48 AFET

Rüzgar, Lan’in pelerinini kırbaçlıyor, zaman zaman güneş ışığı altında bile güç görülmesine sebep oluyordu. Ingtar ve Lord Agelmar’ın bir Trolloc saldırısı ile karşılaşma olasılığına karşılık gönderdiği yüz mızrak zırhları, kırmızı flamaları, çeliklere bürünmüş atları ile, Ingtar’ın Gri Baykuş sancağının arkasında iki sıralı, görkemli bir alay oluşturuyorlardı. Neredeyse Kraliçenin Askerleri kadar görkemliydiler, ama Rand’ın gözleri ileride gördüğü kulelerin üzerindeydi. Zaten tüm sabahı Shienarlı mızraklarını izleyerek geçirmişti.

Her kule, bir tepenin üzerinde, komşusundan sekiz yüz metre uzakta, yüksek ve sağlam duruyordu. Doğuda, batıda ve daha ötede başkaları yükseliyordu. Her taş, kulenin çevresinde geniş, duvarlı bir rampa sarmallar çizerek, mazgallı tepesinden yarım boy aşağıdaki ağır kapılara ulaşana kadar yükseliyordu. Garnizondan saldırı için çıkan askerler yere ulaşana kadar duvar tarafından korunurdu, ama kapıya ulaşmaya çalışan düşmanlar yukarıdaki siperlerin üzerinde hazır bekleyen büyük kazanlardan sıcak yağ, ok ve taş yağmuru altında tırmanmak zorunda kalırdı. Güneşten çevrilmiş geniş, çelik bir ayna, kulelerin tepesinde, güneş parlamazken işaret ateşlerinin yakıldığı yüksek demir kapların altında parıldıyordu. İşaret Sınır’ın berisindeki diğer kulelere, onlardan da diğerlerine çakardı ve böylece içerideki kalelere aktarılır, saldırıya karşı koyacak mızraklar çağrılırdı. Normal zamanlar olsaydı, böyle olurdu.

En yakındaki iki kulede askerler yaklaşmalarını izliyordu. Her birinde yalnızca birkaç adam vardı, merakla mazgalların arasından bakıyorlardı. En iyi zamanlarda, kuleler ancak kendini savunacak kadar asker barındırırdı, hayatta kalmak için güçlü kollardan çok taş duvarlara güvenirdi, ama şimdi yokluğuna tahammül edilebilecek her adam, hattâ daha fazlası Tarwin Geçidi’ne gidiyordu. Mızraklar Geçit’i tutmayı başaramazsa, kulelerin düşmesinin bir önemi olmayacaktı.

Rand kulelerin arasından at sürerlerken ürperdi. Sanki daha soğuk havadan bir perdeyi aşmıştı. Burası Sınır’dı. Ötedeki arazi, Shienar’dan farklı görünmüyordu, ama orada bir yerde, yapraksız ağaçların ötesinde Afet uzanıyordu.

Ingtar, kulelerin görüş alanındaki düz, taş bir direğe gelince mızrakları durdurmak için çelik yumruğunu kaldırdı. Bu, Shienar ile bir zamanlar Malkier olan yeri ayıran sınır işareti idi. “Affınıza sığınırım, Aes Sedai. Affına sığınırım, Dai Shan. Affına sığınırım, İnşa Eden. Lord Agelmar daha ileri gitmememi emretti.” Bu konuda mutsuz gibiydi, genel olarak hayat hakkında hoşnutsuz görünüyordu.

“Lord Agelmar ve ben böyle planlamıştık,” dedi Moiraine.

