38 KURTULUŞ

Perrin, arkasından bağlı bileklerinin izin verdiğince kıpırdandı ve sonunda içini çekerek pes etti. Kaçındığı her taş iki yeni taş getiriyordu. Pelerinini üzerine çekmeye çalıştı. Gece soğuktu ve toprak, Beyazcübbeler onları yakaladığından beri her gece olduğu gibi, içindeki tüm ısıyı çekiyor gibiydi. Çocuklar, tutsakların battaniyelere ya da sığınacak bir yere ihtiyaç duyacaklarını düşünmüyordu. Özellikle de tehlikeli Karanlıkdostlarının.

Egwene ısınmak için arkasına büzülmüş, bitkinlikten derin derin uyuyordu. Hattâ Perrin kıpırdanırken mırıldanmıyordu bile. Güneş saatler önce batmıştı ve Perrin bütün gün boynunda bir yular, bir atın arkasında yürümekten baştan ayağa ağrılar içindeydi, ama uyku bir türlü gelmiyordu.

Sıralar hızlı ilerlemiyordu. Yedek atlarının çoğunu yurttaki kurtlara kaptırdıklarından Beyazcübbeler istedikleri kadar hızlanamıyorlardı; gecikme, Emond Meydanı’ndan gelenlere yükledikleri bir başka suçtu. Ama kıvrım kıvrım, ikili sıra istikrarlı bir biçimde ilerliyordu –Lord Bornhald, Caemlyn’e zamanında –neyin zamanıysa– ulaşmaya kararlıydı, ve Perrin’in aklının bir köşesinde daima, Lord Kumandan Borhald’ın onları Amador’da sorgulanmak üzere hayatta tutmalarını emretmesine rağmen, düşecek olsa yularını tutan Beyazcübbe’nin, durmayacağı korkusu vardı. Bu olursa kendini kurtaramayacağını biliyordu; ellerini yalnızca yemek yerken ya da lağım çukurunu ziyaret ederken çözüyorlardı. Yular her adımını önemli, ayağının altındaki her taşı potansiyel olarak ölümcül kılıyordu. Kasları gergin, yeri endişeli gözlerle arayarak yürüyordu. Ne zaman Egwene’e baksa, onun da aynısını yaptığını görüyordu. Göz göze geldiklerinde kızın yüzü gergin ve korku dolu oluyordu. İkisi de gözlerini, bir bakış fırlatmaya yeteceğinden daha uzun süre yerden kaldırmaya cesaret edemiyordu.

Normalde Beyazcübbeler durmasına izin verir vermez suyu sıkılmış bir paçavra gibi yere yıkılıyordu, ama bu gece zihni yarış halindeydi. Derisi günlerdir biriken dehşetle karıncalanıyordu. Gözlerini kapattığında, yalnızca Byar’ın, Amador’a ulaştıklarında olacağını söylediği şeyleri görüyordu.

Egwene’in, Byar’ın düz bir sesle anlattıklarına hâlâ inanmadığından emindi. İnansa, ne kadar yorgun olursa olsun uyuyamazdı. Başta Perrin de Byar’a inanmamıştı. Hâlâ inanmak istemiyordu; insanlar başka insanlara o tür şeyler yapmazdı. Ama Byar aslında tehditler savurmuyordu, su içmekten bahseder gibi bir ses tonu ile kor gibi kızdırılmış demirlerden, kerpetenlerden, deriyi yüzecek bıçaklardan, iğnelerden bahsediyordu. Onları korkutmaya çalışıyormuş gibi görünmüyordu. Gözlerinde asla zevk okunmuyordu. Yalnızca korkup korkmadıklarına, işkence görüp görmediklerine, yaşayıp yaşamadıklarına aldırmıyordu. Sonunda anlayınca, Perrin’in yüzünde soğuk terler belirmesine sebep olan buydu. Artık Byar’ın basit gerçeği anlattığına onu ikna eden buydu.

İki nöbetçinin pelerinleri solgun ay ışığı altında gri gri parlıyordu. Yüzlerini ayırt edemiyordu, ama izlediklerini biliyordu. Bir şey deneme olasılıkları varmış gibi elleri ve ayakları bağlanmıştı. Henüz görecek kadar ışık varken gözlerindeki tiksintiyi, yüzlerindeki gerginliği görmüştü. Sanki pisliğe bulanmış, iğrenç kokan, korkunç görünen canavarların başına nöbetçi dikilmişlerdi. Tüm Beyazcübbeler onlara böyle bakıyordu. Bu asla değişmiyordu. Işık, çoktan bizim Karanlıkdostu olduğumuza ikna olmuşlarken, aksini nasıl kanıtlayacağız? Midesi bulanarak burkuldu. Sonunda, muhtemelen Sorgucuları durdurmak için her şeyi itiraf edecekti.

Birisi geliyordu, lamba taşıyan bir Beyazcübbe. Adam durup nöbetçilerle konuştu, nöbetçiler saygıyla yanıt verdi. Perrin konuşulanları işitemiyordu, ama uzun boylu, zayıf şekli tanıdı.

Lamba yüzüne doğru tutulduğunda gözlerini kıstı. Byar’ın diğer elinde Perrin’in baltası vardı; silaha el koymuştu. En azından, Perrin onu baltasız görmemişti hiç.

“Uyan,” dedi Byar duygusuzca, sanki Perrin başı dik uyurmuş gibi. Sözlerine kaburgalarına attığı sert bir tekme eşlik etli.

Perrin, sıktığı dişlerinin arasından inledi. Yanları Byar’ın çizmeleri yüzünden yaralarla doluydu.

