52 NE BAŞLANGIÇ VARDIR, NE DE SON

Rand ilk önce bulutsuz gökyüzünde ilerleyen, kırpmadığı gözlerini dolduran güneşin farkına vardı. Güneş bir fırlıyor, bir duruyor gibiydi, günlerce kıpırtısız bekliyor, sonra ışıktan bir çizgi gibi koşturuyor, uzaktaki ufka doğru eğiliyor, gün de onunla birlikte düşüyordu. Işık. Bunun bir anlamı olmalı. Düşünce yeni bir şeydi. Düşünebiliyorum. Ben ben demek. Sonra acı geldi, şiddetli ateşin anısı, sarsan ürpermeler onu bez bebek gibi savururken oluşan yaralar. Ve pis bir koku. Burun deliklerini, kafasını dolduran yağlı, yanık bir koku.

Ağrıyan kaslarla döndü, elleri ve dizleri üzerinde doğruldu. Kavrayamadan üzerinde yatmakta olduğu yağlı küllere baktı, saçılmış, tepedeki taşlara bulaşmış küller. Koyu yeşil kumaş parçaları, alevlerden kurtulan, kenarları kararmış paçavralar kömürlere karışmıştı.

Aginor.

Midesi kasıldı, büküldü. Giysilerindeki külleri silkelemeye çalışarak Yalnız’ın kalıntılarından kaçtı. Elleri fazla ilerleme kaydedemeden zayıfça çırpındı. İki elini birden kullanmaya çalıştı ve öne devrildi. Yüzünün altında dik bir uçurum uzanıyordu, gözlerinin önünde dönen pürüzsüz kayalar, onu çekiştiren derinlikler. Başı döndü, uçurumun kenarında kustu.

Titreyerek, gözlerinin önüne sağlam taşlar gelene kadar karın üstü, geri geri süründü, sonra nefes nefese, sırt üstü döndü. Çabalayarak kılıcını kınından çıkardı. Kırmızı kumaştan yalnızca birkaç kül parçası kalmıştı. Onu gözlerinin önünde kaldırırken elleri titriyordu; iki elini birden kullanması gerekti. Bu balıkçıl işaretli bir kılıçtı –Balıkçıl işareti mi? Evet. Tam. Babam– ama yalnızca çelik. Onu kınına sokmak için üç kez denemesi gerekti. Bu kılıç bir şey daha idi. Yoksa bir kılıç daha mı vardı?

“Adım,” dedi bir süre sonra, “Rand al’Thor.” Kafasına kurşun toplar gibi daha fazla anı doluştu ve inledi. “Karanlık Varlık,” diye fısıldadı kendi kendine. “Karanlık Varlık öldü.” İhtiyata gerek yoktu. “Shai’tan öldü.” Sözcük sarsılır gibi oldu. Gözlerinden yaşlar fışkırana kadar sessiz bir neşe ile sarsıldı. “Shai’tan öldü!” Gökyüzüne kahkaha attı. Başka anılar. “Egwene!” O ismin önemli bir anlamı vardı.

Acıyla, rüzgara kapılmış söğüt gibi sallanarak ayağa kalktı, onlara bakmadan Aginor’un küllerinin yanından geçti. Artık önemli değil. Yamacın ilk, dik kısmında inmekten çok düştü, çalıdan çalıya yuvarlandı, kaydı. Daha düz zemine ulaştığı zaman yaraları iki kat fazla yanıyordu, ama zar zor ayakta duracak gücü buldu. Egwene. Sarsılarak koşmaya başladı. O çalıların arasından geçerken yapraklar ve taç yaprakları çevresine yağıyordu. Onu bulmam gerek. O kimdi?