Ingtar ekşi ekşi homurdandı. “Affınıza sığınırım. Aes Sedai,” diye özür diledi, ama sesi bunu gerçekten kastetmiş gibi çıkmıyordu. “Buraya kadar size eşlik etmek savaş bitmeden Geçit’e ulaşmamı engelleyecek. Diğerleri ile direnme şansından mahrum kaldım ve aynı zamanda sınır işaretinden bir adım öteye gitmemem emredildi. Sanki daha önce Afet’e hiç gitmemişim gibi. Ve Lord Agelmar bana neden olduğunu söylemeyi reddetti.” Yüz zırhının parmaklıklarının ardında gözleri “neden” sözcüğünü Aes Sedai’ye yönelttiği bir soruya dönüştürdü. Rand ve diğerlerine küçümseme ile bakıyordu; Afet’e giderken Lan’e eşlik edeceklerini öğrenmişti.

“Benim yerimi alabilir,” diye mırıldandı Mat Rand’a. Lan ikisine de keskin bir bakış fırlattı. Mat yüzü kızararak gözlerini yere indirdi.

“Her birimizin Desen’de kendi rolü var, Ingtar,” dedi Moiraine kararlılıkla. “Buradan sonra kendimizinkini yalnız dokumalıyız.”

Ingtar’ın eğilişi, zırhının gerektirdiğinden daha katıydı. “Dilediğiniz gibi olsun, Aes Sedai. Artık sizi bırakmalı, Tarwin Geçidi’ne ulaşmak için elimden geldiğince hızlı at sürmeliyim. En azından orada Trolloclarla karşı karşıya gelmeye… izin alabilirim.”

“Gerçekten o kadar hevesli misin?” diye sordu Nynaeve. “Trolloclarla savaşmaya?”

Ingtar ona şaşkın şaşkın baktı, sonra Muhafız açıklayabilirmiş gibi bakışlarını Lan’e çevirdi. “Benim yaptığım şey bu, hanımefendi,” dedi yavaşça. “Burada olmamın sebebi bu.” Zırhlı elini, avucunu Muhafız’a açarak Lan’e uzattı. “Suravye ninto manshima taishite, Dai Shan. Barış kılıcını himaye etsin.” Ingtar atının başını çevirerek sancaktarı ve yüz mızrağı ile doğuya at sürdü. Yürüyüş hızında, ama istikrarlı bir tempoyla ilerliyorlardı. Zırhlı atlarının önlerindeki uzak mesafeyi aşmalarını sağlayacak bir hızda.

“Ne tuhaf bir şey söyledi,” dedi Egwene. “Barış sözcüğünü neden bu şekilde kullanıyorlar?”

“Bir şeyi düşlerin dışında tanımamışsan,” diye yanıt verdi Lan, Mandarb’ı topuklayarak, “senin için tılsım gibi bir şey olur.”

Rand, Muhafız’ı takip ederek sınır işaretini geçti, sonra eyerinde arkasına dönüp Ingtar ile mızrakların çıplak ağaçların arkasında gözden kaybolmasını, sınır işaretinin, tepedeki kulelerin tepelerinin yok olmalarını izledi. Kısa süre sonra yalnız kalmışlar, ormanın yapraksız örtüsü altında kuzeye at sürüyorlardı. Rand dikkatli bir sessizliğe gömüldü ve bu sefer Mat’in bile söyleyecek bir şeyi yoktu.

O sabah Fal Dara kapıları şafakla açılmıştı. Askerleri gibi zırh ve miğfer giymiş Lord Agelmar Kara Şahin ve Üç Tilki sancakları ile Doğu Kapısı’ndan çıkmış, ağaçların üzerinde ince bir şerit gibi görünen güneşe doğru at sürmüştü. Alay atlı davulcuların vurduğu tempo ile kıvrılan çelikten bir yılan gibi, dörderli sıralar halinde kasabadan çıkmış, daha kuyruğu Fal Dara kalesini terk etmeden başında at süren Agelmar ormanda gözden kaybolmuştu. Sokaklarda onlara hızlı bir yolculuk dileyen tezahüratlar yoktu, yalnızca kendi davulları ve rüzgarda savrulan flamaları vardı, ama gözleri yükselen güneşe kararlılıkla dikilmişti. Doğuda Fal Moran’dan gelen, Kral Easar ve yanındaki oğullarının peşinde yürüyen bir çelik yılan, Doğu Bataklıkları’nı tutan ve Dünyanın Omurgası’nda nöbet tutan Ankor Dail’den bir başka çelik yılan ile buluşacaktı; ve Mor Shienar’dan, Fal Sion’dan, Camron Caan’dan, Shienar’daki küçük büyük başka kalelerden gelenlerle. Onlar da iri yılana katılarak kuzeye, Tarwin Geçidi’ne dönecekti.

