40 AĞ DARALIYOR

Rand, Logain ve Moiraine ile aynı masada oturduğunu sandı. Aes Sedai ve sahte Ejder onu sessizce izleyerek oturuyordu ve ikisi de diğerinin orada olduğunu bilmiyor gibiydi. Rand aniden odanın duvarlarının belirsizleştiğini, solarak grileştiğini fark etti. İçinde bir panik hissetti. Her şey kayboluyor, bulanıklaşıyordu. Masaya tekrar baktığında, Moiraine ve Logain yok olmuş, onların yerini Ba’alzamon almıştı. Rand’ın bedeni aciliyet hissi ile titriyordu; kafasının içinde gittikçe daha yüksek sesle vızıldıyordu. Vızıltı kulaklarını döven kanın sesi oldu.

İrkilerek doğrulup oturdu. İnledi, sallanarak başını tuttu. Tüm kafatası acıyordu; sol eli saçlarında yapış yapış bir ıslaklık buldu. Yerde, yeşil çimenlerin üzerinde oturuyordu. Bu onu bir şekilde rahatsız etti, ama başı dönüyor, baktığı her şey sallanıyordu ve tek düşünebildiği başının dönmesi durana kadar uzanmaktı.

Duvar! Kızın sesi!

Bir elini çimenlere dayayarak dengesini buldu ve yavaşça çevresine bakındı. Yavaş hareket etmek zorundaydı; başını hızlı çevirmeye çalıştığında her şey yine dönmeye başlıyordu. Bir bahçe ya da parktaydı; taş döşeli bir yürüyüş yolu dolanarak iki metre ötedeki, çiçek kaplı çalıların arasında kayboluyordu. Yanında taş bir sıra ve sıraya gölge yapan yapraklı bir çardak vardı. Duvarın öte tarafına düşmüştü. Ya kız?

Ağacı arkasında buldu. Kız ağaçtan aşağı iniyordu. Kız yere ulaştı, Rand’a döndü ve Rand gözlerini kırpıştırarak inledi. Açık renk kürkle çevrilmiş mavi, kadife bir pelerin kızın omuzlarına atılmıştı. Başlığı beline kadar uzanıyor, tepesinden küçük, gümüş çanlar sarkıyordu. Kız hareket ettikçe çanlar şıngırdıyordu. Uzun, kızıl-altın buklelerini gümüş bir ağ sarıyor, kulaklarından zarif, gümüş küpeler sarkıyor, ağır bir gümüş zincir üzerinde koyu yeşil, Rand’ın zümrüt olduğunu düşündüğü taşlar boynunda asılı duruyordu. Açık mavi elbisesinin üzerinde ağacın bıraktığı lekeler vardı, ama elbise yine de ipekti ve girift işlemelerle süslenmişti. Eteğinde krem rengi pileler vardı. Geniş bir gümüş örgü kemer belini sarıyor, elbisesinin altından kadife terlikler görünüyordu.

Rand hayatı boyunca, bu şekilde giyinmiş yalnızca iki kadın görmüştü: Moiraine ve Mat ile onu öldürmeye çalışan Karanlıkdostu kadın. Rand kimin bu giyimle ağaçlara tırmanacağını hayal edemiyordu, ama önemli biri olduğundan emindi. Kızın ona bakma tarzı da bu izlenimi güçlendiriyordu. Kız bahçesine bir yabancının düşmesinden hiç de rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Onda, Rand’ın aklına Nynaeve’i ya da Moiraine’i getiren bir kendine hakimiyet vardı.

Rand başını belaya sokup sokmadığını, kızın onları meşgul edecek başka şeyler varken Kraliçenin Askerleri’ni çağırabilecek biri olup olmadığını merak etmeye o kadar dalmıştı ki, süslü elbisesinin ve azametli tavırlarının ötesine bakıp kızın kendisini görmesi birkaç dakikasını aldı. Kız belki ondan iki, üç yaş daha küçüktü, bir kız için uzun boyluydu ve güzeldi. Yüzü güneş rengi buklelerle kaplı mükemmel bir ovaldi, dudakları dolgun ve kırmızıydı, gözleri Rand’ın inanabileceğinden daha maviydi. Boyu, yüzü ve bedeni ile Egwene’den çok farklıydı, ama aynı ölçüde güzeldi. Rand vicdan azabı duydu, ama kendi kendine, gözlerin görebildiğini inkar etmenin, Egwene’i Caemlyn’e daha hızlı ya da daha büyük güven içinde getiremeyeceğini söyledi.

Ağaçtan tırmanma sesleri geldi ve kabuk parçaları düştü, ardından bir oğlan kızın arkasında yere atladı. Oğlan kızdan bir baş uzundu ve biraz daha büyüktü, ama yüzü ve saçları kızın akrabası olduğunu gösteriyordu. Ceketi ve pelerini kırmızı, beyaz ve altın rengiydi, işlemelerle doluydu ve erkek giysileri olduğu düşünülürse, kızın giysilerinden daha süslüydü. Bu Rand’ın endişesini artırdı. Sıradan bir erkek ancak festival günlerinde böyle giyinirdi, ama yine de bu kadar görkemli olmazdı. Burası sıradan bir halk parkı değildi. Belki askerler izinsiz girenlerle uğraşmayacak kadar meşgul olurlardı.

Oğlan, belindeki hançeri yoklayarak kızın omzunun üzerinden Rand’ı inceledi. Kullanmayı düşündüğünden değil, endişeliyken alışkanlıkla yaptığı bir hareket gibi görünüyordu. Ama tamamen değil. Oğlanda da kızdaki aynı kendine hakimiyet vardı ve ikisi de Rand’a çözülmesi gereken bir bilmece gibi bakıyordu. Rand en azından, kızın, çizmelerinden pelerinine, onun hakkındaki her şeyi sınıflandırıp sakladığı hissine kapıldı.

“Annem öğrenirse başımız beladan kurtulmayacak, Elayne,” dedi oğlan aniden. “Bize odalarımızda kalmamızı söyledi, ama senin Logain’i görmen şarttı, değil mi? Bak şimdi neye bulaştık?”

“Sessiz ol, Gawyn.” Kızın oğlandan daha küçük olduğu açıktı, ama oğlanın itaat edeceğini bilir gibi konuşmuştu. Oğlan daha söyleyecek şeyleri varmış gibi kendisi ile mücadele etti, ama sessizliğini korudu. “Sen iyi misin?” dedi kız aniden.

Kızın kendisi ile konuştuğunu anlamak Rand’ın bir dakikasını aldı. Anladığı zaman, ayağa kalkmaya çalıştı. “İyiyim. Yalnızca…” Sendeledi ve bacakları tutmaz oldu. Hızla yere oturdu. Başı dönüyordu. “Duvara tırmanıp giderim,” diye mırıldandı. Bir kez daha ayağa kalkmaya çalıştı, ama kız elini omzuna koydu ve kalkmasına izin vermedi. Rand’ın başı o kadar dönüyordu ki, bu hafif baskı bile onu yerinde tutmaya yetti.

“Yaralanmışsın.” Kız zerafetle yanında diz çöktü. Parmakları nazikçe başının sol tarafındaki, kanla yapış yapış olmuş saçları araladı. “Düşerken bir dala çarpmış olmalısın. Kafandan başka bir şey kırılmamışsa kendini şanslı saymalısın. Tırmanmak konusunda senin kadar yeteneklisini gördüğümü sanmıyorum, ama düşmek konusunda o kadar iyi değilsin.”

“Ellerin kanlanacak,” dedi Rand, geri çekilerek.

Kız, Rand’ın başını kararlılıkla ulaşabildiği bir yere çekti. “Kıpırdama.” Sesi keskin değildi, ama yine de itaat edilmeyi beklediğini gösteren bir ton vardı. “Işık’a şükür çok kötü görünmüyor.” Pelerininin içindeki ceplerden minik şişeler ve kağıt paketler çıkardı. Bir avuç dolusu sargı bezi ile bitirdi.

Rand şaşkınlık içinde çıkanlara baktı. Bu bir Hikmet’in taşımasını bekleyeceği türden bir koleksiyondu, bu kız gibi giyinmiş birinin değil. Kızın elleri kanlanmıştı, ama bundan rahatsız olmuşa benzemiyordu.

“Bana su mataranı ver, Gawyn,” dedi kız. “Bunu temizlemeliyim.”