Kolları ve bacakları ona itaat etmek yerine otlar gibi savruluyordu. Sendeledi, bir ağaca öyle hızlı çarptı ki, inledi. Yüzünü kaba kabuğa bastırırken, düşmemek için tutunurken başından aşağı yapraklar yağdı. Egwene. Ağacı ittirerek doğruldu ve devam etti. Neredeyse aynı anda yine sendeledi, düşecek oldu, ama bacaklarını daha hızlı hareket ettirerek dengesini buldu, yere yüz üstü kapaklanmaktan bir adım geride koştu, koştu. Hareket ederken bacakları ona itaat etmeye başladı. Yavaş yavaş kendini dik koşarken, kolları düzenli olarak sallanırken, uzun bacakları onu yamaçtan aşağı sıçrayarak indirirken buldu. Artık Yeşil Adam’ın mezarını işaretleyen yüce meşenin yarı doldurduğu açıklığa fırladı. Kadim Aes Sedai simgesi ile süslenmiş beyaz taş kemer oradaydı. Ateş ve rüzgarın Aginor’u tuzağa düşürmeye çalıştığı, ama başarısız olduğu çukur da oradaydı.

“Egwene! Egwene, neredesin?” Güzel bir kız gözlerini iri iri açarak, yayılan dalların altında diz çöktüğü yerden doğruldu. Saçlarında çiçekler ve kahverengi meşe yaprakları vardı. İnce, genç ve korkmuştu. Evet, işte bu. Elbette. “Egwene, Işık’a şükür iyisin.”

Yanında iki kadın daha vardı, birinin korku dolu gözleri ve hâlâ beyaz sabah yıldızları ile süslenmiş uzun bir örgüsü vardı. Diğeri uzanmış, başını katlanmış pelerinlere dayamıştı. Gökmavisi pelerini perişan elbisesini gizleyemiyordu. Zengin kumaşın üzerinde kömürleşmiş lekeler ve yırtıklar görülüyordu ve yüzü solgundu, ama gözleri açıktı. Moiraine. Evet, Aes Sedai. Ve Hikmet, Nynaeve. Üç kadın gözlerini kırpmadan, dikkatle ona baktılar.

“Gerçekten iyisin, değil mi? Egwene? Sana zarar veremedi.” Artık sendelemeden yürüyebiliyordu –kızı görünce, yaralarına rağmen dans etmek istemişti– ama yine de yanlarına bağdaş kurup oturmak iyi geldi.

“Sen beni ittirdikten sonra onu görmedim bile.” Gözleri kararsızdı. “Ya sen, Rand?”

“Ben iyiyim.” Bir kahkaha attı. Kızın yanağına dokundu ve kızın hafifçe geri çekildiğini hayal mi ettiğini merak etti. “Biraz dinlenirsem yepyeni olurum. Nynaeve? Moiraine Sedai?” İsimler ağzına yeni geliyordu.

Hikmet’in gözleri genç yüzünde eski, kadim görünüyordu, ama başını iki yana salladı. “Biraz yaralandım,” dedi, onu izlemeye devam ederek. “Aramızda gerçekten incinen yalnız… yalnız Moiraine.”

“Başka her şeyden çok gururum incindi,” dedi Aes Sedai sinirle, pelerin battaniyesini çekiştirerek. Uzun zamandır hasta yatıyormuş gibi görünüyordu, ama gözleri, altlarındaki siyah halkalara rağmen, keskin ve güç doluydu. “Aginor onu bu kadar uzun tutmama şaşırdı ve öfkelendi, ama neyse ki bana ayıracak zamanı yoktu. Onu bu kadar tutabilmeme şaşırdım. Efsaneler Çağı’nda Aginor’un gücü Kardeşkatili’ne ve Ishamael’e yakındı.”

“Karanlık Varlık ve tüm Terkedilmişler,” dedi Egwene hafif, titrek bir sesle, “Shayol Ghul’de tutsaklar, Yaratıcı tarafından…” Titrek bir nefes aldı.

“Aginor ve Balthamel yüzeye yakın kalmış olmalı.” Moiraine’in sesi bütün bunları çoktan açıklamış, şimdi bir kez daha açıklamak zorunda kalmaya kızıyormuş gibiydi. “Karanlık Varlık’ın zindanındaki yama onları özgür kılmasına yetecek kadar zayıfladı. Terkedilmişlerden daha fazlası serbest kalmadığı için minnettar olmalıyız. Serbest kalsalardı, onları görürdük.”

