On ikinci Bölüm

RORDEN, Konsey salonundan ancak bir saat sonra çıkabildi. Bu bir saatlik gecikmeden ötürü çok geç kalmış olduğunu bildiği için bürolarına girdiğinde üzüntüden içi içini yemekte, ne yapacağını bilememekteydi. Alvin’in bir haber bırakıp bırakmadığını araştırırken bir yandan da önündeki yılların, Alvin’siz yılların ne denli boş, sönük yıllar olacağını ilk defa için derinden derine anlamaktaydı.

Alvin bir haber bırakmıştı ve bu haberin içeriği hiç de beklediği gibi değildi. Öyle ki Rorden mesajı birkaç defa üst üste okuduktan sonra bile gözlerine hâlâ inanamamaktaydı.

«Derhal Loranne kulesine gelin!»

Loranne kulesine daha önce ancak bir kere, Alvin güneşin batışını seyretmek için sürüklediğinde gitmiş ve gruba hayran kalmıştı. Ama hemen ardından da öyle bir dehşete, gecenin çölü kaplamaya başlayan gölgesi karşısında öyle bir dehşete kapılmıştı ki, Alvin’in yalvarmalarına rağmen ardına bile bakmadan kaçmış ve bir daha kuleye asla, asla ayak atmamaya yemin etmişti.

Ama bu yemine rağmen şimdi yine kulede, yine o soğuk rüzgâra karşı, duvarlarından yatay havalandırma şaftlarının çıktığı odadaydı. Alvin ortalıkta yoktu ama Rorden seslenir seslenmez karşılık verdi:

— Korkuluktayım. Orta şafttan geçip gelin.

Rorden duraksadı. Şafttan geçmektense ölmeyi yeğlerdi. Yine de bir an sonra Alvin’in, sırtını kente verip yüzünü önünde uzanan sonsuz çöle çevirmiş olan Alvin’in yanındaydı.

Kısa bir süre birbirlerine baktılar. Sonra Alvin oldukça pişman olmuş bir tavırla konuştu.

— Umarım başınızı derde sokmadım.

Bu sözler Alvin’e verip veriştirmek üzere olan Rorden’e dokunmuştu:

— Sokmadın. Konsey beni düşünemeyecek kadar kendi derdine düşmüştü.

Pes perdeden güldü.

— Kestaneleri ateşten çıkarmak da Jeserac’a düştü. Ben çıkarken kendini dörtbaşı mamur bir şekilde savunmaktaydı. Korkarım yanlış değerlendirdim onu.

— Jeserac için çok üzülüyorum.

— Yaşlı hocana oldukça tatsız bir oyun oynadın ama o bu oyundan oldukça hoşlanmış gibi görünüyor. Hem aslına bakarsan sana eski dünyayı ilk o gösterdiği ve bu da öyle az buz bir suç sayılamayacağı için, söylediklerinde gerçek olan bir taraf da vardı.

Alvin ilk defa gülümsedi:

— Şimdi size garip gelecek ama ne yapmak istediğimi, daha doğrusu aslında ne yapmak istediğimi, ancak öfkeden kendimi kaybedince anladım. Bundan ister hoşlansınlar ister hoşlanmasınlar, Diaspar’la Lys’i ayıran duvarı yıkacağım. Ama bu iş artık o kadar önemli olmadığı için biraz bekleyebilir.

Rorden hafiften hafiften endişelenmeye başladığını hissetti.

— Ne demek istiyorsun?

Alvin’in yanında robotlardan sadece birinin bulunduğunu fark edince endişesi artmaya başladı.

Öbür robot nerede?

Alvin kolunu ağır ağır kaldırıp, birbirlerini donup dalgalar gibi izleyen kum tepecikleriyle daha öteleri, kırık çizgili dorukları gösterdi. Rorden o yöne bakınca, çok uzakta madenin, güneşin ışıklan altında parlayan madenin ışıltısını, yanılmaya imkân olmayan ışıltısını gördü.

— Sizi bekliyorduk. Konsey salonundan çıkar çıkmaz dosdoğru robotlara gittim. Konseyin robotlara bana tüm öğreteceklerini öğretmeden önce el koymasından korktuğum için dosdoğru robotların yanına gittim ve hem çok zeki olmadıkları, hem de umduğumdan daha az şey bildikleri için, istediklerimi öğrenmem uzun sürmedi. Artık Üstadın sırrını biliyorum.