Gawyn isimli oğlan kemerindeki deri matarayı çözdü ve kıza uzattı, sonra kollarını dizlerine dolayarak rahatça Rand’ın ayak ucunda çöküp oturdu. Elayne alışık ellerle işine devam etti. Rand, kız kafasındaki kesiği temizlerken soğuk su canını acıtınca irkilmedi, ama kız bir eliyle, yine çekilmeye çalışıp işi berbat etmesini beklermiş gibi kafasını tutmuştu. Ardından, şişelerden birinden alıp sürdüğü merhem acısını dindirme konusunda neredeyse Nynaeve’in hazırladıkları kadar iyiydi.

Kız çalışırken Gawyn sakin sakin gülümsedi. Sanki o da Rand’ın irkilmesini, hattâ kaçmasını bekliyordu. “Hep sokak kedileri, kanadı kırık kuşlar buluyor. Üzerinde çalıştığı ilk insan sensin.” Tereddüt etti, sonra ekledi. “Alınma. Sana sokak çocuğu demek istemedim.” Bu bir özür değildi, yalnızca gerçeklerin ifadesi idi.

Alınmadım,” dedi Rand katı katı. Ama çift sanki Rand ürkek bir atmış gibi davranıyordu.

“Ne yaptığını biliyor,” dedi Gawyn. “En iyi öğretmenlerin elinde yetişti. Bu yüzden korkma, iyi ellerdesin.”

Elayne şakağına sargıyı bastırdı ve kemerinden ipek, mavi, krem ve altın rengi bir eşarp çıkardı. Bu, Emond Meydanındaki herhangi bir kız için kıymetli bir festival süsü olurdu. Elayne, sargı bezini yerinde tutmak için eşarbı beceriyle Rand’ın başına dolamaya başladı.

“Bunu kullanamazsın,” diye itiraz etti Rand.

Kız, eşarbı sarmaya devam etti. “Sana kıpırdama dedim,” dedi sakin sakin.

Rand Gawyn’e baktı. “Herkesin hep söylediklerini yapmasını mı bekler?”

Genç adamın yüzünden bir şaşkınlık dalgası geçti ve ağzı dalga geçercesine gerildi. “Çoğunlukla evet. Ve çoğunlukla da dedikleri yapılır.”

“Şunu tut,” dedi Elayne. “Ben bağlarken elini oraya koy… Kız ellerini görünce çığlık attı. “Bunu düşerken yapmış olamazsın. Tırmanmaman gereken yere tırmanırken yapmış olman daha olası.” Düğümü bitirdikten sonra, ne kadar az su kaldığı hakkında mırıldanarak Rand’ın avuçlarını önünde açtırdı. Su elindeki çizikleri yaktı, ama kızın dokunuşu şaşırtıcı ölçüde nazikti. “Bu sefer kıpırdama.”

Merhem şişesi yine ortaya çıktı. Kız ince bir merhem tabakasını çiziklerin üzerine yaydı. Tüm dikkatini merhemi yedirirken Rand’ın canını yakmamaya vermişti. Kız kesilen yerlere merhem sürerken Rand’ın avuçlarına bir serinlik yayıldı.

“Çoğunlukla, o ne derse tam olarak onu yaparlar,” diye devam etti Gawyn, kızın başının üzerinden sevgiyle sırıtarak. “Çoğu insan. Annem değil, elbette. Elaida da değil. Hele Lini hiç değil. Lini dadısıydı. Daha küçükken incir çaldığın için seni sopalayan birine emir veremezsin. Bir de o kadar küçük değilken.” Elayne başını, ona tehlikeli bir bakış fırlatacak kadar kaldırdı. Delikanlı boğazını temizledi ve dikkatle yüz ifadesini kontrol altına aldı, sonra devam etti. “Ve Gareth, elbette. Kimse Gareth’a emir veremez.”

“Annem bile,” dedi Elayne, başını yine Rand’ın ellerine eğerek. “Annem önerilerde bulunur ve Gareth o önerileri hep yerine getirir, ama annemin ona emir verdiğini hiç duymadım.” Başını iki yana salladı.

“Bu seni neden şaşırtıyor, anlamıyorum,” diye yanıt verdi Gawyn kıza. “Sen bile Gareth’a ne yapması gerektiğini söylemeye kalkışmıyorsun. Üç Kraliçe ye hizmet etti ve iki Kraliçe için General Kumandan ve Baş Prens Naip olarak görev yaptı. Andor Tahtı’nı Kraliçe’den daha fazla temsil ettiğini düşünenler bile var.”

“Annem onunla evlenmeli,” dedi kız dalgın dalgın. Dikkati Rand’ın ellerindeydi. “Evlenmek istiyor; benden saklayamaz. Çok sorunu çözerdi.”

Gawyn başını iki yana salladı. “Ama önce ikisinden biri boyun eğmeli. Annem yapamaz, Gareth da yapmaz.”

“Annem ona emir verirse…”

“İtaat eder. Sanırım. Ama annem emir vermez. Vermeyeceğini biliyorsun.”

Aniden dönüp Rand’a baktılar. Rand nerede olduğunu unutmuş gibi görünüyordu. “Kim…?” Durup dudaklarını ıslattı. “Anneniz kim?” Elayne’in gözleri şaşkınlık içinde irileşti, ama Gawyn sözlerini daha da sarsıcı kılan sıradan bir sesle konuştu. “Morgase, Işık’ın lütfuyla Andor Kraliçesi, Alemin Koruyucusu, Halkının Savunucusu, Trakand Ailesinin Başı.”

“Kraliçe,” diye mırıldandı Rand. Şaşkınlık, sersemletici dalgalar halinde içinde yayılıyordu. Bir an başının yine dönmeye başlayacağını sandı. Dikkat çekme. Yalnızca Kraliçe’nin bahçesine düş ve Kız– veliaht’ın bir şifacı gibi ellerini tedavi etmesine izin ver. Kahkaha atmak istedi ve paniğe kapılmak üzere olduğunu anladı.

Derin bir nefes alarak telaşla ayağa kalktı. Koşmaya başlamamak için kendine zor hakim oldu, ama uzaklaşma, orada olduğunu başka hiç kimse öğrenmeden kaçma ihtiyacı içini doldurmuştu.

Elayne ve Gawyn onu sakinlik içinde izliyordu. Ayağa fırladığında zerafetle, hiç acele etmeden doğruldular. Rand, başındaki eşarbı çıkarmak için elini kaldırdı, ama Elayne dirseğini yakaladı. “Kes şunu. Yine kanamaya başlayacak.” Sesi hâlâ sakindi, hâlâ dediğinin yapılacağından emindi.

“Gitmeliyim,” dedi Rand. “Duvara tırmanırım ve…”

“Gerçekten de bilmiyordun.” Kız ilk defa Rand kadar şaşkın göründü. “Yani nerede olduğunu bilmeden, Logain’i görmek için duvara mı tırmandın? Aşağıdaki sokaklardan daha rahat izleyebilirdin.” “Ben… ben kalabalıklardan hoşlanmam,” diye mırıldandı Rand. Telaşla ikisine ayrı ayrı eğildi. “Bana izin verirseniz, ah… Leydim.” Hikayelerde, kraliyet sarayları birbirine Lord, Leydi, Majesteleri, Ekselansları diyen insanlarla dolu olurdu, ama Kız-veliaht için doğru hitap tarzının ne olduğunu işitmişse bile, hatırlayacak kadar açık düşünemiyordu. Uzaklaşma ihtiyacı dışında hiçbir şeyi açık düşünemiyordu. “Eğer bana izin verirseniz, hemen gideyim. Ah… teşekkür ederim… şey için…” Başındaki eşarba dokundu. “Teşekkür ederim.” “Bize ismini söylemeden mi?” dedi Gawyn. “Elayne’in zahmeti için kötü bir karşılık. Beni meraklandırdın. Konuşman Andorlu gibi, ama Caemlyn’den değil kesinlikle, ve görünüşün… Eh, sen bizim isimlerimizi biliyorsun. Görgü kuralları, ismini bize söylemeni gerektirir.”

Rand özlemle duvara bakarak, ne yaptığını düşünmeden ismini söyledi, hattâ “İki Nehir’deki Emond Meydanı’ndan,” diye de ekledi.

“Batıdan,” diye mırıldandı Gawyn. “Çok, çok batıdan.”

Rand, keskin gözlerle ona baktı. Genç adamın sesinde şaşkınlık vardı ve Rand döndüğünde yüzünde de aynı ifadeyi yakaladı. Ama Gawyn hemen hoş bir şekilde gülümsedi ve Rand doğru görüp görmediğinden kuşku duydu.

“Tütün ve yün,” dedi Gawyn. “Alem’in her bölgesinin ana ürünlerini bilmem gerekiyor. Her ülkenin de. Eğitimimin parçası. Ana ürünler ve zanaatler, insanların nasıl göründüğü. İki Nehirlilerin inatçı olduğu söylenir. Seni buna layık görürlerse önderliğini kabul ederler, ama ne kadar çok zorlarsan, topuklarını yere o kadar çok gömerler. Elayne kocasını oradan seçmeli. Ayaklarının altında ezilmemek için taş gibi iradesi olan bir erkek olmalı.”