“Fark etmez,” dedi Rand. “Aginor ve Balthamel öldü, Shai’…”

“Karanlık Varlık,” diye sözünü kesti Aes Sedai. Hasta ya da değil, sesi sert, siyah gözleri emrediciydi. “Ona Karanlık Varlık demeye devam etmek en iyisi. Ya da en azından Ba’alzamon.”

Rand omuzlarını silkti. “Nasıl istersen. Ama o öldü. Karanlık Varlık öldü. Onu ben öldürdüm. Onu şeyle yaktım…” Anılarının kalanı hızla kafasına aktı, ağzı açık kaldı. Tek Güç. Tek Güç’ü kullandım. Hiçbir erkek… Aniden kuruyan dudaklarını yaladı. Bir rüzgar, düşmekte olan yaprakları çevrelerinde uçuşturdu, ama Rand’ın yüreğinden daha soğuk değildi. Üçü birden ona bakıyordu. İzliyordu. Gözlerini bile kırpmadan. Egwene’e uzandı ve bu sefer kız ondan kaçınırken hayal etmediğini biliyordu. “Egwene?” Kız yüzünü çevirdi, Rand elini indirdi.

Kız aniden kollarını boynuna doladı, yüzünü göğsüne gömdü. “Özür dilerim, Rand. Özür dilerim. Umurumda değil. Gerçekten değil.” Omuzları sarsılıyordu. Rand kızın ağladığını düşündü. Beceriksizce saçlarını okşayarak kızın başının üzerinden diğer iki kadına baktı.

“Çark dilediği gibi dokur,” dedi Nynaeve yavaşça, “ama sen hâlâ Emond Meydanı’ndan Rand al’Thor’sun. Ama, Işık bana yardım etsin, Işık hepimize yardım etsin, çok tehlikelisin, Rand.” Rand Hikmet in üzgün, pişman, kaybını çoktan kabul etmiş bakışları altında irkildi.

“Ne oldu?” dedi Moiraine. “Bana her şeyi anlat!”

Ve zorlayan gözleri üzerindeyken, Rand anlattı. Sırtını dönmek, hikayesini kısaltmak, bazı şeyleri kendine saklamak istiyordu, ama Aes Sedai’nin gözleri ondan her şeyi çekip aldı. Kari al’Thor’a, annesine geldiğinde yanaklarında yaşlar akıyordu. Bunu vurguladı. “Annem elindeydi. Annem!” Nynaeve’in yüzünde sempati ve acı vardı, ama Aes Sedai’nin gözleri onu devam etmeye zorldı. Işık kılıcı, siyah kordonun kesilmesi, Ba’alzamon’u yok eden alevler. Egwene’in kollan, onu olan bitenden çekip çıkarmak istermiş gibi gerildi. “Ama ben yapmadım,” diye bitirdi Rand. “Işık… beni itti. Gerçekte ben yapmadım. Bu fark yaratmaz mı?”

“Baştan beri kuşkularını vardı,” dedi Moiraine. “Ama kuşkular kanıt değildir. Sana andacı, parayı verdikten ve o bağı kurduktan sonra, ben ne istersem yapman gerekirdi, ama sen direndin, sorguladın. Bu bana birşeyler anlatıyordu, ama yeteri kadar değil. Manetheren kanı hep inatçı olmuştur, Aemon öldükten, Eldrene’nin kalbi kırıldıktan sonra daha da çok. Bir de Bela vardı.”

“Bela mı?” dedi Rand. Hiçbir şey fark yaratmıyor.

Aes Sedai başını salladı. “Seyrantepe’de Bela’nın yorgunluğunun giderilmesine ihtiyacı yoktu; birisi bunu çoktan yapmıştı. O gece Mandarb’ı geçebilirdi. Bela’nın kimi taşıdığı aklıma gelmeliydi. Peşimizde Trolloclar, tepemizde bir Draghkar varken ve Yarı-insan Işık bilir neredeyken Egwene’in arkada kalmasından ne kadar çok korkmuşsundur. Daha önce hayatında ihtiyaç duymadığın kadar ihtiyaç içindeydin ve onu sana verebilecek tek şeye uzandın. Saidin.”