Aynı anda Fal Moran’a giden yola açılan Kral Kapısı’nda bir başka çıkış başlamıştı. Yük ve yolcu arabaları, atlı ve yaya insanlar, sürülerini güdenler, sırtlarında çocuklarını taşıyanlar, yüzleri sabah gölgeleri gibi asık olanlar. Evlerini, belki de sonsuza dek terk ediyor olmak ayaklarını ağırlaştırıyordu, ama yaklaşmakta olana karşı duydukları korku onları mahmuzluyordu. Sonuç olarak bir hızlanıyor, bir ayak sürüyorlardı, sonra on adım koşuyorlar, sonra bir kez daha gerileyip tozların içinde yavaş yavaş yürüyorlardı. Birkaçı kasabanın dışında durup, ormana doğru kıvrılan, zırhlı asker sıralarını izledi. Gözlerinde umut çiçek açtı, dualar mırıldandılar, askerler için, kendileri için dualar, sonra yine güneye dönüp tozlara bata çıka yürümeye başladılar.

En küçük alay, Malkier Kapısı’ndan çıktı. Geride çok az insan kalmıştı, askerler ve karıları ölmüş, yetişkin çocukları yavaş yavaş güneye ilerleyen birkaç yaşlı adam. Tarwin Geçidi’nde ne olursa olsun Fal Dara’nın savunulmadan düşmemesi için kalan son bir avuç insan. Ingtar’ın Gri Baykuş’u yol gösteriyordu, ama onları kuzeye götüren Moiraine idi. Bu en önemli alaydı ve en çaresizi.

Sınırtaşını geçtikten sonra, en az bir saat boyunca arazide ve ormanda bir değişiklik gözlemediler. Muhafız hızlı bir tempo tutturmuştu, atların koruyabileceği en hızlı tempo, ama Rand Afet’e ne zaman ulaşacaklarını merak edip duruyordu. Tepeler biraz daha yükseldi, ama ağaçlar, sarmaşıklar ve çalılar Shienar da gördüğü gri ve yapraksız bitkilerden farklı değildi. Sıcakladığını hissetti, pelerinini eyer topuzuna asmasına yetecek kadar sıcak.

“Bu tüm sene gördüğüm en iyi hava,” dedi Egwene, pelerinini çıkararak.

Nynaeve rüzgarı dinlermiş gibi kaşlarını çatarak başını iki yana salladı. “Doğru gelmiyor.”

Rand onaylayarak başını salladı. O da hissedebiliyordu, ama tam olarak ne hissettiğini açıklayamıyordu. Yanlışlık bu sene dört duvarın dışında hissettiği ilk sıcaklığın ötesine gidiyordu; bu kadar kuzeyde bu kadar sıcak olmaması gerektiği gerçeğinden öteye gidiyordu. Afet yüzünden olmalıydı, ama arazi aynıydı.

Güneş yükseğe tırmandı. Bulutsuz gökyüzüne rağmen fazla sıcaklık vermeyen kırmızı bir top. Rand bir süre sonra ceketinin düğmelerini açtı. Yüzünden aşağı ter süzülüyordu.