“Uyan, dedim.” Ayak yine kalktı ve Perrin çabucak konuştu.

“Uyanığım.” Byar’ın söylediklerini duyduğunu belli etmeliydin, yoksa dikkatini çekmenin yolunu bulurdu.

Byar lambayı yere koydu ve bağları kontrol etmek için eğildi. Adam kabaca bileğini çekti, kollarını eklemlerinden büktü. Düğümleri bıraktığı kadar sıkı bulunca ayak bileklerindeki ipi çekerek Perrin’i kayalık zeminde sürükledi. Adam iskelet gibi ve güçsüz görünüyordu, ama Perrin’i bir çocukmuş gibi itip kakabiliyordu. Bu her gece tekrarlanan bir şeydi.

Byar doğrulurken Perrin Egwene’in hâlâ uyumakla olduğunu gördü. “Uyan!” diye bağırdı. “Egwene! Uyan!”

“N…? Ne?” Egwene’in sesi korku dolu ve uykuyla boğuktu. Başını kaldırdı, lamba ışığına karşı gözlerini kırpıştırdı.

Byar kızı tekmeleyerek uyandıramaması karşısında hayal kırıklığına uğradığını belli etmedi; asla etmezdi. Kızın iplerini de, inlemelerini duymazdan gelerek Perrin’inkiler gibi çekiştirdi. Acı vermek, kayıtsızlıkla karşıladığı bir başka şeydi; Perrin, alışkanlıklarından vazgeçerek incitmek için özel çaba harcadığı tek kişiydi. Perrin hatırlamasa bile, Byar Çocuklardan ikisini öldürdüğünü unutmuyordu.

“Saygıdeğer insanlar onlara nöbetçilik etmek için uyanık kalmak zorundayken Karanlıkdostları neden uyusun ki,” dedi Byar duygusuzca.

“Yüzüncü kez söylüyorum,” dedi Egwene bitkinlik içinde, “biz Karanlıkdostu değiliz.”

Perrin gerginleşti. Bazen bu tür inkarların ardından, gıcırtılı, monoton bir sesle itiraf ve tövbe konusunda bir ders geliyor, bunu o itirafları ve tövbeyi elde etmek için Sorgucuların kullandığı yöntemler takip ediyordu. Bazen bir ders ve bir tekme getiriyordu. Perrin şaş– kinlik içinde, Byar’ın inkarı duymazdan geldiğini gördü.

Bunun yerine adam baltayı dizlerine koyarak önünde diz çöktü. Yüzü tamamen köşeler ve boş çukurlarla doluydu. Pelerininin sol göğsündeki altın güneş ve altındaki iki altın yıldız lamba ışığında parıldıyordu. Miğferini çıkararak lambanın yanına koydu. Bu sefer yüzünde nefret ve tiksinti dışında bir şey vardı, okunmaz bir şey. Kollarını baltanın sapına dayadı ve sessizlik içinde Perrin’i inceledi. Perrin o boş gözlü bakışlar altında kıpırdamamaya çalıştı.

“Bizi yavaşlatıyorsunuz, Karanlıkdostu, sen ve kurtların. Kutsanmışlar Konseyi bu tür şeylere dair raporlar aldı ve daha fazlasını bilmek istiyorlar, bu yüzden Amador’a götürülmeli, Sorguculara teslim edilmelisin, ama bizi yavaşlatıyorsun. Yedek atlarımız olmadan da yeterince hızlı ilerleyebileceğimizi ummuştum, ama yanılmışım.” Kaşlarını çatarak sustu.

Perrin bekledi; Byar hazır olduğunda söyleyecekti.

“Lord Kumandan bir ikileme sıkıştı kaldı,” dedi Byar sonunda. “Kurtlar yüzünden seni Kurul a götürmeli, ama Caemlyn’e de ulaşmalı. Sizi taşıyacak yedek atımız yok, ama sizi yürütmeye devam edersek önceden belirlenmiş zamanda Caemlyn’e ulaşamayacağız. Lord Kumandan görevlerini körlemesine takip eder ve sizi Kurul’un önüne çıkarmaya kararlı.”

Egwene bir ses çıkardı. Byar Perrin’e bakıyordu ve Perrin gözlerini kırpmaya korkarak bakışlarına karşılık verdi. “Anlamıyorum,” dedi yavaşça.

“Anlayacak bir şey yok,” diye yanıt verdi Byar. “Boş spekülasyonlardan başka bir şey yok. Kaçarsanız, izinizi sürecek zamanımız olmaz. Caemlyn’e zamanında varacaksak boşa harcayacak bir saatimiz bile yok. Mesela, keskin bir taşla iplerinizi kesip gecenin içinde kaybolursanız, Lord Kumandan’ın sorunu çözülmüş olur.” Bakışlarını Perrin’den ayırmadan elini pelerininin altına soktu ve yere bir şey fırlattı.

Perrin’in gözleri istemsizce takip etti. Ne olduğunu anlayınca nefesi kesildi. Bir taş. Keskin kenarlı bir taş.

“Yalnızca boş spekülasyonlar,” dedi Byar. “Bu gece nöbetçileriniz de spekülasyon yapacak.”

Perrin’in ağzı aniden kurumuştu. İyice düşün! Işık bana yardım et, iyice düşün ve hata yapma!

