruhunu öldürdüğü…

“Yaklaştık!” dedi Talmanes. Sallanarak koşmaya başladı. Adamlarını yavaşlatmayı göze alamazdı. Eğer o yangın depoya ulaşırsa…

Kavrulmuş bir alana geldiler; görünüşe göre yangın buraya gelmiş ve geçmişti. Eskiden burada büyük, tahta bir depo vardı, ama çökmüştü. Geriye yalnızca dumanı tüten tahtalar kalmıştı ve aralarında molozlar ve yarıyanmış Trolloc leşleri vardı.

Adamlar sessizlik içinde çevresini aldılar. Alevlerin çıtırtısından başka ses yoktu. Talmanes’in yüzünden soğuk terler damlıyordu.

“Çok geç kaldık,” diye fısıldadı Melten. “Onları aldılar, değil mi? Alevler ejderlere ulaşsa, havaya uçarlardı. Gölgedölleri geldi, ejderleri aldı ve mekânı yaktı.”

Talmanes’in çevresinde, Birlik’in bitkin üyeleri dizleri üzerine çöktü.

Üzgünüm Mat, diye düşündü Talmanes. Elimizden geleni yaptık. Biz…

Aniden, gök gürültüsüne benzeyen bir patlama sesi şehirde yankılandı. Ses Talmanes’i kemiklerine kadar sarstı. Hep birden başlarını kaldırdılar.

“Işık,” dedi Guybon. “Gölgedölleri ejderleri mi kullanıyor?”

“Belki de değildir,” dedi Talmanes. İçine bir güç doldu ve yine koşmaya başladı. Adamları ona yetişerek çevresini aldılar.

Her adım böğrüne bir sancı saplanmasına sebep oluyordu. Alevleri sağına alarak, solunda soğuk bir kıpırtısızlıkla, heykelli sokaktan geçti.

GÜM.

O patlamalar ejderlerin çıkaracağı kadar yüksek gelmiyordu. Aes Sedailerin geldiğini ummaya cesaret edebilir miydi? Jesamyn sesleri duyunca dikkat kesilmişti ve etekli olmasına rağmen erkeklerle birlikte koşuyordu. Grup depodan iki sokak ileride, bir köşeyi dolandı ve hırlayan bir Gölgedölü grubunun arkasına çıktı.

Talmanes ürkütücü bir öfkeyle bağırdı ve iki eliyle kılıcını kaldırdı. Yarasının yangısı tüm vücuduna yayılmıştı; parmakları bile yanıyordu. Şehirle birlikte yanmaya mahkum edilmiş heykellerden biri gibi hissediyordu.

Onun varlığını fark etmesine fırsat vermeden bir Trolloc’un kellesini uçurdu, ardından bir sonraki yaratığın üzerine atıldı. Yaratık akışkan bir zarafetle geriledi ve rüzgarda kıpırdamayan bir pelerinin içinde, gözleri olmayan bir yüzle ona döndü. Soluk dudaklar bir hırlamayla gerildi.

Talmanes kendini kahkaha atarken buldu. Neden olmasın? Bir de adamları onun espriden anlamadığını söylerdi. Talmanes, Rüzgardaki Elma Çiçekleri duruşunu aldı ve onu öldüren yangının gücüne denk bir güç ve öfkeyle, çılgınca saldırdı.

Myrddraal karşısında dezavantajlı konumda olduğu açıktı. En iyi durumda bile, onunla savaşırken yardıma ihtiyacı olurdu. Yaratık gölge gibi hareket ediyor, bir formdan diğerine akıyor, korkunç kılıcını Talmanes’e savuruyordu. Talmanes’i yaralamasının yeterli olacağını düşünüyordu açık ki.

Soluk Talmanes’in yanağını yaraladı; kılıcı derisine denk geldi ve etinde düzgün bir yarık açtı. Talmanes bir kahkaha attı ve kılıcıyla Soluk’un kılıcına vurdu. Yaratığın ağzı şaşkınlıktan açık kaldı. İnsanların bu şekilde davranmaması gerekiyordu. Alev alev bir acıyla sendelemeleri, hayatlarının sona erdiğini bilerek haykırmaları gerekiyordu.

“Kavrulası kılıçlarınızdan birini yedim zaten, seni keçinin oğlu,” diye bağırdı Talmanes, tekrar tekrar saldırarak. Demirci Kılıcı Döver. Ne kadar da kaba bir duruş. Ama ruh haline çok uyuyordu.

Myrddraal sendeledi. Talmanes rahat bir hareketle kolunu kaldırdı ve kılıcı yaratığın böğrüne savurarak, soluk beyaz kolunu dirseğinden uçurdu. Kol havada dönerek uçtu ve Soluk’un kılıcı kasılmış parmaklarından düştü.

Talmanes dönerek hız aldı ve kılıcı iki eliyle savurarak, Soluk’un kellesini boynundan ayırdı.

Koyu renk bir kan fışkırdı ve yaratık devrildi, yere yıkılırken kalan eliyle kanlı boynunu kavradı. Talmanes yaratığın tepesine dikildi. Aniden kılıcı taşınamayacak kadar ağır gelmeye başlamıştı. Kılıç parmaklarından kaydı ve tangırdayarak parke taşlarının üzerine düştü. Talmanes dengesini yitirdi ve yüz üstü düşmeye başladı, ama bir el onu arkadan yakaladı.