Yalnız değildi. Mat ceketini çıkararak, yakutlu altın hançerini açık açık teşhir etti ve yüzünü atkısının ucu ile sildi. Gözlerini kırpıştırarak atkıyı dar bir bant halinde gözlerinin üzerinde başına sardı. Nynaeve ve Egwene yelpazelenmeye başladılar; solmuş gibi kamburlarını çıkarmışlardı. Loial yüksek yakalı tuniğinin ve gömleğinin düğmelerini boydan boya açtı; Ogier’in göğsünün ortasında, kürk kadar gür, dar bir kıl şeridi vardı. Herkese özürler diledi.

“Beni affetmelisiniz. Shangtai Yurdu dağlardadır ve havası serindir.” İri burun delikleri açılarak her an ısınan havayı içine çekti. “Bu sıcaklıktan ve nemden hoşlanmıyorum.”

Rand havanın gerçekten de nemli olduğunu fark etti. İki Nehir’de, yaz ortasında Mire’ın verdiği hissi veriyordu. O bataklıkta her nefes sıcak suyla sırılsıklam olmuş yün bir battaniye gibi gelirdi. Burada bataklık yoktu –yalnızca birkaç gölcük ve çay, Su Korusu’na alışık biri için sızıntı sayılabilirdi– ama havası Mire’daki gibiydi. Yalnızca ceketi hâlâ üzerinde olan Perrin rahat nefes alabiliyordu. Perrin ve Muhafız.

Artık her daim yeşil olmayan ağaçların üzerinde bile birkaç yaprak vardı. Rand bir dala dokunmak için uzandı, ama eli yapraklara dokunmadan durdu. Yeni çıkan yaprakların kırmızısının üzerinde hastalıklı sarı ve siyah lekeler vardı.

“Size hiçbir şeye dokunmamanızı söylemiştim.” Muhafız’ın sesi düzdü. Ne sıcağın, ne soğuğun üzerinde bir etkisi olamazmış gibi, renkleri kayan pelerini hâlâ üzerindeydi; köşeli yüzü neredeyse Mandarb’ın sırtında süzülüyor gibi görünüyordu. “Afet’te, çiçekler öldürebilir, yapraklar sakat bırakabilir. Yaprakların en yoğun olduğu yerde saklanmayı seven Sopa denen bir şey vardır. İsmi gibi görünür, birisinin ona dokunmasını bekler. Dokunduğu zaman ısırır. Zehirli değildir. Salgıladığı sıvı avını Sopa için sindirmeye başlar. Sizi kurtaracak tek şey ısırılan kolu ya da bacağı kesmektir. Ama Sopa ona dokunmadığınız sürece ısırmaz. Ama Afet’te başka şeyler ısırabilir.

Rand yapraklara dokunmadan elini hızla çekti ve pantolonuna sildi.

“O zaman Afet’teyiz, öyle mi?” dedi Perrin. Tuhaf bir şekilde, sesi korkmuş çıkmıyordu.

“Kıyısındayız,” dedi Lan sertçe. Aygırı ilerlemeye devam ederken omzunun üzerinden konuştu. “Asıl Afet hâlâ önümüzde. Afette, sesle avlanan şeyler vardır ve bazıları bu kadar güneye gelmiş olabilir. Bazen Kıyamet Dağları’nı aşarlar. Sopalardan daha kötüdürler. Hayatta kalmak istiyorsanız sessiz olun ve bana ayak uydurun.” Yanıt beklemeden hızla ilerlemeye devam etti.

Her geçen kilometre, Afet’teki yozlaşma daha gözle görülür oldu. Ağaçları kaplayan yarpaklar gürdü, ama hepsinin üzerinde sarı ve siyah lekeler, zehirlenen kan gibi parlak kırmızı çizgiler vardı. Her yaprak, her sarmaşık şişmiş, bir dokunuş ile patlayacak gibi görünüyordu. Ağaçların ve otların üzerinde, bahar taklidi gibi çiçekler asılıydı, hastalıklı bir şekilde solgun ve elliydiler, Rand izlerken çürüyor gibi görünen mumsu şeylerdi. Burnundan nefes aldığı zaman ağır ve yoğun, tatlı çürüme kokusu öğürmesine sebep oluyordu, Havanın tadı bozuk et gibiydi. Atların toynakları yerde açılan çürük-olgun şeyleri eziyordu.