Bir an durduktan sonra bir kez daha hemen hemen seçilemeyen noktayı, robotu gösterdi.

— Bakın.

Işıklar saçan nokta çölü havadan aşıp yerden belki beşyüzmetre yükseklikte durdu. Ardından da çölden ağır ağır bir kum bulutu yükselmeye başladı.

Hiçbir şey, hiçbir hareket olmaması gereken bir yerde hareket olması kadar dehşet verici değildir. Bununla beraber gözlerine hâlâ inanamayan Rorden korku duvarım çoktan aştığı için, iki yana açılmaya başlayan kum tepecikleri karşısında artık hiçbir şey hissetmemekteydi. Bir şey, çölün derinliklerindeki bir şey, uykudan uyanan bir dev gibi gerinmekteydi. Rorden’in kulakları ayrılan toprağın uğultusu, karşı konmaz bir güç tarafından yarılan, parçalanan kayaların acı feryatlarıyla doldu. Sonra bir hortum kumları birdenbire yüzlerce metre yükseğe fışkırttı ve göz gözü görmez oldu.

Kum hortumu yavaş yavaş alçalmaya, çölün bağrında açılmış olan derin, karanlık yarayı yavaş yavaş örtmeye başlamıştı ama Alvin’le Rorden gözlerini hâlâ gökyüzünden, kısa bir süre önce robottan başka bir şeyin görülmediği gökyüzünden ayıramamaktaydılar. Gördükleri karşısında arkalarındaki büyük kentte, önlerinde uzanan sonsuz çölde, Konseyin çekingenliğinde, Lys’in gururu da incir çekirdeği doldurmaz şeyler olduğundan, Alvin’in Diaspar’Ia Lys’i ayıran duvarı artık neden pek önemsemediğini Rorden şimdi anlamakta ve Alvin’e hak vermekteydi.

Toprak, kum, kaya örtüsü çölün parçalanmış böğründen yükselmekte olan uzay gemisinin gururlu çizgilerini bulandırabiliyor, ama gizleyemiyordu. Uzay gemisi bir nokta görünümü alıncaya kadar onları doğru döndükten sonra nokta genişlemeye, bir daire şekli almaya başladı.

Alvin sanki yeterli zaman yokmuş gibi süratle konuşmaya başladı.

— Üstadın kim olduğunu da, Yer Yuvarlağına neden geldiğini de hâlâ bilmiyorum. Robotun söylediklerinden anladığım kadarıyla, Yer Yuvarlağına gizlice inip, gemisini tekrar gereksinme duyarsa kolayca bulabileceği bir yere gizlemiş. En uygun, tüm Yer Yuvarlağını karış karış arasa da daha iyisini bulamayacağı yere, çölün kumları altında uzanmakta olan ve şimdi bile çok ıssız bir yer olan Diaspar limanına. Shalmirane’a gitmeden önce bir süre Diaspar’da yaşamış olabilir. Yol da o sıralarda açıktı herhalde. Sonra Shalmirane’a yerleşip gemisine bir daha gereksinme duymadığı için de, gemisi asırlar boyunca burada, bu kumların altında kaldı.

Robot korkuluğa doğru yöneldiğinden, gemi şimdi çok yakınlarına gelmişti ve Rorden yüz metre kadar boyunda olup, her iki ucunun da sivri olduğunu artık rahatça görebilmekteydi. Üzerindeki kalın toprak tabakasından ötürü kesin bir şey söylemek olanaksızdı ama üzerinde ne bir lumboz ne de bir giriş yok gibiydi.

Gövdesinin bir kısmının birdenbire dışarıya doğru açdmaya başlayıp, onları birdenbire toza toprağa bulamasına rağmen, Rorden yine de küçük, çıplak bir odayla, bu odanın sonundaki bir kapıyı şöyle bir seçebilmişti. Gemiyle, korkuluğa canlı, duyarlı bir yaratık gibi yaklaşmış olan gemiyle şimdi aralarında ancak birkaç adımlık bir uzaklık kalmıştı. Evrenin tüm esrarını, tüm dehşetini simgeleyen bu gemi ona İnsanoğlunun iradesini o kadar uzun süre felce uğratmış olan ırksal korkuları başka hiç, ama hiçbir şeyin yapamayacağı derecede canlı bir tarzda anımsattığı için çok korkmuş olan Rorden aceleyle birkaç adım geriledi. Alvin Rorden’in neler duyduğunu çok iyi anlamaktaydı. Bunun yanı sıra, yaşamında hemen hemen ilk defa için, İnsanoğlunun beyninde kontrol edemeyeceği güçler de bulunduğunu, bu bakımdan Konseye kızmaktan ziyade acıması gerektiğini de anlamaktaydı.