“Işık!” diye bağırdı Melten, leşe bakarak. “Bir tane daha mı?”

“Onları yenmenin sırrını buldum,” diye fısıldadı Talmanes. “Çoktan ölmüş olman gerekiyor.” Kendi kendine güldü, ama Melten şaşkın şaşkın bakmakla yetindi.

Çevrelerinde, düzinelerce Trolloc yerde kıvranıyordu. Soluk’a bağlılardı. Birlik Talmanes’in çevresinde toplandı. Bazıları yaralıydı, birkaçı kalkmamacasına düşmüştü. Yorgundular, bitkin düşmüşlerdi; bu Trolloc grubu sonlarını getirebilirdi.

Melten, Talmanes’in kılıcını aldı ve silerek temizledi, ama Talmanes ayakta duramıyordu, bu yüzden kılıcı kınına soktu ve adamlardan birine Talmanes’in yaslanabileceği bir Trolloc mızrağı bulmasını söyledi.

“Hey, sokağın arkasındakiler!” diye seslendi biri uzaktan. “Her kimseniz, teşekkür ederim!”

Talmanes aksayarak yürüdü. Filger ve Mar emre gerek kalmadan, önden gitmiş, sokağı kolaçan ediyorlardı. Sokak burada karanlıktı ve birkaç dakika önce öldürülmüş Trolloclarla doluydu, bu yüzden Talmanes’in leşlerin üzerinden aşması ve ona seslenenin kim olduğunu görmesi biraz zaman aldı.

Biri sokağın sonuna barikat kurmuştu. Barikatın tepesinde insanlar duruyordu ve birinin elinde meşale vardı. Meşaleyi tutan kadın saçlarını örmüştü ve sade kahverengi elbise giymiş, beyaz bir önlük takmıştı. Aludra’ydı bu.

“Cauthon’un askerleri,” dedi Aludra, etkilenmemiş gibi. “Beni almaya gelmekte hiç acele etmediniz kesinlikle.” Bir elinde, bir erkek yumruğundan daha geniş, güdük bir silindir tutuyordu. Silindirin ucunda kısa, siyah bir fitil vardı. Talmanes onların, fitilleri yakılıp fırlatıldıktan sonra patladığını biliyordu. Onları Birlik de kullanmıştı; sapanlarla fırlatmışlardı. Ejderler kadar yıkıcı değillerdi, ama yine de güçlüydüler.

“Aludra,” diye seslendi Talmanes, “ejderler sende mi? Lütfen onları kurtardığını söyle.”

Aludra burnunu çekti ve birilerine barikatı kenara çekip adamları içeri almasını işaret etti. Buraya yüzlerce –belki binlerce– şehirli toplamış gibiydi; sokağı doldurmuşlardı. Ona yol açarlarken, Talmanes harika bir manzara gördü. Şehir sakinlerinin ortasında, yüz ejder duruyordu.

Bronz silindirler, iki at tarafından çekilen tahta ejder arabalarına yerleştirilmişti. Bu arabalar kolaylıkla manevra yapabiliyordu. Talmanes, geri tepmeye karşı yere sabitlenebildiklerini ve atlar çözüldükten sonra patlatıldıklarını biliyordu. Burada, normalde atların yaptığı işi yapabilecek, yeterinden de fazla insan vardı.

“Onları geride bırakacağımı mı sandın?” diye sordu Aludra. “Buradaki adamlar onları patlatacak eğitime sahip değil. Ama pekala araba çekebiliyorlar.”

“Onları buradan çıkarmamız lazım,” dedi Talmanes.

“Bu aklına şimdi mi geldi?” diye sordu Aludra. “Ben de tam olarak bunu yapmaya çalışmıyorum sanki. Yüzüne ne oldu?”

“Bir keresinde çok keskin bir peynir yemiştim; ondan sonra düzelmedi.”

Aludra başını yana eğerek ona baktı. Espri yaparken gülümsemem lazım belki de, diye düşündü Talmanes aylak aylak. O zaman ne kastettiğimi anlarlardı. Bu akla bir soru getiriyordu elbette. İnsanların anlamasını istiyor muydu? Genellikle anlamadıkları zaman daha komik oluyordu. Dahası, gülümsemek fazla gösterişli bir şeydi. İncelik neredeydi? Ve…

Ve odaklanmakta sahiden güçlük çekiyordu. Gözlerini kırpıştırarak Aludra’ya baktı. Meşale ışığı altında, kadının yüzüne endişeli bir ifade gelmişti.

“Yüzüme ne olmuş?” Talmanes elini yanağına götürdü. Kan. Myrddraal. Doğru ya. “Yalnızca bir kesik.”

“Ya damarlar?”

“Damarlar mı?” diye sordu Talmanes, sonra elini fark etti. Derisinin altında bir sarmaşık büyüyormuş gibi, siyah damarlar bileğine dolanmış, elinin sırtını kaplamış, parmaklarına uzanıyordu. O izlerken daha da karardılar sanki “Ah. Şu. Ne yazık ki ölüyorum. Son derece trajik. Yanında brendi yoktur, değil mi?”