Rand ona bakakaldı. Elayne de bakıyordu. Gawyn her zamanki gibi kendine hakim görünüyordu, ama saçmalıyordu. Neden?

“Bütün bunlar da ne demek oluyor?”

Sesin aniliği karşısında üçü birden sıçradı ve sese doğru döndü.

Karşılarında duran genç adam, Rand’ın gördüğü en yakışıklı erkekti, erkek olmak için neredeyse aşırı yakışıklı bile sayılabilirdi. Uzun boylu ve inceydi, ama hareketleri kırbaç gibi bir güç ve kendinden eminlik yansıtıyordu. Saçları ve gözleri siyahtı, Gawyn’inkinden biraz daha az süslü kırmızı ve beyaz giysilerini, hiç önemi yokmuş gibi taşıyordu. Bir eli kılıcının kabzasındaydı ve gözleri Rand’a dikilmişti.

“Ondan uzak dur, Elayne,” dedi adam. “Sen de, Gawyn.”

Elayne, Rand’ın önüne, onunla yeni gelenin arasına adım attı. Başı dik, yüzü her zamankinden daha güvenliydi. “O annemin sadık bir kulu ve Kraliçe’nin iyi bir adamı. Ve benim korumam altında, Galad.”

Rand, Kinch Efendi’den ve Gill Efendi’den duyduklarını hatırlamaya çalıştı. Galadedrid Damodred, doğru hatırlıyorsa, Elayne ve Gawyn’in üvey kardeşiydi; üçünün babası aynıydı. Kinch Efendi Taringail Damodred’i pek sevmiyor gibiydi –Rand’ın dinlediği hiç kimse sevmiyordu– ama oğlu, şehirdeki konuşmalara bakılırsa, hem beyaz, hem kırmızı kuşananlarca beğeniliyordu.

“Sokaktan topladıklarını sevdiğini biliyorum, Elayne,” dedi ince adam makul bir tavırla, “ama bu adamın silahı var ve hiç de saygın görünmüyor. Bugünlerde ne kadar ihtiyatlı olsak kârdır. Eğer Kraliçe’nin sadık bir kulu ise, burada, ait olmadığı bir yerde ne işi var? Bir kılıcın sargılarını değiştirmek kolay iştir, Elayne.”

“Benim konuğum olarak burada, Galad, ve onun kefili olurum. Kiminle, ne zaman konuşacağıma karar verebileceğini düşündüğüne göre, yoksa kendini dadım olarak mı görüyorsun?”

Kızın sesi küçümseme doluydu, ama Galad etkilenmiş görünmedi. “Yaptıklarını kontrol etme hakkım olduğunu iddia etmediğimi biliyorsun, Elayne, ama bu… konuğun uygun biri değil ve bunu sen de benim kadar biliyorsun. Gawyn, onu ikna etmeme yardım et. Annemiz…”

“Yeter!” diye payladı Elayne. “Yaptıklarımı kontrol etme hakkın olmadığı konusunda haklısın. Onları yargılama hakkına da sahip değilsin. Artık çekilebilirsin. Şimdi!”

Galad Gawyn’e üzgün bir bakış fırlattı; aynı zamanda hem yardım istiyor, hem Elayne’in yardım edilemeyecek kadar dikbaşlı olduğunu ifade ediyordu, ama kız tam ağzını tekrar açarken, resmi bir tavırla, ama aynı zamanda bir kedi kadar zarif, eğilerek selam verdi, bir adım geriledi, sonra döndü ve taş döşeli yolda uzaklaştı. Uzun bacakları onu hızla çardağın ötesine taşıdı.

“Ondan nefret ediyorum,” dedi Elayne. “Kötü ve kıskanç.”

“Bu konuda fazla ileri gidiyorsun, Elayne,” dedi Gawyn. “Galad kıskançlığın ne demek olduğunu bilmez. İki kez hayatımı kurtardı, üstelik ikisinde de kılını kıpırdatmasa kimse bilmezdi. Hiçbir şey yapmasa, şimdi benim yerime o Kılıcın İlk Prensi olacaktı.”

“Asla, Gawyn. Asla Galad’ı seçmezdim. Başka herhangi biri olabilirdi. En düşük ahır uşağı bile.” Aniden gülümsedi ve ağabeyine numaradan, sert sert baktı. “Emir vermeye bayıldığımı söylersin. Eh, sana hiçbir şey olmamasını emrediyorum. Taç giyerken Kılıcın İlk Prensi’nin sen olmanı emrediyorum –Işık aşkına o gün çok uzak olsun!– ve Andor ordularını, Galad’ın hayalinde bile göremeyceği bir onur ile yönetmeni emrediyorum.”

“Emriniz başım üstüne, Leydim.” Gawyn bir kahkaha attı, Galad’ın eğilişini taklit etti.

Elayne, Rand’a kaşlarını çatarak düşünceli düşünceli baktı. “Şimdi, seni bir an önce buradan çıkarmalıyız.”

“Galad hep doğru olan şeyi yapar,” diye açıkladı Gawyn, “yapmaması gerektiği zamanlarda bile. Bu durumda, bahçelerde bir yabancı bulduğunda yapılması gereken şey Saray askerlerine haber vermektir. Ve şu anda Galad’ın bunu yapmak üzere yolda olduğunu tahmin ediyorum.”

“O zaman duvara tirmansam iyi olacak,” dedi Rand. Bugün fark edilmemem iyi oldu! Tabela taşısam daha iyiydi! Duvara döndü, ama Elayne kolunu yakaladı.

“Ben ellerin için o kadar zahmet çektikten sonra olmaz. Ellerini yine çizeceksin, sonra da arka sokak kocakarılarından birinin, Işık bilir ne sürmesine izin vereceksin. Bahçenin diğer yanında küçük bir kapı var. Üzerinde sarmaşıklar büyümüş ve benden başka kimse orada olduğunu hatırlamıyor.”

Rand aniden döşeme taşları boyunca yaklaşan ayak sesleri duydu.

Çok geç,” diye mırıldandı Gawyn. “Gözden kaybolur kaybolmaz koşmaya başlamış olmalı.”

Elayne bir küfür salladı ve Rand’ın kaşları kalktı. Aynısını Kraliçenin Takdisi’nde bir ahır uşağından duymuştu ve o zaman da şok geçirmişti. Bir sonraki an kız yine serinkanlılıkla kendine hakim oldu.

Gawyn ve Elayne, oldukları yerde durmaktan memnun görünüyorlardı, ama Rand Kraliçenin Askerleri’ni aynı kayıtsızlıkla beklemeyi güç buldu. Bir kez daha, askerler gelene kadar yarısından daha yükseğe tırıllanamayacağını bile bile duvara yönelecek oldu. Yerinde duramıyordu.

O üç adım atamadan kırmızı üniformalı adamlar fırladı, yolda koşarlarken zırhları güneşin ışığını yansıtıyordu. Kırmızı üniformalar ve parlak çelikten oluşmuş dalgalar gibi, her yönden başka askerler geldi. Bazıları kılıçlarını çektiler, diğerleri çizmelerini yere koyar koymaz yaylarını kaldırdılar ve tüylü oklarını yerleştirdiler. Parmaklıklı yüz zırhlarının arkasında tüm gözler sertti ve geniş uçlu okların hepsi Rand’a doğrultulmuştu.

Elayne ve Gawyn aynı anda sıçradılar ve kollarını açarak kendilerini Rand’a siper ettiler. Rand kıpırdamadan durdu, ellerini kılıçtan uzakta, kolayca görülebilecek şekilde kaldırdı.

Ayak sesleri ve yayların gıcırtısı havada hâlâ asılıyken, askerlerden biri, altın düğüm taşıyan bir subay bağırdı, “Leydim, Lordum, eğilin, çabuk!”

Uzattığı kollarına rağmen Elayne azametle dikildi. “Benim huzurumda kılıç çekmeye cüret mi ediyorsun, Tallanvor? Şansın varsa Gareth Bryne bunun için sana ahırları temizletir!”

Askerler şaşkın şaşkın bakıştı ve bazı okçular huzursuzca yaylarını indirdi. Elayne ancak o zaman kollarını indirdi. Kollarını kaldırmasının tek sebebi, kaldırmak istemesiymiş gibi davranıyordu. Gawyn tereddüt etti, sonra onun yaptığını yaptı. Rand indirilmeyen yayları sayabiliyordu. Midesindeki kaslar, yirmi adımdan atılan bir oku durdurabilirmiş gibi gerildi.