Gemi kuleden sinek uçsa duyulacak bir sessizlik içinde uzaklaşınca Alvin’den ikinci kez ayrılmış, Alvin’e ikinci kez veda etmiş olduğunu düşündü. Alvin’den küçük, içine kapanık Diaspar’ın bildiği tek veda şekli tek Allahaısmarladıkla ayrılmış olduğunu düşünüp bir garip oldu.

Gemi artık gökyüzünde siyah bir noktadan başka bir şey değildi. Sonra bu noktada birdenbire yitip, gökyüzünde birdenbire İnsanoğlunun şimdiye değin üretmiş olduğu seslerin en korkuncu, gökyüzünde birdenbire açılmış bir boşluğa birdenbire dolan, bu uzun boşlukta sıkışıp kalan, bu uzun boşluğun, tünelin cidarlarını zorlayıp zorlayıp birdenbire patlatan bir gümbürtü duyuldu.

Çöl bu sesin son yankılarım emdiğinde bile Rorden yerinden kımıldamadı. Alvin’i düşünüyor, şimdiye değin o kadar çok kez yapmış olduğu gibi bir kere daha, Alvin’in daima alarga, her daim şaşırtıcı zekasını bir gün gelip de anlamasının mümkün olup olmayacağını soruyordu kendi kendine. Alvin hiçbir zaman büyümeyecek, hiçbir zaman olgunlaşmayacaktı. Alvin için evren bir oyundan, eğlenmek için çözümlenecek bir bulmacadan başka bir şey değildi. Alvin bu oyunu oynarken sonunda eline oyuncağı, İnsanoğlunun uygarlığından arta kalanı da silip süpürebilecek, enkaza çevirebilecek olan oyuncağı da geçirmişti. Uygarlık ister batsın ister çıksın, onun için yine de bir şey değişmeyecek, sonuç ne olursa olsun bu onun için yine de bir oyun, sadece bir oyun olarak kalacaktı.

Güneş artık iyice alçalmış, çölden doğru buz gibi bir rüzgâr esmeye başlamıştı ama Rorden kuleden hâlâ ayrılmamakta, hâlâ korkusunu yenmeye çalışmaktaydı. Sonra birdenbire korkusunu yendi ve yaşamında ilk kez için yıldızları, ışıltılı yıldızları gördü…

* * *

Hava süzgecinin iç kapısı açıldığı zaman gözlerinin önüne serilen lüksün bir eşini Alvin Diaspar’da bile görmemişti. Başlangıçta biraz yadırgadıktan sonra, yavaş yavaş ve biraz da huzursuzca bir şekilde, bu lüksün yıldızlar arası yolculukta nasıl bir etkisi olabileceğini düşünmeye koyuldu. Çevresinde hiçbir tür kumanda kolu yoktu ama karşısındaki duvarı tümüyle kaplayan büyük, oval ekran burasının sıradan bir oda olmadığını fazlasıyla belirtmekteydi. Bu ekranın önünde yarım daire şeklinde yerleştirilmiş üç alçak kanepe vardı. Bunun dışında iki masayla, son derece çekici birkaç koltuk ve neye yaradıklarını o an için çıkaramadığı bir sürü garip aygıt vardı.

Ekranın önüne rahatça uzandıktan sonra robotlarını aradı ama göremedi. Daha özenle araştırınca robotların bu köşeler sanki özel olarak onlar için yapılmışçasına, kubbe tavanın altındaki köşelerde durduklarını gördü. Bu öylesine doğal bir eylem, öylesine doğal bir duruştu ki Baş Robotları hatırlayıp bu robotların hangi amaçla yapılmış olduklarını anında anladı.