“Ben…”

“Lordum!” diye seslendi biri.

Talmanes gözlerini kırpıştırdı, sonra kendini mızrağa yaslanarak dönmeye zorladı. “Evet Filger?”

“Daha fazla Trolloc, Lordum. Bir sürü! Arkamızdan geliyorlar.”

“Harika. Masayı kurun. Umarım yeterince porselen vardır. Hizmetçiyi gönderip beş bin yedi yüz otuz birinci takımı getirtmemiz gerektiğini biliyordum.”

“Sen… iyi misin?” diye sordu Aludra.

“Kan ve lanet küller, kadın, iyi hissediyormuş gibi görünüyor muyum? Guybon! Arkamız kesildi. Doğu kapısından ne kadar uzaktayız?”

“Doğu kapısı mı?” diye seslendi Guybon. “Yaklaşık yarım saatlik yürüyüş var muhtemelen. Yokuş aşağı inmemiz gerek.”

“Gidelim o zaman,” dedi Talmanes. “İzcileri al ve oraya git. Dennel, sen de şehir sakinlerini organize et, şu ejderleri çeksinler! Silahları kurmaya hazır olun.”

“Talmanes,” dedi Aludra, araya girerek. “Ejder yumurtaları ve toz çok az kaldı. Baerlon’dan gelen malzemeye ihtiyacımız olacak. Bugün ejderleri kurarsan… Ejder başına birkaç atıştan daha fazlasını veremem.”

Dennel başını salladı. “Ejderler kendi başlarına ön safları oluşturamaz Lordum. Düşmanın fazla yaklaşıp silahları yok etmesini önlemek için desteğe ihtiyaçları olur. O ejderleri kullanacak kadar adamımız var, ama piyademiz olmadan fazla dayanamayız.”

“İşte bu yüzden koşacağız,” dedi Talmanes. Döndü, bir adım attı, ama başı o kadar dönüyordu ki, düşecek gibi oldu. “Ve bana öyle geliyor ki… öyle geliyor ki, bir ata ihtiyacım olacak…”


Moghedien, açık bir denizin ortasında yüzen taş platforma adım attı. Camsı, mavi sular zaman zaman esintiyle kırışıyordu, ama dalga yoktu. Görünürde kara da yoktu.

Moridin ellerini arkasında kavuşturmuş, platformun kenarında duruyordu. Önünde, deniz yanıyordu. Ateş duman vermiyordu, ama sıcaktı ve yakınındaki su tıslıyor, kaynıyordu. Sonsuz bir denizin ortasında taş zemin. Yanan su. Moridin düşkırıntılarının içinde imkansızlıklar yaratmaktan her zaman hoşlanmıştı.

“Otur,” dedi Moridin, Moghedien’e, o tarafa dönmeden.

Moghedien itaat etti ve aniden platformun ortasına doğru beliren dört sandalyeden birini seçti. Gökyüzü koyu mavi ve bulutsuzdu. Güneş zirvesine giden yolun dörtte üçünü aşmıştı. Tel’aran’rhiod’da güneş görmeyeli ne kadar olmuştu? Son zamanlarda, o her daim mevcut fırtına gökyüzünü kaplıyordu. Ama, diğer yandan, bu tam olarak Tel’aran’rhiod sayılmazdı. Moridin’in düşü de değildi, ama… ikisinin bir karışımıydı. Düş dünyasına yaslanmış geçici bir baraka gibi. Birleşmiş gerçekliklerden oluşan bir kabarcık.

Moghedien’in üzerinde altın-siyah bir elbise vardı. Kol yenlerindeki danteller belli belirsiz, bir örümcek ağını hatırlatıyordu. Yalnızca belli belirsiz. Belli bir temayı çok da fazla kullanmamak gerekirdi.

Moghedien otururken kontrol ve özgüven saçıyordu. Eskiden iki tavrı da kolaylıkla takınabiliyordu. Bugün ise, ikisini de yakalamak, havadaki karahindiba tohumlarını yakalamaya çalışmak ama onların uçuşarak elinden kaçmasını seyretmek gibiydi. Moghedien kendine kızarak dişlerini sıktı. O Seçilmişlerden biriydi. Karşısında krallar ağlamış, ordular titremişti. Nesiller boyunca, anneler onun ismini çocuklarını korkutmak için kullanmıştı. Ve şimdi…

Boynunu yokladı ve kolyesini orada asılı buldu. Hâlâ güvendeydi. Güvende olduğunu biliyordu, ama ona dokunmak Moghedien’i sakinleştiriyordu.

“Onu takmaya fazla alışma,” dedi Moridin. Üzerinden bir rüzgar esti ve masmavi okyanus yüzeyini kırıştırdı. Moghedien rüzgarda hafif çığlıklar duyabiliyordu. “Tamamen affedilmiş değilsin Moghedien. Bu, şartlı af. Bir daha başarısız olduğunda, zihintuzağını Demandred’e verebilirim. ”

Moghedien burnunu çekti. “Demandred cam sıkıldığında bir kenara fırlatıp atar onu. Demandred tek bir şey istiyor. Al’Thor’u. Onu hedefine götürmeyen hiç kimsenin onun için bir önemi yok.”