Subay düğümlü adam çok şaşırmış görünüyordu. “Leydim, beni affedin, ama Lord Galadedrid pis bir köylünün bahçelerde dolaştığını, silahlı olduğunu ve Leydi Elayne ile Lord Gawyn için bir tehlike oluşturduğunu bildirdi.” Gözleri Randa gitti ve sesi kararlılık kazandı. “Eğer Leydim ve Lordum yana çekilirse bu haini gözaltına alalım. Bugünlerde şehirde çok fazla kargaşa var.”

“Galad’ın böyle bir şey bildirdiğinden kuşku duyarım,” dedi Elayne. “Galad yalan söylemez,”

“Keşke bazen söyleseydi,” dedi Gawyn alçak sesle, Randa. “Bir kerecik bile olsa. Onunla yaşamak daha kolay olabilirdi.”

“Bu adam benim konuğum,” diye devam etti Elayne, “ve benim korumam altında. Çekilebilirsin, Tallanvor.”

“Korkarım bu mümkün değil, Leydim. Leydimin bildiği gibi, anneniz hanımefendi, Kraliçemizin, Majesteleri’nin izni olmadan Saray arazisine girenlerle ilgili emirleri var ve bu adam hakkında Majesteleri’ne haber gönderildi.” Tallanvor’un sesinde kendinden hoşnut bir tını vardı. Rand, subayın Elayne’den, uygun olmadığını düşündüğü başka emirler almak zorunda kaldığını tahmin etti; adam bu sefer kızın emrini uygulamayacaktı, bunun için mükemmel bir mazereti vardı.

Elayne, Tallanvor’a baktı; bu sefer söyleyecek söz bulamaz gibiydi.

Rand sorarcasına Gawyn’e baktı ve Gawyn anladı. “Hapis,” diye mırıldandı. Rand’ın yüzü beyazladı ve genç adam çabucak ekledi, “Yalnızca birkaç günlüğüne ve zarar görmezsin. Gareth Bryne, General-Kumandan seni şahsen sorgular, ama kimseye zarar vermeyi planlamadığın anlaşılınca serbest bırakılırsın.” Gözlerinde gizli düşüncelerle sustu. “Umarım doğruyu söylüyordun, İki Nehirli Rand al’Thor.”

“Üçümüzü anneme götüreceksin,” diye bildirdi Elayne aniden. Gawyn’in yüzünde bir sırıtma çiçek açtı.

Tallanvor’un çelik parmaklıklar arkasındaki yüzü şaşkın görünüyordu. “Leydim, ben…”

“Ya da üçümüzü birden bir hücreye götür,” dedi Elayne. “Birlikte kalacağız. Yoksa şahsıma el sürülmesi emrini vermeyi mi düşünüyorsun?” Kızın gülümsemesi muzafferdi ve Tallanvor’un ağaçların arasında yardım bulmayı umarmış gibi çevresine bakınmasına bakılırsa, o da kızın kazandığı fikirdeydi.

Neyi kazandı? Nasıl?

“Annem Logain’i izliyor,” dedi Gawyn yumuşak sesle, Rand’ın düşüncelerini okumuşçasına, “ve meşgul olmasaydı bile, Tallanvor onun huzuruna, sanki bizi gözaltına almış gibi, Elayne ve benimle çıkmaya cesaret edemezdi. Annem bazen biraz çabuk öfkelenir.”

Rand, Kraliçe Morgase hakkında Gill Efendi’nin söylediklerini hatırladı. Biraz çabuk mu öfkelenir?

Bir başka kırmızı üniformalı asker koşarak yaklaştı ve kayarak durup bir kolunu göğsüne dayayarak selam verdi. Tallanvor’a alçak sesle birşeyler söyledi ve sözleri Tallanvor’un yüzüne yine tatmin dolu bir ifade getirdi.

“Anneniz hanımefendi, Kraliçe,” diye bildirdi Tallanvor, “davetsiz misafirin hemen huzuruna getirilmesini emretti. Aynı zamanda, Leydi Elayne ile Lord Gawyn’in de hazır bulunması emredildi. Hemen.”

Gawyn irkildi, Elayne yutkundu. Kendine hakim bir tavırla hemen elbisesindeki desenleri silmeye başladı. Birkaç kabuk parçasını silkelemek dışında, çabası pek işe yaramadı.

“Leydim hazırsa?” dedi Tallanvor memnun bir tavırla. “Lordum?”

Askerler, çevrelerinde boş bir kutu oluşturarak Tallandor’un önderliğinde taş döşeli yolda ilerlemeye başladı. Gawyn ile Elayne Rand’ın iki yanında yürüyordu. İkisi de nahoş düşünceler içinde kaybolmuş gibiydi. Askerler kılıçlarını kınlarına, oklarını sadaklarına sokmuştu, ama ellerinde silah varmışçasına tetikteydiler. Rand’ı, sanki her an kılıcını çekip savaşarak özgürlüğüne kavuşmaya çalışacakmış gibi izliyorlardı.

Herhangi bir şey denemek mi? Hiçbir şey denemeyeceğim. Fark edilmedenmiş! Hah!

Askerlerin kendisini izlemesini izlerken aniden bahçenin farkına vardı. Her şey birbiri ardına olmuştu, her yeni şok bir önceki solmadan gelmişti ve çevresi, duvar ve içtenlikle öte yanına geçme arzusu dışında bir bulanıklıktan başka bir şey değildi. Şimdi, daha önce zihninin gerisini gıdıklayan yeşil çimenleri görüyordu. Yeşil! Yeşilin yüz tonu. Yeşil ve canlı, yaprak ve meyve dolu ağaçlar, çalılar. Yolun üzerindeki çardakları kaplayan gür sarmaşıklar. Her yerde çiçekler. Bahçeyi renge boğan onca çiçek. Bazılarını tanıyordu –parlak altın rengi güneş-patlamaları, minik, pembe mum çiçekleri, kızıl yıldız– ateşleri ve mor Emondun Zaferleri, bembeyazdan koyu, çok koyu kırmızıya her renk gül– ama diğerleri yabancı ve o kadar sıradışı şekillere ve renklere sahipti ki, Rand gerçek olup olmadıklarını merak etti.

“Yeşil,” diye fısıldadı. “Yeşil.” Askerler kendi kendilerine mırıldandılar; Tallanvor omzunun üzerinden onlara keskin bir bakış fırlattı ve hepsi sustu.

“Elaida’nın işleri,” dedi Gawyn dalgın dalgın.

“Bu doğru değil,” dedi Elayne. “Başka her yerde ekinler bitmezken bunu hangi çiftlikte yapmak isteyeceğimi sordu, ama yine de insanların yiyeceği yokken burada çiçek yetiştirmek doğru değil.” Derin bir nefes aldı ve kendini güvenle doldurdu. “Kendini kaybetme,” dedi Rand’a sertçe. “Sana hitap edildiği zaman açık konuş, bunun dışında sessiz kal. Ve benim söylediklerime uygun konuş. Her şey yoluna girecek.”

Rand, kızın özgüvenini paylaşabilmeyi diledi. Gawyn’de de aynı özgüven olsa faydası olurdu. Tallanvor Saraya doğru yol gösterirken arkasına, bahçeye, çiçeklerle süslenmiş yeşilliklere, bir Aes Sedai’nin elinin Kraliçe için ördüğü renklere baktı. Artık derin sulardaydı ve görünürlerde kıyı yoktu.

Koridorlar, beyaz yakalı ve kol yenli kırmızı üniformalar giymiş, tuniklerinin sol göğsüne Beyaz Aslan işlenmiş Saray hizmetkarları ile doluydu, ne olduğu belli olmayan işlerin peşinde koşturuyorlardı. Askerler Elayne, Gawyn ve ortalarında Rand ile geçerken, yerlerinde kalakaldılar ve bir karış açık ağızlarla izlediler.

Bunca şaşkınlığın ortasında, gri çizgili bir erkek kedi kayıtsızca, gözleri iri iri açılmış hizmetkarların arasından dolanarak yaklaştı. Kedi aniden Rand’a tuhaf göründü. En cimri dükkanda bile her köşede bekleyen kediler olduğunu bilecek kadar Baerlon’da kalmıştı. Saray’a girdiğinden beri, bu gördüğü ilk kediydi.

“Burada fare yok mu?” dedi inanmazca, Hersarayda fare olurdu.

“Elaida farelerden hoşlanmıyor,” diye mırıldandı Gawyn belirsizce. Endişe içinde koridora kaşlarını çatıyordu, görünüşe bakılırsa Kraliçe ile yaklaşan görüşmeyi çoktan görmeye başlamıştı. “Burada hiç fare yok.”