Bu doğru olabilir miydi? Beyazcübbelerin Caemlyn’e hızlı gitme ihtiyacı bu kadar önemli olabilir miydi? Karanlıkdostu olduğundan kuşkulandıkları insanların kaçmasına izin verecek kadar? Bu açıdan sorgulamanın bir faydası yoktu; yeterli bilgisi yoktu. Lord Kumandan Bornhald dışında onlarla konuşan tek Beyazcübbe Byar idi ve ikisinin de bilgi verdiği söylenemezdi. Bir başka açı. Byar kaçmalarını istiyorsa, neden basitçe iplerini kesmemişti? Byar kaçmalarını istiyorsa mı? İliklerine kadar Karanlıkdostu olduklarına inanan Byar. Karanlıkdostlarından Karanlık Varlık’dan nefret ettiğinden daha fazla nefret eden Byar. İki Beyazcübbe öldürdüğü için her bahaneyle ona acı veren Byar. Byar kaçmalarını mı istiyordu?

Perrin, beyninin biraz önce hızlı çalıştığını sanıyordu, ama şimdi bir çığ gibi kükrüyordu. Soğuğa rağmen yüzünden ter derecikleri akıyordu. Nöbetçilere bir bakış fırlattı. Yalnızca açık gri gölgelerdiler, ama Perrin’e durmuş, bekliyorlar gibi geldi. O ve Egwene kaçmaya çalışırken öldürülürlerse ve ipleri tesadüfen orada bulunabilecek bir taş tarafından kesilmişse… Evet, Lord Kumandan’ın ikilemi çözülmüş olacaktı. Byar da ölmelerini sağlamış olacaktı; tıpkı istediği gibi.

Zayıf adam miğferini lambanın yanından aldı ve doğrulacak oldu.

“Dur,” dedi Perrin boğuk sesle. Düşünceleri bir çıkış yolu ararken birbirine karışıyordu. “Dur, konuşmak istiyorum. Ben…”

Yardım geliyor!

Düşünce, kaosun içinde berrak bir ışık patlaması gibi zihninde çiçek açtı, öyle irkilticiydi ki bir anlığına başka her şeyi, hattâ nerede olduğunu unuttu. Benek hayattaydı. Elyas, diye düşündü kurda, sözcükler olmadan adamın hayatta olup olmadığını sorarak. Kafasında bir imge canlandı. Bir mağarada, küçük bir ateşin yanında, her daim yeşil yapraklarla dolu dallardan bir yatağın üzerinde uzanan, yan tarafındaki yarayla ilgilenen Elyas. Yalnızca bir an sürdü. Ağzı açık Byar’a bakakaldı ve yüzünde aptal bir sırıtma belirdi. Elyas hayattaydı. Benek hayattaydı. Yardım geliyordu.

Byar doğrulmak üzereyken durmuş, ona bakıyordu. “Aklına bir düşünce geldi, İki Nehirli Perrin ve bunun ne olduğunu öğrenmek istiyorum.”

Perrin bir an Benek’ten gelen düşünceyi kastettiğini düşündü. Yüzünden önce panik, sonra rahatlama dalgası geçti. Byar’ın bilmesi imkansızdı.

Byar yüzünden geçen ifadeleri izledi ve ilk defa Beyazcübbe’nin gözleri yere attığı taşa gitti.

Perrin adamın tekrar düşündüğünü fark etti. Taş hakkında fikrini değiştirirse, konuşma ihtimalleri olduğunu bilerek onları canlı bırakmaya cesaret edebilir miydi? Bağlandıkları ipler, fark edilme riskine rağmen onlar öldükten sonra da taşla kesilebilirdi. Byar’ın gözlerine baktı –adamın gözçukurlarının gölgeli boşlukları karanlık mağaralardan bakıyormuş gibi görünmesine sebep oluyordu– ve ölüm kararını gördü.

Byar ağzını açtı, Perrin hükmün telaffuz edilmesini beklerken her şey çok hızlı gelişmeye başladı.

Aniden nöbetçilerden biri yok oldu. Bir an iki loş şekil vardı, bir sonraki an gece içlerinden birini yutmuştu. İkinci nöbetçi, dudaklarında bir haykırışın başlangıcı, döndü, ama ilk heceyi telaffuz edemeden katı bir çatık sesi geldi ve adam bir ağaç gibi devrildi.

Byar, saldırıya geçen bir engerek gibi hızla döndü. Elindeki baltayı öyle hızlı çeviriyordu ki, balta vızıldıyordu. Gece lambanın ışığına doğru akarken Perrin’in gözleri iri iri açıldı. Bağırmak için ağzını açtı, ama boğazı korkuyla tıkandı. Bir an Byar’ın onları öldürmek istediğini bile unuttu. Beyazcübbe bir insandı ve gece canlanmış, hepsini birden almaya gelmişti.

Sonra çadırı istila eden karanlık Lan oldu, hareket ederken pelerini gri ve siyah gölgeler halinde dalgalanıyordu. Byar’ın elindeki balta şimşek gibi çaktı… ve Lan kayıtsızca bir yana eğildi, balta o kadar yakından geçti ki, rüzgarını hissetmemesi imkansızdı. Darbesinin hızı ile dengesi bozulan Byar’ın gözleri, Muhafız elleri ve ayakları ile hızla saldırıya geçince irileşti. Adam o kadar hızlıydı ki Perrin ne gördüğünden emin olamıyordu. Ama Byar’ın bir kukla gibi yere yığıldığından emindi. Beyazcübbe yere düşmeyi bitirdiğinde Muhafız çoktan dizlerinin üzerine çökmüş, lambayı söndürüyordu.

Aniden dönen karanlık Perrin’i körleştirdi. Lan yine gözden kaybolmuş gibi göründü.

“O gerçekten…?” Egwene boğuk bir hıçkırık kopardı. “Öldüğünü sanmıştık. Hepinizin öldüğünü sanıyorduk.”