“Onu hafife alıyorsun,” dedi Moridin usulca. “Yüce Efendi Demandred’den memnun. Çok memnun. Buna karşın sen…”

Moghedien, çektiği işkenceleri bir kez daha hissederek sandalyesine çöktü. Bu dünyada pek az kişinin çektiği türden acılar. Bir bedenin dayanabileceğinin ötesinde acılar. Cour’souvra’yı kavradı ve saidara kucak açtı. Bu onu biraz rahatlattı.

Eskiden, cour’souvra ile aynı odada yönlendirmek ıstırap vericiydi. Artık kolyeyi Moridin değil o taktığı için, acı çekmiyordu. Yalnızca bir kolye değil, diye düşündü, onu tutarak. O benim ruhum. İçerideki karanlık! Onca insanın için kendisinin onun kölesi olacağı hiç aklıma gelmezdi. Her hareketini dikkatle planlayan örümcek o değil miydi?

Diğer elini kaldırdı ve kolyeyi tutan elini kavradı. Ya düşerse? Ya biri alırsa? Onu kaybedemezdi. Onu kaybetmeyi göze alamazdı!

Bu hale mi düştüm? Hasta gibi hissediyordu. Kendime gelmem lazım. Bir şekilde. Kendini zihintuzağını bırakmaya zorladı.

Son Savaş gelip çatmıştı; Trolloclar güney topraklarına akın ediyordu. Bu yeni bir Gölge Savaşı’ydı, ama Tek Güç’ün derin sırlarını yalnızca o ve diğer Seçilmişler biliyordu. O korkunç kadınlara açıklamadığı sırlar…

Hayır, bunu düşünme. Acı, ıstırap, başarısızlık.

Bu savaşta karşılarında Yüz Yoldaş yoktu, yüzyılların deneyimine ve becerisine sahip Aes Sedailer yoktu. Moghedien kendini kanıtlayacaktı ve geçmişteki hataları affedilecekti.

Moridin o imkansız alevlere bakmaya devam etti. Ateşin ve yakınında kaynayan suyun sesinden başka ses yoktu. Onu neden çağırdığını sonunda açıklayacaktı, değil mi? Son zamanlarda gittikçe daha tuhaf davranıyordu. Belki de deliliği geri dönüyordu. Eskiden, Moridin –ya da Ishamael, ya da Elan Morin Tedronai– denen adam rakiplerinin cour’souvralarından birini elinde bulundurmaktan büyük zevk alırdı. Yeni yeni cezalar uydurur, çektirdiği acının keyfini çıkarırdı.

Başlangıçta bir süre yapmıştı bunu; sonra… ilgisini yitirmişti. Yapayalnız, alevlere bakarak, kara kara düşünerek daha fazla zaman geçiriyordu. Moghedien’e ve Cyndane’e verdiği cezalar neredeyse tekdüzeydi.

Moghedien onun bu halini daha tehlikeli buluyordu.

Platformun hemen yanında bir kapıyol havayı yardı. “Gerçekten de iki günde bir bunu yapmak zorunda mıyız Moridin?” diye sordu Demandred, kapıdan geçip Düşler Dünyası’na girerek. Uzun boylu ve yakışıklıydı; simsiyah saçları, belirgin bir burnu vardı. Moghedien’e bir bakış attı ve boynundaki zihintuzağını gördü. Sonra sözlerine devam etti. “Yapacak önemli işlerim var ve sen onları yapmamı engelliyorsun.”

“Tanışman gereken kişiler var Demandred,” dedi Moridin usulca. “Yüce Efendi bana haber vermeden seni Nae’blis seçmediyse, sana ne diyorsam onu yapacaksın. Oyuncakların bekleyebilir.”

Demandred’in yüzü karardı, ama bir daha itiraz etmedi. Kapıyolun kapanmasına izin verdi, sonra kenara çekildi ve denize bakmaya başladı. Kaşlarını çatmıştı. Sulardaki şeyler neydi? Moghedien bakmamıştı. Bakmadığı için aptal gibi hissetti. İhtiyatına ne olmuştu?

Demandred, Moghedien’in yanındaki sandalyelerin birine yürüdü, ama oturmadı. Ayakta dikildi ve Moghedien’in sırtına bakmaya başladı. Demandred ne yapıyordu? Zihintuzağına bağlı olduğu sürede, Moghedien Moridin ne isterse onu yapmıştı, ama Demandred’in işlevine herhangi bir yanıt bulamamıştı.

Moridin’in kontrolü altında geçirdiği ayları düşünürken yine ürperdi. İntikamımı alacağım.

“Moghedien’i serbest bırakmışsın,” dedi Demandred. “Ya bu… Cyndane?”

“O seni ilgilendirmez,” dedi Moridin.

Moridin, Cyndane’in zihintuzağını takmıştı; Moghedien’in gözünden kaçmamıştı bu. Cyndane. Kadim Lisan’da ‘son şans’ demekti, ama kadının gerçek doğası, Moghedien’in keşfetmeyi başardığı sırlardan biriydi. Moridin, Lanfear’ı Sindhol’den ve yönlendirme yeteneğiyle beslenen yaratıkların elinden bizzat kurtarmıştı.