Rand ürperdi. O kadar üşüyordu ki, parmakları acıyordu. “Bir daha hiç yapmazsam, bir daha ona hiç dokunmazsam, ben…” Söyleyemedi. Çıldırmam. Çevremdeki ülkeleri ve insanları deliye döndürmem. Hâlâ hayattayken çürümem.

“Belki,” dedi Moiraine. “Sana eğitim verebilecek birileri olsa çok daha kolay olurdu, ama muazzam bir iradeyle başarılabilir.”

“Sen bana öğretebilirsin. Kuşkusuz sen…” Aes Sedai başını iki yana sallayınca sustu.

“Bir kedi bir köpeğe ağaca tırmanmasını öğretebilir mi, Rand? Bir balık bir kuşa yüzmesini öğretebilir mi? Ben saidarı biliyorum, ama sana saidin hakkında hiçbir şey öğretemem. Öğretebilecekler üç bin yıl önce öldü. Ama belki sen yeterince inatçısındır. Belki iraden yeterince güçlüdür.”

Egwene doğruldu, elinin tersiyle kızarmış gözlerini sildi. Bir şey söylemeyi çok istiyor gibi görünüyordu, ama ağzını açtığı zaman ses çıkmadı. En azından geri çekilmiyor. En azından çığlık atmadan bana bakabiliyor.

“Diğerleri?” dedi Rand.

“Lan onları mağaraya götürdü,” dedi Nynaeve. “Göz yok oldu, ama havuzun ortasında bir şey var, kristal bir sütun ve ona giden basamaklar. Mat ve Perrin ilk önce seni bulmak istedi –Loial da öyle– ama Moiraine…” Endişe içinde Aes Sedai’ye baktı. Moiraine sakinlik içinde bakışlarına karşılık verdi. “Sen şeyleyken seni rahatsız etmememiz gerektiğini söyledi.”

Rand’ın boğazı öyle daraldı ki, zor nefes alıyordu. Onlar da Egwene gibi yüz çevirecekler mi? Ben bir Solukmuşum gibi çığlıklar atarak kaçışacaklar mı? Moiraine Rand’ın yüzünden çekilen kanı fark etmemiş gibi konuştu.

“Göz’de engin bir Tek Güç miktarı vardı. Efsaneler Çağı’nda bile, yok olmadan o kadar çoğunu yönlendirebilen pek az kişi vardı. Pek az.”

“Onlara söyledin mi?” dedi Rand boğuk sesle. “Herkes biliyorsa…”

“Yalnızca Lan,” dedi Moiraine nazikçe. “O bilmeliydi. Ve ne olduklarına, ne olacaklarına dayanarak Nynaeve ve Egwene. Henüz diğerlerinin bilmesine gerek yok.”

“Neden olmasın?” Boğazındaki hırıltı, sesinin sert çıkmasına sebep oluyordu. “Beni ehlileştireceksin, değil mi? Aes Sedailer Güç kullanan erkeklere böyle yapmaz mı? Kullanamasınlar diye onları değiştirmez mi? Onları güvenli kılmaz mı? Thom, ehlileştirilen erkeklerin, artık yaşamak istemediklerinden öldüklerini söyledi. Neden ehlileştirilmek üzere beni Tar Valon’a götüreceğinden bahsetmiyorsun?”

“Sen ta’verensin,” diye yanıt verdi Moiraine. “Belki henüz Desen’in seninle işi bitmemiştir.”

Rand dik oturdu. “Rüyalarda Ba’alzamon, Tar Valon ve Amyrlin Makamı’nın beni kullanmaya çalışacağını söyledi. İsimler söyledi ve şimdi hatırlıyorum onları. Karanlıkbelası Raolin ve Guaire Amalasan. Taşyay Yurian. Davian. Logain.” En zor sonuncusunu söylemişti. Nynaeve soldu, Egwene inledi, ama Rand öfkeyle devam etti. “Her biri sahte Ejder’di. İnkar etmeye çalışma. Ama ben kullanılmayacağım. Ben yıprandığı zaman çöp yığınına fırlatacağınız bir alet değilim.”