“İkiniz de sessiz olun.” Elayne’in sesi keskindi, ama ağabeyininki kadar dalgındı. “Düşünmeye çalışıyorum.”

Rand, askerler bir köşeyi dönüp, kedi gözden kaybolana kadar onu izledi. Bir sürü kedi, kendini çok daha iyi hissetmesini sağlayacaktı; Sarayda normal olan tek bir şey görmek hoş olacaktı, fareler olsa bile.

Tallanvor’un takip ettiği yol o kadar çok döndü ki, Rand yön duygusunu kaybetti. Sonunda genç subay koyu renk ahşaptan yapılmış, parlak, yüksek bir çift kapının önünde durdu. Kapılar önünden geçtikleri başkaları kadar ihtişamlı değildi, ama yine de her tarafına, en ince detaylarına kadar işlenmiş aslanlar oyulmuştu. Kapının iki yanında üniformalı birer hizmetkar duruyordu.

“En azından Büyük Salon değil.” Gawyn rahatsızca güldü. “Annemin burada kimsenin başının kesilmesini emrettiğini hatırlamıyorum.” Sesi, bir ilk yaşanabilirmiş gibi çıkıyordur.

Tallanvor, Rand’ın kılıcına uzandı, ama Elayne onu engellemek için öne çıktı. “O benim konuğum. Âdetlerimize ve yasalarımıza göre, kraliyet ailesinin konukları annemin huzuruna silahlı çıkabilir. Yoksa konuğum olduğunu söylediğimi inkar mı edeceksin?”

Tallanvor tereddüt etti, kız ile göz göze geldi, sonra başını salladı. “Peki, Leydim.” Tallanvor gerilerken kız Rand’a gülümsedi, ama bu yalnızca bir an sürdü. “Leydi Elayne ile Lord Gawyn’in geldiğini Majesteleri’ne bildirin,” dedi Tallanvor kapıda bekleyenlere. “Aynı zamanda, Majesteleri’nin emri ile, davetsiz misafiri gözaltına alan Teğmen Tallanvor.”

Elayne, Tallanvor’a bakıp kaşlarını çattı, ama kapılar açılmaya başlamıştı bile. Gür bir sesin gelenleri bildirdiği duyuldu.

Elayne azametle kapılardan geçti, girişinin ihtişamı Rand’a arkasından takip etmesini işaret ederken yalnızca birazcık bozuldu. Gawyn omuzlarını dikleştirdi ve kızın yan tarafında, bir adım arkada yürüdü. Rand kararsızca, kızın diğer yanında Gawyn’in hizasında yürüyerek takip etti. Tallanvor Rand’a yakın kaldı ve arkasından on asker girdi. Kapılar arkalarından sessizce kapandı.

Elayne aniden yerlere kadar reverans yaptı, belden eğilerek eteklerini açtı ve o şekilde bekledi. Rand irkildi, sonra telaşla Gawyn’i ve diğer adamları taklit etti. Sağ dizinin üzerine çöktü, başını eğdi, öne eğilerek sağ elinin boğumlarını mermer taşlara dayadı, sol elini kılıcının kabzasına koydu. Gawyn tek söz söylemeden elini aynı şekilde hançerine koydu.

Rand kendini doğru yaptığı için kutlarken, Tallanvor’un, hâlâ başı eğik şekilde dik dik kendisine baktığını fark etti. Başka bir şey mi yapmam gerekiyordu? Aniden, kimse ona ne yapması gerektiğini söylememişken Tallanvor’un doğru davranışı beklemesine öfkelendi. Ve askerlerden korktuğu için de kızmıştı. Korkacak hiçbir şey yapmamıştı ki? Korkusunun Tallanvor’un suçu olmadığını biliyordu, ama yine de ona kızıyordu.

Herkes, baharın buzları çözmesini beklermiş gibi, yerinde donup kaldı. Rand neyi beklediklerini bilmiyordu, ama bu fırsatı kullanarak getirildiği yeri inceledi. Başını eğik tutarak, yalnızca görmesine yetecek kadar çevirdi. Tallanvor’un kaşları daha fena çatıldı, ama Rand görmezden geldi.

Kare şeklindeki oda, Kraliçenin Takdisi’ndeki salon kadardı. Bembeyaz taştan duvarlarına av sahneleri betimleyen rölyefler oyulmuştu. Oymaların arasındaki duvar halılarında parlak çiçekler, arıkuşlarına dair hoş resimler vardı. Odanın uzak ucundaki iki duvar halısında, Andor’un Beyaz Aslan’ı kırmızı fonlar üzerinde, iki ayak üstünde duruyordu. Bu iki halı bir yükseltinin iki yanına asılmıştı ve yükseltideki oymalı, yaldızlı tahtta Kraliçe oturuyordu.

Kraliçe’nin sağ tarafında, Kraliçenin Askerleri’nin kırmızı rengine bürünmüş iriyarı bir adam başı açık bekliyordu. Pelerininin omzunda dört altın düğüm vardı, kol yenlerindeki beyaz bantlar geniş, altın rengi bantlarla bölünmüştü. Şakakları gri tellerle doluydu, ama bir kaya kadar sağlam ve kıpırtısız görünüyordu. Bu, General Kumandan Gareth Bryne olmalıydı. Tahtın arkasında ve diğer yanında, koyu yeşil ipek bir elbise giymiş bir kadın alçak bir tabureye oturmuş, koyu renk, neredeyse siyah yünden bir şey örüyordu. Başta örgü örmesi Rand’a kadının yaşlı olduğunu düşündürdü, ama ikinci bakışta yaşını tahmin edemedi. Genç, yaşlı, bilemiyordu. Kadının dikkati tamamen örgü şişlerine ve yüne odaklanmış gibiydi, sanki bir kol boyu ötesinde bir Kraliçe yokmuş gibi. Düzgün yüz hatlarına sahip bir kadındı, dıştan sakin görünüyordu, ama odaklanmasında dehşet verici bir şey vardı. Odada şişlerinin tıkırtısından başka ses yoktu.

Rand her şeye bakmaya çalıştı, ama gözleri alnında güllerden bir çelenk, Andorun Gül Tacı’nı taşıyan kadına kayıp duruyordu. Kırmızı beyaz plilerden oluşan elbisesinde asılı kırmızı etolünün üzerinde Andorun Aslanı yürüyordu ve sol eli Kumandan General’in koluna dokunduğu zaman, kendi kuyruğunu ısıran Büyük Yılan şeklindeki yüzüğü parıldadı. Ama Rand’ın gözlerini tekrar tekrar kendine çeken, giysilerinin, mücevherlerinin, hattâ tacının ihtişamı değildi: onları giyen kadındı.

Morgase, kızının güzelliğini taşıyordu, daha olgun haliyle. Yüzü, vücudu ve varlığı odayı, yanındaki diğer iki kişiyi soldurur gibi ışıkla dolduruyordu. Emond Meydanı’nda bir dul olsaydı, köyün en kötü aşçısı ve en pasaklı ev kadını olsa bile kapısının önünde talipleri sıralanırdı. Rand kadının onu incelediğini gördü ve yüzünden düşüncelerini okumasından korkarak başını eğdi. Işık. Kraliçeyi bir köylü kadın olarak düşünmek, ha! Seni aptal!

“Kalkabilirsiniz,” dedi Morgase, Elayne’in itaat edileceğine dair özgüvenini yüz kat taşıyan gür, sıcak bir sesle.

Rand diğerleri ile birlikte ayağa kalktı.

“Anne…” diye başladı Elayne, ama Morgase sözünü kesti.

“Görünüşe göre ağaçlara tırmanıyorsun, kızım.” Elayne, elbisesinden bir ağaç kabuğu aldı ve koyacak yer bulamayınca yumruk yaptığı elinde tuttu. “Aslında,” diye devam etti Morgase sakinlik içinde, “aksine emir vermeme rağmen bu Logain’i görmeye çalışmışsın gibi görünüyor. Gawyn, senden daha iyisini beklerdim, Yalnızca kız kardeşine itaat etmeyi değil, aynı zamanda felaketleri önlemek için ona karşı bir denge oluşturmayı öğrenmelisin.” Kraliçe’nin gözleri yanındaki iri adama kaydı, sonra çabucak kaçtı. Bryne fark etmemiş gibi kıpırtısız kalmıştı, ama Rand o gözlerin her şeyi fark ettiğini düşündü. “Öyle ki, bu ilk Prens in görevlerinden olan Andor’un ordularını yönetmek gibidir. Belki de eğitimin yoğunlaştırılırsa kız kardeşinin başını belaya sokması için daha az zamanın kalır. General Kumandan’dan kuzey yolculuğu sırasında yapacak şey bulamamana karşı önlem almasını rica edeceğim.”