Moridin onu kurtarmak ve elbette cezalandırmak için, onu öldürmüştü. Bu, Yüce Efendi’nin Lanfear’ın ruhunu yakalayıp yeni bir bedene yerleştirmesini mümkün kılmıştı. Tam da Yüce Efendi’nin tercih edeceği türden bir çözüm.

Moridin yarattığı alevlere, Demandred ise ona odaklanmıştı, bu yüzden Moghedien fırsattan faydalanarak sandalyesinden kalktı ve yüzer taş platformun kenarına yürüdü. Aşağıdaki su berraktı. İçindeki insanları açık seçik görebiliyordu. Bacakları derindeki bir şeye zincirlenmiş, kolları arkalarından bağlanmış, suyun içinde yüzüyorlardı. Deniz yosunu gibi salınıyorlardı.

Binlercesi vardı. Her biri iri iri açılmış, dehşet dolu gözlerle gökyüzüne bakıyordu. Bitmek tükenmek bilmez bir boğulma halinde kısılı kalmışlardı. Ölü değillerdi, ölmelerine izin verilmiyordu; devamlı nefes almaya çalışıyorlar, ama yalnızca su soluyorlardı. Moghedien izlerken, karanlık bir şey aşağıdan uzandı ve bir tanesini yakalayıp derinlere çekti. Kanlar, bir çiçeğin açması gibi yayıldı; bu diğerlerinin daha da büyük bir telaşla çabalamasına sebep oldu.

Moghedien gülümsedi. Bir başkasının acı çekmesini izlemek ona iyi geliyordu. Bunlar hayali insanlar olabilirdi, ama Yüce Efendi’yi hayal kırıklığına uğratan insanlar olmaları da mümkündü.

Platformun yanında bir başka kapıyol açıldı ve tanımadığı bir kadın kapıyoldan geçti. Yaratığın ürkütücü ölçüde nahoş yüz hatları vardı. Burnu hem gaga hem patates gibiydi. Soluk gözleri simetrik değildi. Üzerinde sarı ipekten, kaliteli olmaya çalışan, ama kadının çirkinliğini vurgulamaktan başka işe yaramayan bir elbise vardı.

Moghedien alayla güldü ve sandalyesine döndü. Moridin neden görüşmelerine bir yabancıyı çağırmıştı? Bu kadın yönlendirebiliyordu; bu Çağ‘da kendine Aes Sedai denen işe yaramaz kadınlardan biri olmalıydı.

Gerçi, diye düşündü Moghedien, yerine oturarak, güçlü bir kadın. Moghedien Aes Sedailer arasında bu kadar yetenekli biri olduğunu nasıl fark etmemişti? Kaynakları o sefil hafıfetek Nynaeve’i hemen ayırt etmiş, ama bu kocakarıyı gözden kaçırmıştı, öyle mi?

“Tanışmamızı istediğin kişi bu mu?” dedi Demandred, dudak bükerek.

“Hayır,” dedi Moridin dalgın daldın. “Hessalam’la daha önce tanışmıştınız.”

Hessalam? Kadim Lisan’da adı… ‘affedilmez’ anlamına geliyordu, Kadın Moghedien’in gözlerine gururla baktı. Duruşunda tanıdık bir şeyler vardı.

“İlgilenmem gereken işler var Moridin,” dedi kadın. “Umarım önemli bir gerekçen…”

Moghedien’in nefesi kesildi. O ses tonu…

“Benimle böyle konuşamazsın,” diye araya girdi Moridin yumuşak bir sesle, ama kadına dönmeden. “Hiçbirimizle bu şekilde konuşamazsın. Şu anda, Moghedien bile senden daha iltimaslı konumda.”

“Graendal?” diye sordu Moghedien dehşet içinde.

“O ismi kullanma!” dedi Moridin, hızla ona dönerek. Yanan suyun alevi harlandı. “O ismi kullanma hakkı elinden alındı.”

Graendal –Hessalam– Moghedien’e bir daha bakmadan oturdu. Evet, kadının hali ve tavrı doğruydu. Bu gerçekten oydu.

Moghedien neredeyse zevkten gülecekti. Graendal öteden beri Moghedien’in görünüşünü sopa olarak kullanmıştı. Eh, artık farklı türden bir sopa olacaktı. Ne kadar da kusursuz! Kadın içten içe kıvranıyor olmalıydı. Böyle bir cezayı hak etmek için ne yapmıştı acaba? Graendal’ın statüsü –yetkesi, hakkındaki mitler– güzelliğiyle bağlantılıydı. Şimdi ne olacaktı? Artık gözde olarak, yaşayan en çirkin insanları, kendi çirkinliğiyle yarışabilecek kişileri mi aramaya başlayacaktı?

Moghedien bu sefer güldü. Sessiz bir kahkaha, ama Graendal işitti. Kadın, okyanusun bir parçasını tutuşturabilecek bir bakış fırlattı.

Moghedien, kendine daha çok güvenerek, sakin bakışlarla karşılık verdi. Cour’souvra’yı okşama dürtüsüne direndi. Ne yaparsan yap Graendal, diye düşündü. Artık dengiz. Bakalım bu yarışı kim önde bitirecek.