“Bir amaç için yapılan bir alet, o amaç için kullanıldığı zaman alçalmaz.” Moiraine’in sesi Rand’ınki kadar sertti. “Ama Yalanların Babası’na inanan biri kendini alçaltır. Kullanılmayacağını söylüyorsun ve sonra sahibi tarafından bir tavşanın peşine takılmış köpek gibi, Karanlık Varlık’ın yolunu belirlemesine izin veriyorsun.”

Rand yumruklarını sıktı, başını çevirdi. Ba’alzamon’un söylediği şeylere çok benziyordu. “Ben kimsenin köpeği değilim. Beni duyuyor musun? Kimsenin!”

Loial ve diğerleri kemerde belirdi ve Rand, Moiraine’e bakarak ayağa kalktı.

“Desen gerekli kılmadıkça bilmeyecekler,” dedi Aes Sedai.

Sonra dostlan yaklaştı. Her zamanki kadar sert görünen Lan başı çekiyordu, ama bitkin gibiydi. Alnında Nynaeve’in sargılarından biri vardı ve sırtı tutulmuş gibi yürüyordu. Arkasında Loial girift işlemelerle süslenmiş, gümüş oymalı büyük, altın bir sandık taşıyordu. Ogier dışında hiç kimse onu yardım almadan taşıyamazdı. Perrin’in kollarında beyaz kumaşa sarılmış iri bir bohça vardı ve Mat iki elinde çömlek parçasına benzer birşeyler taşıyordu.

“Demek hayattasın.” Mat kahkaha attı. Yüzü karardı ve başını hızla Moiraine’e çevirdi. “Seni aramamıza izin vermedi. Göz’ün ne sakladığını bulmamız gerektiğini söyledi. Ben yine de gidecektim, ama Nynaeve ve Egwene onun tarafını tuttular ve beni kemerden içeri neredeyse fırlattılar.”

“Artık buradasın,” dedi Perrin, “ve görünüşüne bakılırsa o kadar da kötü pataklanmamışsın.” Gözleri parlamıyordu, ama artık irisleri tamamen sarıydı. “Bu önemli bir şey. Buradasın ve biz de, her neyse, yapmak için geldiğimiz şeyi yaptık. Moiraine Sedai yaptığımızı ve gidebileceğimizi söylüyor. Eve, Rand. Işık beni yaksın, ben eve gitmek istiyorum.”

“Seni canlı görmek güzel,” dedi Lan sertçe. “Kılıcını bırakmamışsın gördüğüm kadarıyla. Belki artık onu kullanmayı öğrenirsin.” Rand aniden Muhafız’a karşı bir duygu patlaması hissetti; Lan biliyordu, ama en azından, yüzeyde hiçbir şey değişmemişti. Belki Lan için içeride de hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu düşündü.

“Söylemeliyim ki,” dedi Loial, sandığı indirerek, “ta’verenlerle yolculuk etmek beklediğimden daha ilginç çıktı.” Kulakları şiddetle seyirdi. “Eğer biraz daha ilginçleşirse Shangtai Yurdu’na döneceğim, her şeyi İhtiyar Haman’a itiraf edeceğim ve bir daha asla kitaplarımı bırakmayacağım.” Ogier aniden, yüzünü ikiye bölen bir sırıtma ile sırıttı. “Seni görmek çok güzel, Rand al’Thor. Bu üçünün arasında kitaplara en çok önem veren Muhafız ve o da konuşmuyor. Sana ne oldu? Hepimiz kaçtık ve Moiraine Sedai bizi bulması için Lan’i gönderene kadar ağaçların arasında saklandık, ama seni aramaya gitmemize izin vermedi. Neden bu kadar uzun süre yoktun, Rand?”

“Kaçtım, kaçtım,” dedi yavaşça, “ve sonunda bir tepeden aşağı düştüm ve başımı taşa vurdum. Sanırım aşağı inerken bulabildiğim her taşa vurdum.” Bu yaraları açıklardı. Aes Sedai, Nynaeve ve Egwene’i izlemeye çalıştı, ama yüzleri değişmedi. “Kendime geldiğimde kaybolmuştum ve sonunda burayı bulmayı başardım. Sanırım Aginor öldü, yandı. Küller ve pelerininden parçalar buldum.”