Gawyn itiraz edecek gibi ayak değiştirdi, sonra başını eğdi. “Emredersin, anne.”

Elayne yüzünü buruşturdu. “Anne, Gawyn yanımda olmazsa başımı belaya sokmamı engelleyemez. Odalarını terk etmesinin tek sebebi bu. Anne, Logain’e yalnızca bakmanın zararı olmaz kuşkusuz. Şehirde neredeyse herkes ona bizden daha yakındı.”

“Şehirdeki herkes Kız-veliaht değil.” Kraliçe’nin sesi keskindi. “Bu Logain’i yakından gördüm ve tehlikeli, çocuğum. Kafese kapatılmış, her an yanında nöbet tutan Aes Sedailer var, ama yine de bir kurt kadar tehlikeli. Keşke Caemlyn’in yakınına bile getirilmeseydi.”

“Tar Valon’da icabına bakacaklar.” Taburedeki kadın konuşurken gözlerini örgüsünden kaldırmamıştı. “Önemli olan insanların Işık’ın bir kez daha Karanlık’ı mağlup ettiğini görmesi. Ve senin de bu zaferin tarafı olduğunu görmeleri, Morgase.”

Morgase elini önemsemezce salladı. “Ben yine de Caemlyn’e yaklaşmamasını dilerdim. Elayne, ne düşündüğünü biliyorum.”

“Anne,” diye itiraz etti Elayne, “gerçekten de sana itaat etmek istiyorum. Gerçekten.”

“Öyle mi?” diye sordu Morgase sahte bir şaşkınlık ile, sonra güldü. “Evet, gerçekten de görev bilir bir kız olmaya çalışıyorsun. Ama devamlı benim sınırlarımı sınıyorsun. Eh, ben de anneme aynısını yaptım. Tahta çıktığında bu mizaç işine yarayacak, ama henüz Kraliçe değilsin, çocuğum. Bana itaatsizlik ettin ve Logain’i gördün. Bu kadarıyla yetin. Kuzey yolculuğunda onun yüz adım yakınına bırakılmayacaksınız, ne sen, ne de Gawyn. Tar Valon’daki derslerinin ne kadar zor olacağını bilmeseydim, itaat ettiğinden emin olmak için yanında Lini’yi gönderirdim. En azından o gerektiğince davranmanı sağlıyor gibi.”

Elayne asık suratla başını eğdi.

Tahtın arkasındaki kadın ilmekleri saymaya dalmış gibi görünüyordu. “Bir hafta sonra,” dedi aniden, “eve, annene dönmek istiyor olacaksın. Bir ay sonra Gezginlerle kaçmak istiyor olacaksın. Ama kardeşlerim seni inanmayandan uzak tutacak. Bu tür şeyler senin için değil, henüz değil.” Aniden taburesinin üzerinde dönüp dikkatle Elayne’e baktı, tüm sakinliği, sanki daha önce hiç var olmamış gibi kaybolmuştu. “İçinde Andor’un bugüne dek gördüğü, herhangi bir ülkenin bin yıldır görmediği en büyük Kraliçe olma potansiyeli var. Gücün varsa, seni bunun için şekillendireceğiz.”

Rand ona bakakaldı. Bu Elaida olmalıydı, Aes Sedai. Aniden, hangi Ajah’tan olursa olsun, ondan yardım istemek için buraya gelmediğine memnun oldu. Moiraine’inkinden çok daha yoğun bir sertlik yayıyordu. Rand bazen Moiraine’in kadife kaplı çelik gibi olduğunu düşünmüştü; Elaida’da kadife yalnızca bir yanılsama idi.

“Yeter, Elaida,” dedi Morgase, huzursuzca kaşlarını çatarak. “Yeterinden fazlasını dinledi. Çark dilediği gibi dokur.” Bir an kızını izleyerek sessiz kaldı. “Şimdi, bir de bu genç adam sorunu var” –gözlerini Elayne’in yüzünden ayırmadan Rand’a işaret etti– “ve nasıl ve neden buraya geldiği, neden kardeşine onun konuğun olduğunu söylediğin sorunu.”

“Konuşabilir miyim, anne?” Morgase onaylayarak başını sallayınca, Elayne Rand’ın yamaçtaki duvara tırmanmasından başlayarak olayları basitçe anlattı. Rand, yaptığı şeyin masumca olduğunu söyle yerek bitireceğini sanmıştı, ama bunun yerine şöyle dedi, “Anne, sık sık halkımızı, en düşüğünden en yükseğine kadar tanımam gerektiğini söylersin, ama ne zaman içlerinden biri ile karşılaşsam, yanımda en az yirmi kişi oluyor. Bu şartlar altında nasıl gerçek bir şey öğrenebilirim? Bu genç adamla konuşurken İki Nehir halkı hakkında, ne tür insanlar oldukları hakkında kitaplardan öğrenebileceğimden daha fazlasını öğrendim. Bu kadar uzağa gelmesi ve şehre yeni gelen onca kişi korkudan beyaz kuşanırken kırmızı kuşanması, nasıl biri olduğu hakkında birşeyler anlatıyor. Anne, yalvarırım sadık bir kuluna, bana hükmettiğin insanlar hakkında birşeyler öğreten birine kötü davranma.”

“İki Nehir’den sadık bir kul.” Morgase içini çekti. “Çocuğum, o kitaplara daha fazla önem vermelisin. İki Nehir altı nesildir vergi tahsildarı, yedi nesildir Kraliçenin Askerleri’ni görmedi. Alem’in parçası olduklarını bile pek sık düşünmediklerini sanıyorum.” Rand, İki Nehir’in Andor Alemi’nin parçası olduğunu duyduğunda nasıl şaşırdığını hatırlayarak rahatsız bir biçimde omuz silkti. Kraliçe onu gördü ve hüzünle kızına gülümsedi. “Gördün mü, çocuğum?”

Rand. Elaida’nın örgüsünü bırakmış, kendisini incelemekte olduğunu fark etti. Kadın taburesinden kalktı ve yavaş yavaş yükseltinin önüne çıkarak önünde durdu. “İki Nehirli mi?” dedi. Bir elini Rand’ın başına uzattı; Rand dokunuşundan kaçındı ve kadın elini indirdi. “O kızıl saçlarla ve gri gözlerle mi? İki Nehirliler koyu renk saçlı ve gözlüdür ve nadiren bu kadar uzun boylu olurlar.” Eli uzanıp ceketinin yenini itti, güneşin o kadar sık uğramadığı yerdeki açık renk deriyi açığa çıkardı. “Ne de böyle ten rengine.”

Rand, kendini yumruklarını sıkmaktan zor alıkoydu. “Emond Meydanı’nda doğdum,” dedi katı katı. “Annem yabancıydı; gözlerimi ondan aldım. Babam Tam al’Thor’dur, benim gibi bir çiftçi ve çoban.”

Elaida, bakışlarını yüzünden ayırmadan yavaşça başını salladı. Rand, midesindeki ekşi duyguları saklayan bir ölçülülükle bakışlarına karşılık verdi. Kadın, bakışlarındaki dengeyi fark etti. Gözlerini delikanlının gözlerinden ayırmadan elini yavaşça uzattı. Rand bu sefer irkilmemeye karar verdi.

Kadın Rand’a değil, kılıcına dokundu, eli en tepedeki kabzayı kavradı. Parmakları sıkılaştı, gözleri şaşkınlık ile iri iri açıldı. “İki Nehirli bir çoban,” dedi yumuşak ve herkesin duymasını istediği bir fısıltı ile, “ve balıkçıl damgalı bir kılıç.”

Son birkaç sözcük, odada, Karanlık Varlık’ı ilan etmiş gibi bir tepki yarattı. Deri ve metal Rand’ın arkasından gıcırdadı, çizmeler mermer döşemelerin üzerinde sürtündü. Rand gözucuyla Tallanvor ile diğer askerlerin, ellerini kılıçlarına götürerek, çekmeye, yüzlerine bakılırsa ölmeye hazırlanarak yer kazanmak için gerilediğini gördü. Gareth Bryne iki hızlı adımda yükseltinin önüne, Rand ile Kraliçe’nin arasına geçti. Gawyn bile yüzünde endişeli bir bakış ile, elini hançerine götürerek Elayne’in önüne geçti. Elayne onu ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu. Morgase’in ifadesi değişmedi, ama elleri tahtının yaldızlı kollarını kavradı.