Bunlar çevirici robotlardı. Bu konuda özel eğitim görmemiş olan hiçbir insanın yardım görmeden bir uzay gemisi kadar karmaşık bir makineyi yönetemeyeceği çevirici robotlar. Üstadı Yer Yuvarlağına getirmiş olan bu robotlar sonra da ardından Lys’e gitmişlerdi. Şimdi de eski görevlerini bir kez daha yerine getirmeye, bir kez daha güneş sistemlerini aşmaya hazırdılar.

Robotlara sınamak için rastgele bir emir verince, büyük ekran aydınlanıp, önünde garip bir tarzda kısalıp şişmanlamış, bir yana yatmış Loranne kulesi belirdi. Daha sonraki emirleri üzerine sırasıyla gökyüzünü, kenti, çölü gördü. Ortada büyültmeyle ilgili herhangi bir şey olmamasına rağmen, görünümler son derece canlı, doğal olamayacak kadar da netti. Görünümlerin değişmesinin geminin ilerlemesine bağlı olup olmadığını da merak etmekteydi ama bunu anlamasını sağlayacak bir yol bulamadı. Sınamaya, emir vermeye dilediği her manzarayı görebilecek duruma gelene kadar devam ettikten sonra sonunda kendini yola çıkmaya hazır hissetti.

— Beni Lys’e götür!

Bu gerçi basit bir emirdi ama izlenecek yolu kendisi de bilmediğine göre gemi yolu nasıl bulacak, emri nasıl yerine getirecekti? Daha önce üzerinde hiç durmamış olduğu bu konu üzerinde daha yeni yeni düşünmeye başlarken, gemi çölün üzerinden muazzam bir süratle ilerlemeye başlamıştı bile. Ne yapsa sırrına eremeyeceği bir konu üzerinde daha fazla kafa patlatmayı gereksiz bulan Alvin, olayların akışını olduğu gibi kabul etmeyi yeğleyip, minnetle kanapesine yaslandı.

Ekrandan büyük bir hızla gelip geçen görünümün ölçeğini kestirmek güçtü ama dakikada yüzlerce mil kat ediyor olmalıydılar. Kentten biraz uzaklaşıp da toprak birdenbire donuk gri bir renk alınca, kurumuş okyanuslardan birinin yatağı üzerinden geçmekte olduklarını anladı. Diaspar bir zamanlar denize çok yakın olmuş olmalıydı ama bu konuya en eski kayıtlarda bile hiç değinilmemiş olduğuna bakılırsa, kent ne kadar eski olursa olsun, okyanuslar yine de kuruluşundan çok önce kurumuş olmalıydılar.

Yüzlerce mil sonra yer kabuğu birdenbire yükselip tekrar çöle dönüştü. Bir keresinde gemisini kum tabakasının altında ancak seçilebilen, birbirlerini garip bir şekilde kesen, bölen bir hatlar ağı üstünde durdurdu. Bu bulmacayı çözmek için bir süre uğraştıktan sonra, sonunda terkedilmiş bir kentin kalıntılarına bakmakta olduğunu anladı. Milyonlarca insanın yaşamından geriye kumlardaki bu saban izlerini andıran çizgilerden başka hiç, ama hiçbir şey kalmamış olduğunu anlamakta dayanılır gibi olmadığından, kalbi paramparça oldu.

Düzgünlüğünü o ana dek korumuş olan ufuk çizgisi şimdi en sonunda bozulmakta, görmesiyle varmasının bir olduğu dağ doruklarının üzerinde kıvrılıp, katlanıp, kırılmaktaydı. Gemi de artık hız kesiyor, yüz mil uzunluğunda bir yay çizerek alçalmaya başlıyordu. Altında beliren Lys’in geniş ormanlarıyla sayısız nehirleri öylesine eşsiz, bakmaya doyulmaz bir tablo oluşturmaktaydı ki bir süre durup kuşbakışı seyretmekten kendini alamadı. Doğuda toprak gölgelenmişti. Bu gölgeli toprağın üzerinde büyük göller simsiyah çiçekler gibi durmaktaydılar. Gün batımındaysa aydınlık suların üzerinde, düşlenmesi bile olanaksız bir renk cümbüşü içinde ışıklar hâlâ raks ediyorlardı.