Yalanları kulaklarına boş geliyordu. Neden küçümseme ile gülmediklerini, gerçeği söylemesini talep etmediklerini bilmiyordu. Arkadaşları kabullenerek başlarını salladılar ve duygudaş sesler çıkararak buldukları şeyleri göstermek için Aes Sedai’nin çevresine toplandılar.

“Kalkmama yardım edin,” dedi Moiraine. Nynaeve ve Egwene onu oturttular; o zaman bile destek olmaları gerekiyordu.

“Bu şeyler nasıl Göz’ün içinde olabilir,” diye sordu Mat. “O kaya gibi harap olmaları gerekmez miydi?”

“Oraya harap olmaları için konmadılar,” dedi Aes Sedai kısaca, ve siyah ve beyaz, parlak çömlek parçalarını Mat’ten alırken kaşlarını çatarak daha fazla soru sormalarını engelledi.

Rand a moloz gibi görünmüşlerdi, ama kadın onları yanında, yerde beceriyle birbirine uydurdu ve erkek eli büyüklüğünde mükemmel bir çember yaptı. Tar Valon Alevi ve Ejder Dişi bir araya gelince, siyah ve beyaz, Aes Sedailerin kadim simgesini oluşturdu. Bir an Moiraine yüzünde okunmaz bir ifade, yalnızca baktı, sonra kemerindeki hançeri aldı ve çembere doğru başını sallayarak Lan’e uzattı.

Muhafız en büyük parçayı ayırdı, sonra hançeri yükseğe kaldırdı ve tüm gücüyle indirdi. Bir kıvılcım fırladı, parça darbenin gücü ile havaya fırladı ve hançer keskin bir çatırtı ile kırıldı. Lan kabzada kalan çentik kısma baktı, sonra bir kenara fırlattı. “Tear’dan gelen en iyi çelikti,” dedi kuru kuru.

Mat parçayı aldı, homurdandı ve herkese gösterdi. Üzerinde bir çizik bile yoktu.

Cuendillar,” dedi Moiraine. “Yürektaşı. Efsaneler Çağı’ndan bu yana kimse yapmayı başaramadı ve o zaman bile yalnızca en önemli amaçlar için yapılıyordu. Bir kez yapılınca, hiçbir şey onu kıramaz. Şimdiye dek yaşamış olan en büyük Aes Sedai, yapılan en güçlü sa’angreali kullanarak bile başaramaz. Yürektaşına yöneltilen her güç onu daha da sağlam kılar.”

“O zaman nasıl…?” Mat’in elindeki ile yaptığı hareket yerdeki diğer parçaları süpürdü.

“Bu Karanlık Varlık’ın zindanındaki yedi mühürden biriydi,” dedi Moiraine. Mat parçayı kızıl kormuş gibi bırakıverdi. Perrin’in gözleri tekrar parlamaya başlamış gibi göründü. Aes Sedai sakin sakin parçaları topladı.

“Artık fark etmez,” dedi Rand. Arkadaşları ona tuhaf tuhaf baktı. Rand çenesini kapalı tutmuş olmayı diledi.

“Elbette,” dedi Moiraine. Ama diğer parçaları dikkatle kesesine doldurdu. “Bana sandığı getirin.” Loial sandığı yakına taşıdı.

Yassı altın ve gümüş sandık eksiz görünüyordu, ama Aes Sedai’nin parmakları girift işlemelerin üzerinde dolandı, bastırdı ve ani bir tıkırtı ile kapak yaylıymış gibi açıldı. İçinde kıvrık, altın bir boru vardı. Parıltısına rağmen, onu koruyan sandığın yanında sade görünüyordu. Üzerindeki yegane işaretler, çan gibi ucunun çevresine gümüşle işlenmiş yazılardı. Moiraine boruyu bir bebek gibi dikkatle kaldırdı. “Bu Illian’a götürülmeli,” dedi yumuşak sesle.

“Illian mı!” diye hırladı Perrin. “Bu neredeyse Fırtınalar Denizi’nde, eve şimdi olduğumuz kadar uzak.”

“Bu…?” Loial durup nefes aldı. “Olabilir mi…?”