Daha güçlü bir rüzgar esti ve çevrelerinde dalgalar belirmeye başladı, ama platformun kendisi hâlâ kıpırtısızdı. Moridin ateşin sönmesine izin verdi ve yakında dalgalar kabardı. Moghedien o dalgaların içinde, gölgeden farksız bedenler seçebiliyordu. Bazıları ölüydü. Diğerleri yüzeye çıkmak için çabalıyorlardı, zincirleri hareket ediyordu, ama açık havaya yaklaştıklarında, bir şey onları geri çekiyordu.

“Sayımız pek az kaldı,” dedi Moridin. “Biz dördümüz ve en fazla cezalandırılan kişiden başka kimse kalmadı. Tanım gereği, bu bizi en güçlü kişiler yapıyor.”

Bazılarımız öyle, diye düşündü Moghedien. Birimiz al’Thor tarafından öldürüldü Moridin, ve geri dönmek için Yüce Efendi’nin müdahalesi gerekti. Moridin neden başarısızlığı için cezalandırılmamıştı? Eh, Yüce Efendi’de fazla adalet aramamak en iyisiydi.

“Yine de sayımız çok az.” Moridin elini salladı ve platformun yanında taş bir kapı belirdi. Kapıyol değil, yalnızca bir kapı. Bu Moridin’in düşkırıntısıydı; onu kontrol edebiliyordu. Kapı açıldı ve bir adam kapıdan geçerek platforma geldi.

Siyah saçlı adamda Saldaealı hatları vardı – hafifçe çengel bir burun, çekik gözler. Uzun boylu ve yakışıklıydı, ve Moghedien onu tanıyordu. “O çaylak erkek Aes Sedailerin önderi mi? Ben bu adamı biliyorum, Mazri…”

“Bu isimden vazgeçildi,” dedi Moridin. “Seçildiğimizde her birimizin yaptığı gibi, kimliğimizi ve insanların bize verdiği ismi geride bıraktığımız gibi. Şu andan itibaren, bu adam yalnızca M’Hael olarak bilinecek. Seçilmişlerden biri.”

“Seçilmiş mi?” Hessalam sözcüğü söylerken neredeyse boğulacaktı. “Bu çocuk mu? O…” Sustu.

Birinin Seçilmesine itiraz etmek onlara düşmezdi. Kendi aralarında tartışabilirler, hatta komplo kurabilirlerdi, ama bunu dikkatle yaparlardı. Fakat Yüce Efendi’yi sorgulamak… buna izin yoktu. Asla.

Hessalam başka bir şey söylemedi. Yüce Efendi öyle karar vermese, Moridin bu adama Seçilmiş demeye cesaret edemezdi. İtiraz edilecek bir şey yoktu. Yine de, Moghedien ürperdi. Taim’in… M’Hael’in… güçlü olduğu söyleniyordu, belki de geri kalan onlar kadar güçlü, ama olanca cehaletleriyle, bu Çağ‘dan birini yükseltmek… Bu M’Hael’in onun dengi olacağını düşünmek Moghedien’in gururunu incitiyordu.

“Gözlerinizdeki meydan okumayı görebiliyorum,” dedi Moridin, üçüne bakarak, “ama yalnızca biriniz bunu dile getirmeye kalkacak kadar aptaldı. M’Hael ödülünü kazandı. Aramızdaki çok fazla kişi, henüz zayıf olduğu düşünülürken, al’Thor’la boy ölçüşmeye çalıştı. M’Hael bunun yerine Lews Therin’in güvenini kazandı, sonra silahlarını eğitme görevini üstlendi. O Gölge’nin ülküsü için yeni bir Dehşetlordu nesli yetiştiriyor. Serbest kaldığınızdan beri, siz üçünüz ne işe yaradınız?”

“Hasat ettiğim meyveleri göreceksin,” dedi Demandred alçak sesle. “Sepet sepet, sürü sürü. Koşulumu hatırla yeter: savaş meydanında al’Thor’la ben yüzleşeceğim. Onun kanı benimdir, başka hiç kimsenin değil.” Herkesle teker teker göz göze geldi. En son M’Hael’e baktı. Aralarında bir aşinalık var gibiydi. İkisi daha önce tanışmıştı.

O konuda rakiplerin olacak Demandred, diye düşündü Moghedien. O da al’Thor’u en az senin kadar istiyor.

Demandred son zamanlarda değişiyordu. Eskiden olsa, Lews Therin öldüğü sürece, onu kimin öldürdüğüne aldırmazdı. Demandred’in bunu bizzat yapmakta ısrar etmesinin sebebi neydi acaba?

“Moghedien,” dedi Moridin. “Demandred’in yaklaşan savaş konusunda planları var. Sen ona yardım edeceksin.”

“Ona yardım etmek mi?” dedi Moghedien. “Ben…”

“Konumunu bu kadar çabuk mu unutuyorsun Moghedien?” Moridin’in sesi ipek gibiydi. “Sana söyleneni yapacaksın. Demandred, şu anda doğru düzgün idarecisi olmayan ordularından birine göz kulak olmanı istiyor. Tek bir yakınma duyarsam, şimdiye kadar çektiğin acıların, gerçek ıstırabın yalnızca gölgesi olduğunu görürsün.”

Moghedien’in eli boynundaki cour’souvra’ya gitti. Moridin’in gözlerine bakarken, yetkesinin buharlaşıp gittiğini hissetti. Senden nefret ediyorum, diye düşündü. Bunu bana diğerlerinin önünde yaptığın için daha da fazla nefret ediyorum.