Robotlar ona buradan öteye kılavuzluk edemeyeceği için Airlee’nin yerini bulmak Alvin’e düştü. Böyle bir durumla karşılaşmayı beklemiş olan Alvin, robotlarının güçlerinin de bir sınırı olduğunu anlamaktan ayrı bir mutluluk duyup, gemisini Lys’i ilk defa için görmüş olduğu tepenin üzerine indirdi. Gemiyi yönetmek çok kolaydı. Alvin genel isteklerini bildirmekle yetiniyor, ayrıntılarla robotlar ilgileniyordu. Bununla beraber Alvin robotların tehlikeli veya yerine getirilmesi olanaksız emirleri duymazdan gelebileceklerini de düşünmekte, ancak bu konuda bir denemeye girişmeyi şimdilik göze alamamaktaydı.

Gelişini hiç kimsenin görmediğine hiç kuşku duymamaktaydı. Seranis’le tekrar zihni bir çarpışmaya girişmeyi katiyen dilemediği için de varışının gizli kalmasına özellikle önem vermekteydi. Planları gerçi biraz belirsizdi ama böylece yeniden dostça ilişkiler tesis edinceye kadar herhangi bir tehlikeyle karşılaşmayacaktı hiç olmazsa.

Asıl robotun kendisine artık itaat etmeyeceğini anlaması Alvin’i oldukça sarstı. Küçük bölümünden çıkmasını emrettiğinde robot hareket etmeyi reddedip olduğu yerde kalmak, Alvin’e çoğul gözleriyle ihtirassızca bakmakla yetindi. Kopya robot anında itaat edip Alvin’i rahatlattı ama, asıl robotun tutumunu ne dil dökmeler ne de yağ çekmeler değiştiremediği için Alvin bir süre bu isyan hareketinin nedenini bulmaya çalıştıktan sonra sonunda şu yargıya vardı: Robotlar doğaüstü yeteneklerine rağmen pek zeki değildiler ve son saatlerdeki olaylar da talihsiz robot için bardağı taşıran son damla olmuş olmalıydı. Talihsiz robot son saatler esnasında Üstadın tüm emirlerinin çiğnendiğine şahit olmuştu. Üstadın milyonlarca yıldan beri gözünü bile kırpmadan, amaç tekliğiyle itaat ettiği tüm emirlerinin çiğnenmesine şahit olmuş, sonunda da daha fazla dayanamayıp isyan etmişti.

Pişman olmak için artık çok geçti ama robot sonunda çıldırdığı için Alvin de tek bir kopya çıkarmış olmasına, şimdi elinde tek bir robot kalmış olmasına üzülmekten yine de kendini alamamaktaydı.

Airlee’ye giden yolda kimseye rastlamadı. Robotla hâlâ tam anlamıyla özdeşleşememiş olduğu ve robotu kontrol altında tutmak için harcadığı çaba sinirlerini yay gibi gerdiği halde, kendisi uzay gemisinin içinde rahatça, hiçbir çaba harcamadan oturup dururken tanıdık yolun görüş sahası içine girmesi, kulaklarının ormanın fısıltılarıyla dolması, içinde garip, tanımlayamadığı bir duygunun doğmasına neden olmaktaydı.

Airlee’ye vardığında hava hemen hemen kararmıştı. Airlee’nin küçük evleri ışık öbekleri içinde yüzmekteydiler. Alvin gölgelere gizlene gizlene ilerleyerek görülmeden Seranis’in evine vardı. Sonra ortalığı birdenbire yüksek perdeden kızgın bir vızıldama kaplayıp, kendisini bir kanat sağanağının tam ortasında buldu. Bu beklenmedik saldırı karşısında elinde olmadan geriledikten sonra, bu kasırganın kaynağını keşfetti. Krift, kanatsız uçan her şeyi düşman varsayan Kriftti bu kasırganın nedeni. Krift robota daha önceleri de saldırmaya kalkışıp her seferinde de Theon tarafından durdurulmuştu. Bu güzel ama budala yaratığa bir zarar vermek istemeyen Alvin robotunu durdurup, Kriftin üzerine yağmur gibi yağan darbelerine karşı kendini elinden geldiğince korumaya, bu darbeleri mümkün olduğunca zararsızca savuşturmaya çalıştı. Aslında Seranis’in kapısı önünde durmamakta olmasına, aslında bir mil ötedeki gemisinde rahatça oturmakta olmasına rağmen, korkup sakınmaktan yine de kendini alamamaktaydı. Öyle ki Theon neler olup bittiğini anlamak için dışarı çıkınca büyük bir rahatlık duydu.

Загрузка...