“Henüz değil.” Muhafız’ın derin fısıltısında hafif bir eğlenme tonu vardı.

Eller Perrin’e dokundu, bağlarını buldu. Bir hançer neredeyse hiç çekiştirmeden ipleri kesti ve Perrin serbest kaldı. Doğrulup otururken ağrıyan kasları isyan ati. Bileklerini ovalarken Byar’ın yerinde duran gri yığına baktı. “Sen onu…? O…?”

“Hayır,” diye yanıt verdi Lan’in sesi karanlığın içinden. “İstemediğim sürece öldürmem. Ama bir süre kimseyi rahatsız edemeyecek. Soru sormayı bırak da onların pelerinlerinden iki tanesini getir. Fazla zamanımız yok.”

Perrin, Byar’ın yattığı yere süründü. Adama dokunmak için kendini zorlaması gerekti. Beyazcübbe’nin göğsünün kalkıp indiğini hissedince neredeyse ellerini çekecekti. Beyaz pelerini çözüp çekerken tüyleri diken diken oldu. Lan’in söylediklerine rağmen kafatası suratlı adamın aniden doğrulduğunu hayal edebiliyordu. Telaşla çevreyi yoklayıp baltasını buldu, sonra bir başka nöbetçiye doğru süründü. Başta bu baygın adama dokunmaktan çekinmemesi tuhaf geldi, ama mantık yürüttü. Tüm Beyazcübbeler ondan nefret ediyordu, ama bu insanca bir duyguydu. Byar ölmesi gerektiği dışında hiçbir şey hissetmiyordu; içinde nefret yoktu, hiç duygu yoktu.

İki pelerini kucaklayarak döndü ve paniğe kapıldı. Karanlıkta aniden yön duygusunu kaybetmişti, Lan ve diğerlerine nasıl ulaşacağını bilmiyordu. Kıpırdamaya korkarak olduğu yerde kaldı. Beyaz pelerini yokken Byar bile gecenin içinde kaybolmuştu. Yönünü belirlemek için kullanabileceği hiçbir şey yoktu. Herhangi bir yön kampa giden yol olabilirdi.

“Buraya.”

Eller onu durdurana kadar Lan’in fısıltısına doğru sendeledi. Egwene loş bir gölgeydi ve Lan’in yüzü bir bulanıklıktı; Muhafız’ın kalanı orada değil gibiydi. Onların gözlerinin üzerinde olduğunu hissedebiliyordu, ve bir açıklama yapıp yapmaması gerektiğini merak etti.

“Pelerinleri takın,” dedi Lan yumuşak sesle. “Çabuk. Kendi pelerinlerinizi bohça yapın. Ve ses çıkarmayın. Henüz güvende değilsiniz.”

Perrin telaşla pelerinlerden birini Egwene’e uzattı, korkularından bahsetmek zorunda kalmadığı için rahatlamıştı. Kendi pelerinini bohça yaptı ve beyaz pelerini omuzlarına attı. Pelerin omuzlarına yerleşirken bir ürperti, kürek kemikleri arasında bir endişe hançeri hissetti. Ona Byar’ın pelerini mi düşmüştü? Zayıf adamın kokusunu alabildiğini düşündü.

Lan el ele tutuşmalarını söyledi ve Perrin bir eliyle baltasını, diğeri ile Egwene’in elini tuttu. Muhafız’ın kaçma işine koyulmasını diledi, böylece hayal gücünün çılgınca koşmasını engelleyebilecekti. Ama oracıkta, Çocukların çadırlarının ortasında, beyaz pelerinli iki şekil olarak durdular.

“Birazdan,” diye fısıldadı Lan. “Birazdan.”

Kampın üzerindeki gece bir yıldırımla yırtıldı, o kadar yakına düşmüştü ki Perrin kollarındaki tüylerin ve saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Çadırların biraz ötesinde toprak havalandı, yerdeki patlama gökyüzündeki ile karıştı. Işık solmadan Lan onlara yol göstermeye başlamıştı bile.

Attıkları ilk adımda bir başka yıldırım karanlığı yarıp geçti. Yağmur gibi yıldırım yağmaya başladı, öyle ki, karanlık anlık çakmalarla geri dönüyormuş gibi gece yanıp sönüyordu. Gökgürültüsü vahşice gürlüyor, art arda gelen çan sesleri gibi bir kükreme yuvarlanıp bir sonrakine karışıyordu. Korkuya kapılmış atlar çığlıklar atıyor; kişnemeleri gökgürültüsünün solduğu kısa anlar dışında boğulup gidiyordu. İnsanlar çadırlardan dışarı döküldüler, bazıları beyaz pelerinlerine bürünmüş, diğerleri yarı giyinikti. Bazıları oraya buraya koşturuyordu, bazıları sersemlemiş gibi yerlerinde donmuşlardı.

Bütün bunların ortasında, Lan onlara koşarak yol gösterdi. Perrin en arkadan geliyordu. Geçerlerken Beyazcübbeler onlara vahşi gözlerle baktılar. Birkaçı onlara bağırdı, sözleri gökyüzünde çalan davulların gürültüsünde kayboldu, ama beyaz pelerinlerine sarınmışken kimse onları durdurmaya çalışmadı. Çadırların içinden geçtiler, kamptan çıktılar ve geceye karıştılar. Kimse onlara el kaldırmaya kalkışmadı.