Yalnızca Elaida, Kraliçe’den daha az tepki gösterdi. Aes Sedai, sıradışı bir şey söylediğine ilişkin hiçbir işaret göstermedi. Elini kılıçtan çekerek, askerlerin daha da gerilmesine sebep oldu. Gözleri Rand’ın gözlerini bırakmadı, soğukkanlılıkla, hesaplayarak baktı.

“Kuşkusuz,” dedi Morgase ölçülü bir sesle, “balıkçıl damgalı bir kılıç kazanmış olamayacak kadar genç. Gawyn’den daha büyük olamaz.”

“Ona ait,” dedi Gareth Bryne.

Kraliçe ona şaşkınlık içinde baktı. “Bu nasıl olabilir.”

“Bilmiyorum, Morgase,” dedi Bryne yavaşça. “Gerçekten de çok genç, ama kılıç ona, o kılıca ait. Gözlerine bak. Duruşuna, kılıcın ona, onun kılıca nasıl yakıştığına bak. Çok genç, ama kılıç onun.”

Kumandan General sustuğu zaman Elaida konuştu, “Bu kılıcı nerede buldun, İki Nehirli Rand al’Thor?” Kadın, nereli olduğu kadar isminden de şüphe duyuyormuş gibi konuşmuştu.

“Babam verdi,” dedi Rand. “Onundu. Dünyaya açılırken bir kılıca ihtiyacım olduğunu düşündü.”

“Demek İki Nehir’de balıkçıl damgalı kılıcı olan ikinci bir çoban var.” Elaida’nın gülümsemesi Rand’ın ağzının kurumasına sebep oldu. “Caemlyn’e ne zaman geldin?”

Bu kadına gerçeği anlatmaya çalışmak, Rand’ın canına tak etmişti. Kadın onu Karanlıkdostları kadar korkutuyordu. Yine saklanmaya başlama zamanı gelmişti. “Bugün,” dedi. “Bu sabah.”

“Tam zamanında,” diye mırıldandı kadın. “Nerede kalıyorsun? Bir yerlerde oda bulmadığını söyleme. Biraz perişan görünüyorsun, ama dinlenme fırsatı bulmuşsun. Nerede?”

“Taç ve Aslan.” Rand, Kraliçenin Takdisi’ni ararken Taç ve Aslan’ın önünden geçtiğini hatırlıyordu. Yeni Şehir’in öte yanındaydı. “Orada bir yatağım var. Tavanarasında.” Kadın yalan söylediğini biliyormuş gibi geliyordu, ama yalnızca başını salladı.

“Bu nasıl bir tesadüf?” dedi kadın. “Kafir bugün Caemlyn’e getiriliyor. İki gün sonra kuzeye, Tar Valon’a götürülecek ve Kız-veliaht eğitimi için onunla birlikte gidecek. Ve tam bu noktada Saray bahçesinde, İki Nehirli sadık bir kul olduğunu iddia eden genç bir adam ortaya çıkıyor…”

“Ben gerçekten de İki Nehirliyim.” Hepsi ona bakıyordu, ama Rand görmezden geldi. Tallanvor ve askerler dışında hepsi; onlar gözlerini bile kırpmıyorlardı.

“… Elayne’i ikna eden bir hikaye ve balıkçıl damgalı bir kılıçla birlikte. Bağlılığını ifade edecek bir kolluk ya da rozet takmamış, balıkçıl damgasını meraklı gözlerden gizleyen bir kılıç sargısı kullanmış. Bu nasıl bir tesadüf, Morgase?”

Kraliçe, Kumandan General’in yana çekilmesini işaret etti ve sonra Rand’ı huzursuz bakışlarla inceledi. Ama Elaida’ya hitap etti. “Ona ne ad veriyorsun? Karanlıkdostu mu? Logain in takipçilerinden biri mi?”

“Karanlık Varlık Shayol Ghul’de kıpırdanıyor,” diye yanıt verdi Aes Sedai. “Desen’e Gölge düşüyor ve gelecek bir iğnenin ucunda dengede duruyor. Bu delikanlı tehlikeli.”

Elayne aniden hareket etti ve tahtın önünde kendini dizlerinin üzerine attı. “Anne, yalvarırım ona zarar verme. Ben onu durdurmasam hemen gidecekti. Gitmek istedi. Kalmasına sebep olan ben oldum. Bir Karanlıkdostu olduğuna inanmıyorum.”

Morgase kızına doğru yatıştırır gibi bir hareket yaptı, ama gözlerini Rand’dan ayırmadı. “Bu bir Kehanet mi, Elaida? Desen’i mi okuyorsun? En beklenmedik zamanda sana geldiğini ve geldiği gibi aniden gittiğini söylersin. Bu bir Kehanet mi, Elaida, gerçeği açıkça söylemeni emrediyorum. Her zaman yaptığın gibi, evet mi, hayır mı dediğin anlaşılmayacak şekilde gizeme sarmadan söyle. Konuş. Ne görüyorsun?”

“Şu Kehanet’te bulunuyorum,” diye yanıt verdi Elaida, “ve Işık’ın altında yemin ediyorum ki, daha açık ifade edemezdim. Bugünden itibaren, Andor acı ve bölünmüşlüğe yürüyecek. Gölge kararacak, simsiyah kesilecek ve sonra Işık’ın geleceğini görmüyorum. Dünyanın şimdiye dek döktüğü tek gözyaşına karşılık, binlercesi dökülecek. Bu Kehanet’te bulunuyorum.”

Oda kefen gibi bir sessizliğe büründü, sessizlik yalnızca, Morgase’in son nefesiymiş gibi salıverdiği nefesle bölündü.

Elaida, Rand’ın gözlerine bakmaya devam etti. Dudaklarını neredeyse oynatmadan devam etti, o kadar alçak sesle konuşuyordu ki, bir kol boyu uzaklıkta olmasa Rand bile duyamayacaktı. Aynı zamanda şu Kehanet’te bulunuyorum. Tüm dünyaya acı ve bölünmüşlük gelecek ve bu adam onun ortasında duracak. Kraliçe’ye itaat ederek,” diye fısıldadı, “açıkça söylüyorum.”

Rand, ayakları mermer zemine kök salmış gibi hissediyordu. Taşın soğukluğu ve katılığı bacaklarından yukarı süründü, belkemiğınden yukarı bir ürperti yaydı. Başka kimse duymamıştı. Ama kadın hâlâ ona bakıyordu ve Rand duymuştu.

“Ben bir çobanım,” dedi tüm odaya. “İki Nehir’den. Bir çoban.” “Çark dilediği gibi örer,” dedi Elaida yüksek sesle ve Rand sesinde bir alay izi olup olmadığını ayırt edemedi.

“Lord Gareth,” dedi Morgase. “Kumandan Generalimin ’avsiyesine ihtiyacım var.”

İri adam başını iki yana salladı. “Elaida Sedai çocuğun tehlikeli olduğunu söylüyor, Kraliçem ve daha fazlasını söylese, celladı çağırtın derdim. Ama tek söylediği, içimizden herhangi birinin kendi gözleri ile görebildiği. Çevrede, Kehanet olmadan da her şeyin daha kötüye gideceğini söylemeyen tek çiftçi yok. Ben oğlanın tesadüfen burada olduğunu düşünüyorum, ama onun için kötü bir tesadüf. Güvende olmak için, Kraliçem, Leydi Elayne ve Lord Gawyn yola çıkana kadar bir hücreye kapatalım, sonra salıverelim. Onunla ilgili başka Kenanetleriniz yoksa, Aes Sedai.”

“Desen’de okuduğum her şeyi söyledim, Kumandan General,” dedi Elaida. Rand’a sert bir gülümseme ile baktı, dudaklarını hafifçe büken, Rand’ın onun söylediklerinin gerçekliğini inkar edememesi ile alay eden bir gülümseme. “Birkaç hafta hapsedilmek ona zarar vermez ve bana daha fazlasını öğrenme fırsatı verir.” Kadının gözleri açlık doldu, Rand’ın ürpertilerini derinleştirdi. “Belki bir başka Kehanet gelir.”

Morgase, çenesini yumruğuna, dirseğini tahtın koluna dayayarak bir süre düşündü. Rand hareket edebilse o çatık kaşlı bakışların altında kıpırdanırdı, ama Elaida’nın gözleri onu kaskatı dondurmuştu. Kraliçe sonunda konuştu.

“Şüphe Caemlyn’i boğuyor, belki de tüm Andor’u. Korku ve kara şüpheler. Kadınlar, komşularını Karanlıkdostu ilan ediyor. Erkekler yıllardır tanıdıkları insanların kapılarına Ejder Dişi çiziyor. Bunun bir parçası olmayacağım.”

“Morgase…” diye başladı Elaida, ama Kraliçe sözünü kesti.