“Eski Dil’i okuyabilir misin?” diye sordu Moiraine ve Ogier başını sallayınca ona boruyu uzattı.

Ogier kadın kadar nazikçe boruyu aldı ve geniş parmağını yazıların üzerinde gezdirdi. Gözleri irileşti, irileşti, kulakları dimdik oldu. “Tia mi aven Moridin isainde vadin,” diye fısıldadı. “Mezar çağrıma engel değildir.”

“Valere Borusu.” Bir an Muhafız gerçekten sarsılmış göründü; sesinde bir huşu tınısı vardı.

Aynı anda Nynaeve titrek bir sesle, “Çağlar’ın kahramanlarını Karanlık Varlık la savaşmaları için ölümden çağırmak için.”

“Yak beni!” diye nefes verdi Mat.

Loial saygıyla boruyu altın yuvasına bıraktı.

“Merak etmeye başlıyorum,” dedi Moiraine. “Dünyanın Gözü dünyanın şimdiye dek karşı karşıya kalacağı en büyük ihtiyaç için yapılmıştı, ama bizim onu… kullandığımız gibi kullanılması için mi yapılmıştı, yoksa bu şeyleri korumak için mi? Çabuk, sonuncusu, gösterin bana.”

İlk ikisinden sonra Rand Perrin’in gönülsüzlüğünü anlayabiliyordu. O tereddüt edince Lan ve Ogier beyaz kumaş bohçasını aldılar ve aralarında açtılar. Uzun, beyaz bir sancak açıldı, havaya kaldırıldı. Rand bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Tüm şey tek parça görünüyordu, ne dokunmuş, ne boyanmıştı. Kızıl ve altın pullu yılan gibi bir şekil boylu boyunca uzanıyordu, ama pullu bacakları ve her birinde beş uzun, altın parmak olan ayakları vardı. Altın yeleleri, güneş gözlü büyük bir başı vardı. Sancağın kıpırtıları onu hareket ediyor gibi gösteriyor, pulları canlı canlı, değerli metaller ve mücevherler gibi parıldıyordu. Rand onun meydan okuyarak kükrediğini işittiğini sandı.

“Bu ne?” diye sordu.

Moiraine yavaşça yanıt verdi. “Gölge’ye karşı Işık’ın güçlerini yönetirken Sabahın Efendisinin kullandığı sancak. Lews Therin Telamon’un sancağı. Ejder’ın sancağı.” Loial neredeyse tuttuğu ucu bırakacaktı.

“Yak beni!” dedi Mat hafifçe.

“Giderken bu şeyleri yanımızda götüreceğiz,” dedi Moiraine. “Buraya tesadüfen konmadılar ve ben daha fazlasını öğrenmeliyim.” Parmakları, mühürün kırık parçalarını koyduğu keseyi okşadı. “Yola çıkmak için geç. Dinleceğiz ve yemek yiyeceğiz, ama yarın yola erken çıkacağız. Afet burayı çepeçevre sarıyor, Sınır boyunda olduğu gibi değil, ve güçlüdür. Yeşil Adam yokken, burası fazla dayanamaz. Beni yatırın,” dedi Nynaeve ve Egwene’e. “Dinlenmeliyim.”

Rand baştan beri gördüğü, ama ayırdına varmadığı şeyi fark etti. Büyük meşeden kahverengi yapraklar yağıyordu, Ölü yapraklar esinti ile yerde hışırdıyor, kahverengi binlerce çiçekten dökülen taç yapraklarının renklerine karışıyordu. Yeşil Adam Afet’i şimdiye dek uzak tutmuştu, ama Afet onun yaptığı şeyleri öldürmeye başlamıştı bile.

“Artık bitti, değil mi?” diye sordu Moiraine’e. “Bitti.”

Aes Sedai pelerinden yastığının üzerinde başını çevirdi. Gözleri, Dünyanın Gözü kadar derin görünüyordu. “Buraya yapmak için geldiğimiz şeyi yaptık. Bundan sonra, yaşantını Desen’in dokuduğu gibi yaşayabilirsin. Ye, sonra uyu, Rand al’Thor. Uyu ve evi düşle.”

Загрузка...