Perrin’in, ayaklarının altındaki zemin düzensizleşti. Koşarken çalılar çarpmaya başladı. Yıldırım seyirerek ışıldadı, sonra yok oldu. Gökgürültüsünün yankıları gökyüzünde yuvarlandı, sonra o da sönüp gitti. Perrin omzunun üzerinden arkaya baktı. Orada, çadırların arasında bir avuç ateş yanıyordu. Yıldırımların bazıları çadırlara düşmüş olmalıydı, ya da belki adamlar panik içinde lambalarını devirmişlerdi. Adamlar, gecenin içinde küçük seslerle bağırmaya devam ediyor, düzen sağlamaya, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Toprak yukarıya eğim kazandı ve çadırları, ateşleri, bağırışları arkada bıraktılar.

Lan durunca, Perrin Egwene’in topuklarını ezecek oldu. İleride, ay ışığı altında üç at duruyordu.

Bir gölge kıpırdandı ve Moiraine’in sinirli sesi duyuldu. “Nynaeve dönmedi. Korkarım o genç kadın aptalca bir şey yaptı.” Lan geldiği yoldan dönecekmiş gibi topuklarının üzerinde döndü, ama Moiraine’in kırbaç gibi sesi onu durdurdu. “Hayır!” Lan durup ona yan yan baktı, yalnızca elleri ve yüzü gerçekten görülebiliyordu ve onlar da loş gölgelerden başka bir şey değildi. Kadın daha alçak sesle devam etti, alçak ama aynı ölçüde kararlı. “Bazı şeyler diğerlerinden daha önemlidir. Bunu biliyorsun.” Muhafız yerinden kıpırdamadı ve kadının sesi yine sertleşti. “Yeminini hatırla, al’Lan Mandragoran, Yedi Kulenin Efendisi! Malkierlilerin Taçlanmış Savaş Lordu’nun yeminine ne oldu?”

Perrin gözlerini kırpıştırdı. Bütün bunlar Lan miydi? Egwene mırıldanıyordu, ama Perrin gözlerini önündeki tablodan koparamıyordu; Lan Benek’in sürüsündeki bir kurt gibi durmuştu; ufak tefek Aes Sedai’nin önünde kıstırılmış, boşuna kaçış yolu arayan bir kurt gibi.

Sahne, ağaçların arasından gelen dal kırılma sesleri ile bozuldu. Lan iki uzun adımda Moiraine ile sesin arasına girdi, kılıcı boyunca solgun ay ışığı dalgalandı. Çatırtılar eşliğinde çalıların arasından iki at ve bir binici fırladı.

“Bela!” diye bağırdı Egwene ve Nynaeve aynı anda, uzun tüylü kısrağın arkasında seslendi: “Seni neredeyse bulamayacaktım, Egwene! Işık’a şükür hayattasın!”

Genç kadın, Bela’nın sırtından aşağı kaydı, ama Emond Meydanından gelenlere doğru atılırken Lan kolunu yakaladı. Nynaeve durup ona baktı.

“Gitmeliyiz, Lan,” dedi Moiraine, sesi bir kez daha sakinlik kazanarak ve Muhafız genç kadının kolunu bıraktı.

Nynaeve, Egwene’a sarılmaya seyirtirken kolunu ovaladı, ama Perrin aynı zamanda alçak sesle kahkaha attığını düşündü. Bu onu şaşırttı, çünkü Hikmet’in mutluluğunun onları yine görmekle bir ilgisi olduğunu düşünmüyordu.

“Rand ve Mat nerede?” diye sordu Perrin.

“Başka bir yerde,” diye yanıt verdi Moiraine ve Nynaeve keskin bir sesle, Egwene’in şaşkınlıktan nefesini kesen bir şey mırıldandı. Perrin gözlerini kırpıştırdı; bir arabacı küfürünün sonunu yakalamıştı, hem de kaba bir küfür. “Işık izin verirse, iyidirler,” diye devam etti Aes Sedai, fark etmemiş gibi.

“Beyazcübbeler bizi bulursa,” dedi Lan, “hiçbirimiz iyi olmayız. Pelerinlerinizi değiştirin ve atlarınıza binin.”

Perrin, Nynaeve’in Bela’nın arkasında çektiği ata tırmandı. Eyer olmaması onu engellemiyordu; köyde sık sık at binmezdi, ama bindiği zaman da çıplak ata binerdi. Pelerini katlayıp kemerine bağladı. Muhafız olabildiğince az iz bırakmaları gerektiğini söylemişti. Perrin hâlâ pelerinin üzerinde Byar’ın kokusunu alabiliyordu.

Muhafız, yüksek, siyah aygırına bindikten sonra yola çıkarlarken, Perrin Benek’in zihnine bir kez daha dokunduğunu hissetti. Bir gün bir kez daha. Bu bir düşünceden çok duyguydu, bir iç çekiş, vaat edilen bir buluşma sözü, gelecek şeyin beklentisi, gelecek şeye teslim olma, hepsi tabaka tabaka içine yayılmıştı. Perrin telaş ve ani bir korku içinde bocalayarak ne zaman ve neden, diye sormaya çalıştı. Kurtların izleri gittikçe soluyordu. Çılgına dönmüş soruları yalnızca aynı ağır yanıtı getirdi. Bir gün bir kez daha. Kurtların verdiği his yok olduktan sonra uzun süre aklında kaldı.

Lan ağır, fakat istikrarlı bir tempo ile güneye yöneldi. Geceye bürünmüş kırlıklar, alçalıp yükselen zemin, ayaklarının altına gelene kadar gizli kalan çalılar, gökyüzünün önündeki gür ağaçlıklar zaten hızlı gitmeye izin vermiyordu. Muhafız iki kez yanlarından ayrıldı, geriye, ayın ince dilimine doğru at sürdü, o ve Mandarb gece ile bir oldu. Her ikisinde de takip edilmediklerini söyleyerek geri döndü.