“Son günler yaklaştı,” dedi Moridin, onlara sırtını dönerek. “Bu saatlerde nihai ödüllerinizi kazanacaksınız. Gareziniz varsa geride bırakın. Komplolarınız varsa tamamlayın. Son oyunlarınızı oynayın, çünkü… son geldi.”

Talmanes sırtüstü yatmış, karanlık gökyüzüne bakıyordu. Yukarıdaki bulutlar ölüm döşeğindeki şehrin ışıklarını yansıtıyor gibiydi. Bu yanlıştı. Işık yukarıdan gelirdi, değil mi?

Şehir kapısına doğru yola çıkmasından kısa süre sonra attan düşmüştü. Bunu hatırlayabiliyordu… çoğu zaman. Acı düşünmeyi güçleştiriyordu. İnsanlar bağrışıyordu.

Mat’e… Mat’e daha fazla sataşmalıydım, diye düşündü, dudaklarında hafif bir gülümseme belirirken. Bu tür şeyler düşünmek için aptalca bir zaman. Benim… benim ejderleri bulmam gerek. Yoksa onları çoktan bulmuş muyduk?

“Size söylüyorum, lanet şeyler o şekilde çalışmıyor!” Dennel’in sesi. “Onlar lanet tekerlekli Aes Sedailer değil. Ateşten duvar yapamayız. Bu metal topları Trolloclara doğru fırlatabiliriz.”

“Patlıyorlar.” Bu da Guybon’un sesiydi. “Fazlalıkları benim söylediğim gibi kullanabiliriz.”

Talmanes’in gözleri kapandı.

“Toplar patlıyor, evet,” dedi Dennel. “Ama ilk önce onları fırlatmamız gerekiyor. Onları sıraya dizmek ve Trollocların üzerinden aşmalarına izin vermek pek işe yaramaz.”

Bir el Talmanes’in omzunu sarstı. “Lord Talmanes,” dedi Melten. “Şu anda bitmesine izin vermekte onursuzluk yok. Acının çok büyük olduğunu biliyorum. Annenin son kucağı sana sığınak olsun.”

Çekilen bir kılıcın sesi. Talmanes kendini hazırladı.

Sonra gerçekten, ama gerçekten ölmek istemediğini fark etti.

Gözlerini açılmaya zorladı ve elini, tepesine dikilen Melten’e doğru kaldırdı. Jesamyn, endişeli bir yüz ifadesiyle kollarını kavuşturmuş, yakında duruyordu.

“Ayağa kalkmama yardım et,” dedi Talmanes.

Melten duraksadı, sonra söyleneni yaptı.

“Ayağa kalkmaman gerekiyor,” dedi Jesamyn.

“Şerefli bir biçimde kellemin uçurulmasından iyidir,” diye homurdandı Talmanes, acıya karşı dişlerini sıkarak. Işık, o kendi eli miydi? O kadar kararmıştı ki, ateşte kömürleşmiş gibi görünüyordu. “Ne… neler oluyor?”

“Köşeye kıstırıldık Lordum,” dedi Melten sertçe, ciddi bakışlarla. Sonlarının geldiğini düşünüyordu. “Dennel ve Guybon son bir direniş için ejderleri nereye koyacağımız konusunda tartışıyorlar. Aludra da patlayıcı tozu ölçüyor.”

Talmanes sonunda ayağa kalkmayı başardı ve Melten’e yaslandı. Önünde, geniş şehir meydanında iki bin kişi toplanmıştı. Yabanda, soğuk bir gecede birbirlerinin sıcaklığını arayan insanlar gibi birbirlerine sokulmuşlardı. Dennel ve Guybon ejderleri dışarı, şehir merkezine bakan bir yay şeklinde dizmişti ve mülteciler topların arkasında kalmıştı. Birlik ejderlerin başındaydı. Her silah için üçer kişi gerekiyordu. Birlik’in hemen hemen tamamı, en azından biraz eğitim almıştı.

Yakındaki binalar tutuştu, ama ışık tuhaf şeyler yapıyordu. Neden sokaklara ulaşmıyordu? Sokaklar fazla karanlıktı. Boyanmış gibi. Sanki…

Gözlerini kırpıştırarak ıstırap gözyaşlarını temizledi. Sonunda ne gördüğünü anladı. Trolloclar sokakları mürekkep gibi doldurmuştu ve onlara dönük ejder yayına doğru akıyorlardı.

Şimdilik bir şey Trollocları engelliyordu. Saldırmak için hepsinin toplanmasını bekliyorlar, diye düşündü Talmanes.

Arkadan bağırışlar ve hırlamalar geldi. Talmanes hızla döndü ve sonra dünyası dönünce Melten’e tutundu. Baş dönmesinin geçmesini bekledi. Acı… acı aslında geçmeye başlamıştı. Üzerine kömür atılmayan alevler gibi. Acı onunla besleniyordu, ama artık yiyeceği pek bir şey kalmamıştı.

Baş dönmesi geçtiği zaman Talmanes hırlamaların kaynağını gördü. Bulundukları meydanın yanında şehir duvarı vardı, ama şehir sakinleri ve askerler duvardan uzak duruyordu, çünkü duvar, kalın bir kir tabakası gibi, Trolloclarla kaplıydı. Yaratıklar silahlarını havaya kaldırdılar ve insanlara kükrediler.