“Bunun parçası olmayacağım. Tahta geçtiğim zaman yüksektekiler ve alçaktakiler için adaletin uygulayıcısı olacağıma yemin ettim ve adaletin ne olduğunu hatırlayan son Andorlu olsam da, bunu uygulayacağım. Rand al’Thor, Işık altında, bu balıkçıl damgalı kılıcı sana babanın, İki Nehirli bir çobanın verdiğine yemin eder misin?”

Rand, konuşabilecek kadar ıslatana kadar ağzını açıp kapadı. “Yemin ederim.” Aniden kiminle konuştuğunu hatırlayarak telaşla ekledi, “Kraliçem.” Lord Gareth, gür kaşlarından birini kaldırdı, ama Morgase aldırmamış göründü.

“Ve bahçe duvarına yalnızca sahte Ejder’i görmek için tırmandın, öyle mi?”

“Evet, Kraliçem.”

“Andor tahtına, kızıma ya da oğluma zarar vermeye niyetli misin?” Ses tonu, sondaki ikisinin ilkinden daha tehlikeli olacağını ifade ediyordu.

“Kimseye zarar vermeye niyetli değilim, Kraliçem. Ne size, ne de ailenize.”

“O zaman sana adalet vereceğim, Rand al’Thor,” dedi kadın. “Başta, Elaida ve Gareth’ın aksine, gençken İki Nehir aksanını duyma fırsatım olduğu için. Öyle görünmüyor olabilirsin, ama uzak anılar beni yanıltmıyorsa, dilin İki Nehirli. İkinci olarak, senin saçına ve gözlerine sahip biri, doğru olmadığı sürece İki Nehirli bir çoban olduğunu iddia etmezdi. Ve balıkçıl damgalı kılıcı babanın vermiş olması, bir yalan olamayacak kadar mantıksız bir açıklama. Ve üçüncü olarak, bana fısıldayan ses, en iyi yalanın genelde yalan olduğu düşünülemeyecek kadar saçma olduğunu fısıldıyor… ama o ses bir kanıt değil. Yaptığım yasaları uygulayacağım. Sana özgürlüğünü veriyorum, Rand al’Thor, ama gelecekte nereye izinsiz girdiğine dikkat etmeni tavsiye ediyorum. Bir kez daha Saray bahçesinde görülürsen, bu kadar kolay kurtulamazsın.”

“Teşekkür ederim, Kraliçem,” dedi Rand boğuk bir sesle. Elaida’nın memnuniyetsizliğini, yüzünde sıcak hava gibi hissedebiliyordu.

“Tallanvor,” dedi Morgase, “bu… kızımın konuğuna Saray kapılarına kadar eşlik et ve ona her tür nezaketi göster. Kalanınız da gidebilir. Hayır, Elaida, sen kal. Ve dilersen sen de, Lord Gareth. Şehirdeki Beyazcübbeler konusunda ne yapacağıma karar vermeliyim.”

Tallanvor ve askerler kılıçlarını gönülsüzce kınlarına soktular. Gerekirse bir anda yine çekecekmiş gibi görünüyorlardı. Rand, askerlerin çevresinde boş bir kutu oluşturmasından ve Tallanvor’u takip etmekten memnundu. Elaida, Kraliçe’nin söylediklerini yarım kulakla dinliyordu; Rand, kadının gözlerinin sırtında olduğunu hissedebiliyordu. Morgase, Aes Sedai’yi yanında tutmasa ne olurdu? Düşünce askerlerin daha hızlı yürümesini dilemesine sebep oldu.

Rand şaşkınlık içinde Elayne ile Gawyn’in kapının dışında konuştuklarını, sonra peşine takıldıklarını gördü. Tallanvor da şaşırmıştı. Genç subay bakışlarını onlardan kapanan kapılara çevirdi.

“Annem,” dedi Elayne, “Saray’dan çıkana kadar eşlik edilmesini istedi, Tallanvor. Her tür nezaketin gösterilmesini söyledi. Ne bekliyorsun?”

Tallanvor, arkasında Kraliçe’nin danışmanları ile görüştüğü kapılara kaşlarını çattı. “Hiçbir şey, Leydim,” dedi ekşi ekşi ve gereksizce askerlerin yürümesini emretti.

Rand, sarayın harikalarına dikkatini veremiyordu. Delikanlı hâlâ şaşkınlık içindeydi, düşünceler kafasından hızla geçip gidiyordu. Öyle görünmüyorsun. Bu adam tam yüreğinde duruyor.

Askerler durdu. Rand gözlerini kırpıştırdı ve kendini Saray’ın önündeki büyük avluda, güneş altında parlayan yüksek, yaldızlı kapıların önünde bulunca irkildi. O kapılar tek bir adam için açılmazdı, hele Saray’a izinsiz giren biri için hiç. Kız-veliaht konuğu olduğunu iddia etse bile. Tallanvor tek kelime etmeden büyük kapının içine yerleştirilmiş küçük bir kapının sürgüsünü çekti.

“Konukları kapıya kadar geçirmek, ama gidişini izlememek geleneğimizdir. Hatırlanması gereken, konuğun eşliğinin zevkidir, gidişinin hüznü değil.”

“Teşekkür ederim, Leydim,” dedi Rand. Başındaki eşarba dokundu. “Her şey için. İki Nehir’de, konuğun bir armağan getirmesi gelenektir. Korkarım ben hiçbir şey getirmedim. Ama,” diye ekledi kuru kuru, “görünüşe göre size İki Nehir halkı hakkında birşeyler öğretmişim.”

“Anneme senin yakışıklı olduğunu düşündüğümü söyleseydim, kesinlikle seni bir hücreye attırırdı.” Elayne ona sersemletici bir gülümseme bahşetti. “Güle güle git, Rand al’Thor.”

Rand, ağzı bir karış açık, kızın Morgase’in güzelliğinin ve ihtişamının daha genç bir versiyonu gibi uzaklaşmasını izledi.

“Onunla laf yarışına girme.” Gawyn kahkaha attı. “Her seferinde kazanacaktır.”

Rand, dalgın dalgın başını salladı. Yakışıklı mı? Işık, Andor tahtının Kız-veliahtı! Zihnini berraklaştırmak için silkelendi.

Gawyn bir şey bekliyor gibiydi. Rand bir an ona baktı.

“Lordum, size İki Nehirli olduğumu söylediğimde şaşırdınız. Ve başka herkes, anneniz, Lord Gareth, Elaida Sedai” –sırtından bir ürpert, geçti— “hiçbiri…” Sözlerini bitiremedi; neden başladığından bile emin değildi. İki Nehir’de doğmuş olmasam bile, ben Tam al’Thor’un oğluyum.

Gawyn, beklediği buymuş gibi başını salladı. Ama yine de tereddüt ediyordu. Rand telaffuz etmediği soruyu geri almak için ağzını açtı ve Gawyn, “Başına bir Shoufa sar, Rand, bir Aiel kopyası olursun. Tuhaf, annem en azından İki Nehirli gibi konuştuğunu düşünüyor. Keşke birbirimizi tanımak için fırsatımız olsaydı, Rand al’Thor. Güle güle git.”

Bir Aiel.

Rand durup Gawyn’in uzaklaşmasını izledi. Sonunda, Tallanvor’un sabırsız öksürmesi nerede olduğunu hatırlamasını sağladı. Küçük kapıdan eğilerek geçti, daha topuklarını eşikten yeni geçirmişti ki, Tallanvor kapıyı arkasından çarparak kapattı. İçerideki sürgü yüksek sesle yerine itildi.

Saray’ın önündeki oval meydan şimdi boştu. Tüm askerler gitmişti, kalabalıklar, davullar sessizlik içinde kaybolmuştu. Kaldırım taşları üzerinde uçuşan çerçöpten, heyecan bittiğine göre, artık işlerinin peşinde koşturan birkaç kişiden başka hiçbir şey kalmamıştı. Rand adamların kırmızı mı, yoksa beyaz mı sergilediğini ayırt edemedi.

Aiel.

İrkilerek Saray kapılarının tam önünde, Elaida’nın Kraliçe ile işi bittikten sonra onu rahatça bulabileceği bir yerde durduğunu fark etti. Pelerinine sıkı sıkı sarınarak koşmaya başladı, meydanı geçti, İç Şehir’in sokaklarına daldı. Takip eden var mı, diye sık sık arkasına bakıyordu, ama dönemeçler çok uzağı görmesini engelliyordu. Ama Elaida’nın bakışlarını çok iyi hatırlıyordu ve onların kendisini izlediğini hayal etti. Yeni Şehir’in kapılarına ulaştığında hızla koşuyordu.

Загрузка...