Egwene, Nynaeve’i yakından takip ediyordu. Yumuşak ve heyecanlı seslerle konuştukları parça parça Perrin’e kadar geliyordu. İkisi evlerini yeniden bulmuş kadar sevinmişlerdi. Perrin küçük grubun arkasından geliyordu. Bazen Hikmet, ona bakmak için eyerinde arkaya dönüyordu ve her seferinde Perrin her şeyin yolunda olduğunu ifade etmek ister gibi el sallıyor, ve yerinde kalıyordu. Düşünmesi gereken çok şey vardı, ama kafasında hiçbirini düzenleyemiyordu. Gelecek olan. Gelecek olan mı?

Moiraine sonunda mola verdiğinde Perrin şafağa fazla kalmadığını düşündü. Lan bir sel yatağı buldu ve kıyılardan birindeki oyukta küçük, gizli bir ateş yaktı.

Sonunda beyaz pelerinlerden kurtuldular, onları ateşin yakınına kazdıkları bir çukura gömdüler. Perrin kullandığı pelerini atmak üzereyken gözüne pelerine işlenmiş altın güneş ve altındaki iki altın yıldız takıldı. Pelerini ısıracak bir şeymiş gibi yere düşürdü ve ellerini ceketine silerek uzaklaşıp kendi başına oturdu.

“Artık,” dedi Egwene, Lan deliğe toprak yığmaya başladığında, “birisi bana Rand ve Mat’in nerede olduğunu söyleyecek mi?”

“Caemlyn’de olduklarına inanıyorum,” dedi Moiraine dikkatle, “ya da Caemlyn Yolu’nda.” Nynaeve yüksek sesle homurdandı, ama Aes Sedai sözü kesilmemiş gibi devam etti. “Değillerse de onları bulacağım. Buna söz veririm.”

Ekmek, peynir ve sıcak çayla sessiz bir yemek yediler. Egwene’in heyecanı bile bitkinliğe direnemedi. Hikmet çantasından Egwene’in bileklerindeki ip yaraları için bir merhem, yaralar için bir başkasını çıkardı. Perrin’in ateş ışığının kenarında oturduğu yere geldiğinde Perrin başını kaldırmadı.

Nynaeve bir süre sessizce ona bakarak durdu, sonra çantasını yanına koyup çöktü ve canlı canlı konuştu, “Ceketini ve gömleğini çıkar, Perrin. Bana Beyazcübbelerden birinin senden fazla hoşlanmadığını söylediler.”

Perrin, kafası hâlâ Benek’in mesajında, yavaşça itaat etti. Nynaeve inledi. Perrin irkilerek önce ona, sonra kendi çıplak göğsüne baktı. Bedeni bir renk yığınıydı, yeni, mor lekeler, eski, kahverengiye ve sarıya dönmüş olanlarla iç içeydi. Yalnızca Luhhan Usta’nın demirhanesinde saatler boyu çalışarak kazandığı kalın kaslar kaburgalarını kırılmaktan korumuştu. Aklı kurtlarla doluyken acıyı unutmayı başarmıştı, ama şimdi onca güçleriyle geri gelmişti. İstemsizce derin bir nefes aldı ve inlememek için ağzını kapattı.

“Senden nasıl bu kadar nefret etmiş olabilir?” diye sordu Nynaeve şaşkınlık içinde.

Ben iki adam öldürdüm. Yüksek sesle, “Bilmiyorum,” dedi.

Genç kadın çantasını karıştırdı ve yaralarının üzerine yağlı bir merhem sürmeye başladığı zaman Perrin irkildi. “Ezilmiş sarmaşık, beş-parmak ve güneşpatlaması kökü,” dedi.

Merhem aynı anda hem sıcak, hem soğuktu, Perrin’i hem terletiyor, hem ürpertiyordu, ama itiraz etmedi. Daha önceden Nynaeve’in merhemleri ve lapaları ile deneyimi vardı. Kadının parmakları nazikçe merhemi yedirirken, sıcak ve soğuk yok oldu ve acıyı da yanlarında götürdüler. Mor lekeler kahverengiye dönüştü, kahverengi ve sarı lekeler soldu, bazıları tamamen kayboldu. Sınamak için derin bir nefes aldı; çok az sancı kalmıştı.

“Şaşırmış görünüyorsun,” dedi Nynaeve. O da biraz şaşkın, hattâ tuhaf bir şekilde korkmuş görünüyordu. “Bir dahaki sefere, o kadına gidersin.”

“Şaşırmadım,” dedi Perrin yatıştırırcasına, “yalnızca memnun oldum.” Nynaeve’in merhemlerinin faydası bazen hızlı, bazen yavaş görülürdü, ama hep faydalı olurlardı. “Ne… Rand ile Mat’e ne oldu?”

Nynaeve, kavanozlarını ve kaplarını, bir engelle mücadele edercesine çantasına tıkmaya başladı. “O iyi olduklarını söylüyor. O onları bulacağımızı söylüyor. Caemlyn’deler, diyor. O bizim için bulunmalarının çok önemli okluğunu söylüyor, bu ne demekse. O daha bir sürü şey söylüyor.”

Perrin elinde olmadan sırıttı. Başka her ne değişmişse, Hikmet hâlâ Hikmet’ti ve o ve Aes Sedai hâlâ sıkı dost sayılmazlardı.