“Fazla yaklaşanlara mızraklarını fırlatıyorlar,” dedi Melten. “Duvara ulaşmayı ve sonra onu takip ederek kapıya gitmeyi umuyorduk, ama yapamıyoruz… o yaratıklar üzerimize ölüm yağdırırken değil. Tüm diğer yollar kapalı.”

Aludra, Guybon ile Dennel’e yaklaştı. “Ejderlerin altına patlayıcı toz yerleştirebilirim,” dedi usulca. Ama gerektiği kadar kısık sesle değil. “Bu toz silahları yok eder. Ama insanlara çok nahoş bir biçimde zarar da verebilir.”

“Yerleştir,” dedi Guybon çok alçak bir sesle. “Trollocların yapabilecekleri çok daha kötü ve ejderlerin Gölge’nin eline geçmesine izin veremeyiz. Bu yüzden bekliyoruz işte. Önderleri, aniden üzerimize saldırırlarsa bizi zamanında alt edebileceklerini ve silahları ele geçirebileceklerini umuyor.”

“Harekete geçiyorlar!” diye seslendi bir asker, ejderlerin arkasından. “Işık, geliyorlar!”

Karanlıkdöllerinden oluşan o kara tabaka sokaklarda kabarıyordu. Dişler, tırnaklar, pençeler, aşın insansı gözler. Trolloclar, öldürme hevesiyle, her yönden yaklaşıyordu. Talmanes nefes almaya çabaladı.

Duvarların üzerinde, bağırışlar yükseldi. Kuşatıldık, diye düşündü Talmanes. Sırtımız duvara geldi, ağa yakalandık. Biz…

Duvara yaslanmış.

“Dennel!” diye bağırdı Talmanes şamatanın üzerinden. Ejderlerin kumandanı, sahip oldukları mühimmatla açabilecekleri tek yaylımı açmak üzere, ellerinde ateşlerle bekledikleri yerden ona döndü.

Talmanes derin bir nefes aldı ve ciğerleri yandı. “Birkaç atışla düşman istihkamını yıkabileceğini söylemiştin. “

“Elbette,” diye seslendi Dennel. “Ama biz duvarı aşıp bir yere girmeye çalışını…” Sustu.

Işık, diye düşündü Talmanes. Hepimiz çok yorulduk. Bunu görebilmiş olmalıydık. “Siz ortadakiler, Ryden’in ejder birliği, geriye dönün!” diye haykırdı Talmanes. “Kalanlarınız yerinde kalsın ve yaklaşan Trolloclara ateş açsın! Çabuk, çabuk, çabuk!”

Ejderciler harekete geçti. Ryden ve adamları, tekerlek gıcırtıları eşliğinde, telaşla silahlarını çevirdiler. Diğer ejderler ateş açarak, meydana açılan sokakları taramaya başladı. Gümlemeler sağır ediciydi. Mültecilerin bağırarak kulaklarını kapamalarına sebep oldu. Dünyanın sonu gelmişti sanki. Ejder yumurtaları ortalarında patladığında yüzlerce, binlerce Trolloc kan birikintileri içinde yere yıkıldı. Meydan, ejderlerin ağzından dökülen beyaz dumanlarla doldu.

Arkadaki, tanık oldukları şeyler yüzünden zaten dehşet içinde olan mülteciler Ryden’ın ejderleri onlara döndüğünde haykırdılar ve çoğu korku içinde yere düşerek yolu açtı. Trolloc kaplı duvara açılan bir yol. Ryden’ın ejder sırası, arkadaki Trolloclara ateş açan ejder sırasının aksine, tas gibi içe kıvrılıyordu ve bu yüzden silindirler duvarın aynı kısmına yönelmişti.

“Verin bana şu lanet çıralardan birini!” diye bağırdı Talmanes, elini uzatarak. Ejderciler itaat ettiler ve ona ucu kırmızı kırmızı parlayan bir çıra uzattılar. Talmanes, bir anlığına bile olsa tek başına ayakta durmaya kararlı, Melten’i itip uzaklaştırdı.

Guybon yaklaştı. Adamın sesi Talmanes’in zorlanan kulaklarına yumuşak geldi. “O duvarlar yüzlerce senedir duruyor. Zavallı şehrim. Benim zavallı, zavallı şehrim.”

“Artık o senin şehrin değil,” dedi Talmanes. Sırtı alevler içindeki şehre dönük, duvarları kaplayan Trolloclara meydan okuyarak yanan çırayı havaya kaldırdı. “Şehir artık onların.”

Talmanes kırmızı bir iz bırakarak çırayı yere doğru savurdu. İşareti üzerine ejderler kükreyerek patladı ve gümbürtü meydanda yankılandı.

Trolloclar –en azından Trolloc parçaları– havaya uçtu. Altlarındaki duvar, tekmelenmiş oyuncak bloklar gibi dağıldı. Talmanes gözleri karararak sallanırken, duvarın dışarı doğru yıkıldığını gördü. Yere düşer, kendini kaybederken, düşüşünün hızıyla toprak sarsıldı adeta.

Загрузка...