Nynaeve aniden Perrin’in yüzüne bakarak katılaştı. Çantasını bıraktı, ellerini delikanlının yanaklarına ve alnına bastırdı. Perrin gerilemeye çalıştı, ama kadın iki eliyle başını yakaladı, başparmaklarıyla gözkapaklarını arkaya çekti ve kendi kendine mırıldanarak gözlerine baktı. Ufak tefek olmasına rağmen yüzünü kolaylıkla tutuyordu;

Nynaeve istemedikçe elinden kurtulmak asla kolay olmazdı.

“Anlamıyorum,” dedi sonunda, onu bırakıp topuklarının üzerine oturarak. “Sarıgöz humması olsaydı, ayakta bile duramazdın. Ama ateşin yok ve gözlerinin akı değil, yalnızca irisleri sararmış.”

“Sarı mı?” dedi Moiraine. Perrin ve Nynaeve oturdukları yerde sıçradılar. Aes Sedai’nin yaklaştığını duymamışlardı. Perrin Egwene’in ateşin yanında pelerinine sarınıp uykuya dalmış olduğunu gördü. Kendi gözkapakları da kapanmak istiyordu.

“Bir şey yok,” dedi, ama Moiraine çenesini yakaladı ve Nynaeve gibi gözlerine bakabilmek için yüzünü çevirdi. Perrin tüyleri diken diken olarak uzaklaşmaya çalıştı. İki kadın ona çocuk gibi davranıyordu. “Bir şey yok dedim.”

“Bunu haber veren bir şey yoktu.” Moiraine kendi kendine konuşuyor gibiydi. Gözleri Perrin’in arkasında bir yere dikilmişti. “Dokunacak bir şey mi, yoksa Desen’de bir değişim mi? Eğer bir değişimse, kimin eliyle? Çark dilediği gibi dokur. Bu olmalı.”

“Ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Nynaeve gönülsüzce, sonra tereddüt etti. “Onun için bir şey yapabilir misin? Şifa’n ile?” Yardım talebi, kendisinin hiçbir şey yapamayacağı itirafı ağzından kerpetenle alınır gibi çıkmıştı.

Perrin, dik dik iki kadına baktı. “Benim hakkımda konuşacaksanız, benimle konuşun. Buracıkta oturuyorum.” İkisi de ona bakmadı.

“Şifa mı?” Moiraine gülümsedi. “Şifa bu konuda hiçbir şey yapamaz. Bu bir hastalık değil ve ona…” Kısa bir süre tereddüt etti. Sonra Perrin’e bir bakış fırlattı, çok şeyden üzüntü duyan bir bakış. Ama bu bakış Perrin’i içermiyordu ve kadın Nynaeve’e dönerken delikanlı ekşi ekşi homurdandı. “Ona zarar vermez, diyecektim, ama aslında kim bilebilir ki? En azından ona doğrudan zarar vermez.”

Nynaeve dizlerindeki tozları silkeleyerek ayağa kalktı ve Aes Sedai ile göz göze geldi. “Bu yeterli değil. Eğer ona bir şey olursa…” “Olan olmuştur. Çoktan dokunmuş olan artık değiştirilemez.” Moiraine aniden sırtını döndü. “Elimizde fırsat varken uyumalıyız. İlk ışıklarla yola çıkacağız. Karanlık Varlık’ın eli fazla güçlenirse… Caemlyn’e bir an önce ulaşmalıyız.”

Nynaeve öfkeyle çantasını kaptı ve Perrin konuşamadan yürüyüp gitti. Perrin hırlayarak küfretmeye başladı, ama bir düşünce yumruk gibi çarptı ve ağzı açık, ses çıkaramadan oturdu, kaldı. Moiraine biliyordu. Aes Sedai kurtları biliyordu. Ve bunun Karanlık Varlık’ın işi olduğunu düşünüyordu. İçinden bir ürperti geçti. Telaşla gömleğini giydi, beceriksizce pantolonuna tıktı, ceketini ve pelerinini üzerine geçirdi. Giysilerin faydası olmadı; iliklerine kadar üşüdüğünü hissediyordu, içi donmuş pelteye dönmüştü.

Lan, pelerinini arkaya atarak yere bağdaş kurdu. Perrin buna memnun oldu. Muhafız’a bakmak ve onun bakışlarının kayıp geçtiğini görmek hoş olmuyordu.

Uzun dakikalar boyunca birbirlerine baktılar. Muhafız’ın yüzündeki sert çizgiler okunamıyordu, ama gözlerinde Perrin… bir şey gördüğünü sandı. Duygudaşlık mı? Merak mı? Her ikisi mi?

“Biliyor musun?” dedi ve Lan başını salladı.

“Biraz biliyorum, her şeyi değil. Öylesine mi oldu, yoksa bir kılavuz ya da aracı ile mi tanıştın?”

“Bir adam vardı,” dedi Perrin yavaşça. Biliyor, ama Moiraine ile aynı fikirde değil. “Adının Elyas olduğunu söyledi. Elyas Machera.” Lan derin bir nefes aldı ve Perrin keskin gözlerle ona baktı. “Onu tanıyor musun?”

“Tanıyorum. Bana Afet ve bunun hakkında çok şey öğretti.” Kılıcının kabzasına dokundu. “Bir Muhafız’dı. Bu… bu olmadan önce. Kızıl Ajahlar…” Moiraine’in ateşin yanında yattığı yere baktı.

Perrin ilk defa Muhafız’ı kararsız görüyordu. Shadar Logoth’da kendinden emin ve güçlüydü, Soluklar ve Trolloclar ile yüzleşirken de öyle. Şimdi korkmuyordu –Perrin bundan emindi– ama çok fazla konuşmak istemez gibi ihtiyatlıydı. Söyledikleri tehlikeli olabilirmiş gibi.

“Kızıl Ajahları duydum,” dedi Lan’e.

“Ve kuşkusuz duyduklarının çoğu yanlış. Anlamalısın, Tar Valon içinde hizipler vardır. Bazıları Karanlık Varlık’la bir şekilde savaşır, diğerleri başka şekilde. Amaç aynıdır, ama farklılıklar… farklılıklar değişen ve sona eren hayatlar demektir. Erkeklerin ve ulusların hayatları. Elyas iyi mi?”

“Sanırım. Beyazcübbeler onu öldürdüklerini söyledi, ama Benek…” Perrin rahatsızca Muhafız’a baktı. “Bilmiyorum.” Lan gönülsüzce de olsa bilmediğini kabul etmiş göründü ve bu sözlerine devam etmesi için Perrin’i cesaretlendirdi. “Bu, kurtlarla iletişim kurma. Moiraine bunun… bunun Karanlık Varlık’ın yaptığı bir şey olduğunu düşünüyor. Öyle değil, değil mi?” Elyas’ın bir Karanlıkdostu olduğuna inanmazdı.

Ama Lan tereddüt etti ve Perrin’in yüzü ter içinde kaldı, soğuk damlalar gecenin içinde daha da soğudu. Muhafız konuşmaya başladığında yanaklarından aşağı kaymaya başlamıştı.

“Kendi başına, hayır. Bazıları öyle olduğunu sanıyor, ama yanılıyorlar; bu eski bir şeydir ve Karanlık Varlık bulunmadan önce kaybolmuştur. Ama ya söz konusu olasılık, demirci? Bazen Desen’in içinde gelişigüzellik vardır –en azından senin baktığın yerden– ama sana bu yolda kılavuzluk edecek bir adamla karşılaşman ve senin bu kılavuzluğu takip edebilmenin olasılığı nedir? Desen büyük bir ağ dokuyor, bazıları buna Çağların Danteli der ve siz delikanlılar bunun ortasındasınız. Artık yaşamlarınızda fazla seçenek kaldığını sanmıyorum. Demek seçildin. Öyleyse, Işık tarafından mı, Gölge tarafından mı?”

“İsmini telaffuz etmezsek Karanlık Varlık bize dokunamaz.” Perrin’in aklına Ba’alzamon ile ilgili rüyaları geldi, rüyadan fazla bir şey olan rüyalar. Yüzündeki teri sildi. “Dokunamaz.”

“Kaya kadar inatçı,” diye düşündü Muhafız. “Belki sonunda kendini kurtarabilecek kadar inatçısındır. İçinde yaşadığımız zamanları düşün, demirci. Moiraine Sedai’nin söylediklerini hatırla. Bu zamanlarda çok şey çözülür, dağılır. Eski engeller zayıflar, eski duvarlar yıkılır. Olan ve olmuş şeylerin, olan ve olacak şeylerin arasındaki engeller yıkılır.” Sesi sertleşti. “Karanlık Varlık’ın zindanının duvarları. Bu bir Çağ’ın sonu olabilir. Ölmeden yeni bir Çağ’ın doğduğunu görebiliriz. Hattâ belki tüm Çağların sonunu, zamanın sonunu.” Aniden sırıttı, ama sırıtışı kaş çatışı kadar karanlıktı; gözleri neşeyle kıvılcımlandı, darağaçlarının dibinde kahkahalar attı. “Ama bunun için endişelenmek bize düşmez, değil mi, demirci? İçimizde nefes kaldığı sürece Gölge ile savaşacağız ve bizi altederse, dişleyerek, pençeleyerek öleceğiz. Siz İki Nehirliler teslim olmayacak kadar inatçısınızdır. Sen Karanlık Varlık hayatını karıştırdı diye endişelenme. Artık dostlar ara– sındasın. Unutma, Çark dilediği gibi dokur ve Moiraine sana gözkulak olurken, Karanlık Varlık bile bunu değiştiremez. Ama arkadaşlarını bir an önce bulsak iyi olacak.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Onları koruyacak, Gerçek Kaynak’a dokunan bir Aes Sedai yok yanlarında. Belki Karanlık Varlık’ın duvarları olaylara şahsen dokunmasına yetecek kadar zayıflamadı, demirci. Elleri serbest değil, aksi halde çoktan işimiz bitmiş olurdu, ama belki ipleri birazcık kaydırabiliyor. Bir köşeden değil bir başka köşeden dönmek, tesadüfen birisiyle karşılaşmak, tesadüfen bir sözcük söylemek. Ya da tesadüf gibi görünen bir şey. Sonunda Gölge’ye öyle dalmış olabilirler ki, Moiraine bile onları geri getiremez.”

“Onları bulmalıyız,” dedi Perrin ve Muhafız homurdanır gibi güldü.

“Ben deminden beri ne anlatıp duruyorum? Biraz uyu, demirci.” Ayağa kalkarken Lan’in pelerini çevresinde dalgalandı. Ateşin ve ayın loş ışığı altında ötedeki gölgelere karışmış gibi göründü. “Caemlyn’e kadar birkaç zorlu günümüz var. Dua et, onları orada bulalım.”

“Ama Moiraine… Onları her yerde bulabilir, değil mi? Bulabileceğini söyledi.”

“Ama zamanında bulabilir mi? Karanlık Varlık olayları kendisi ele alacak kadar güçlenmişse, zaman daralıyor demektir. Dua et, onları Caemlyn’de bulalım demirci, yoksa hepimiz mahvoluruz.”

Загрузка...