Mat eyerinde eğildi ve midesini boşalttı. Rand boşluğu aradı, ama boğazına tırmanıp duran safraya karşı sakin kalmanın pek az faydası oluyordu. Midesi boş ya da değil, bir buçuk kilometre sonra Mat bir şey çıkaramadan yine öğürdü, sonra yine. Egwene de kusmak ister gibi görünüyor, durmaksızın yutkunuyordu. Nynaeve’in yüzü beyaz bir kararlılık maskesiydi, çenesini sıkmış, gözlerini Moiraine’in sırtına dikmişti. Aes Sedai midesinin bulandığını itiraf etmedikçe Hikmet de etmeyecekti, ama Rand genç kadının çok beklemek zorunda kalacağını sanmıyordu. Moiraine’in gözleri kısılmış, dudakları solmuştu.

Sıcaklık ve neme rağmen Loial ağzına ve burnuna bir atkı örttü. Rand ile göz göze geldiğinde, Ogier’in gözlerindeki öfke ve tiksinti açıktı. Sesi yün ile boğularak “Duymuştum…” diye başladı, sonra susup yüzünü buruşturarak boğazını temizledi. “Pöf! Tadı… Pöf! Afet’i hem duydum, hem okudum, ama hiçbiri bunu tasvir edememiş…” El hareketi kokuyu ve mide bulandırıcı bitkileri içine aldı. “Karanlık Varlık’ın bile ağaçlara bunu yapabilmiş olması! Pöf!”

Elbette Muhafız etkilenmemişti, en azından Rand’ın görebildiği kadarıyla, ama Perrin’in de etkilenmemiş olması onu şaşırtmıştı. Ya da daha doğrusu, diğerlerini etkilediği şekilde etkilememişti. İri delikanlı içinde at sürdükleri iğrenç ormana bir düşmana ya da düşmanın sancağına bakar gibi bakıyordu. Ne yaptığının farkında değilmiş gibi kemerindeki baltayı okşuyor, kendi kendine mırıldanıyor, Rand’ın ensesindeki tüyleri diken diken edecek şekilde yarı hırlıyordu. Gün ışığı altında bile gözleri vahşetle, altın rengi ışıldıyordu.

Kanlı güneş ufka doğru alçalırken sıcaklık azalmadı. Kuzeyde, uzakta dağlar Puslu Dağlar’dan da yüksek, gökyüzünün önünden siyah siyah uzanıyordu. Bazen keskin zirvelerden gelen buz gibi bir rüzgar onlara ulaşmayı başarıyordu. Sıcak nem dağ soğuğunun çoğunu emiyordu, ama kalan, bir anlığına da olsa yerini aldığı bunaltıcılıkla karşılaştırıldığında kış soğuğu idi. Rand’ın yüzündeki ter damlaları sanki hızla buz kesiyordu; rüzgar dindiği zaman damlalar yine eriyor, yanaklarından aşağı öfkeli çizgiler oluşturarak akıyor, yoğun sıcak öncekinden de kötü, geri dönüyordu. Rüzgar onları çevreler çevrelemez boğuculuğu süpürüp götürüyordu, ama Rand’ın elinden gelse, rüzgar olmadan yapabilirdi. Gelen soğuk, mezar soğukluğu gibiydi, üzerinde yeni açılan eski bir mezarın tozlu küflülüğünü taşıyordu “Gece çökmeden dağlara ulaşamayız,” dedi Lan, “ve yalnız bir Muhafız için bile, geceleyin ilerlemek tehlikelidir.”

“Fazla uzakta olmayan bir yer var,” dedi Moiraine. “Orada kamp kurmak bizim için iyi bir alamet olacak.”

Muhafız ona ifadesiz bir bakış fırlattı, sonra gönülsüzce başını salladı. “Evet. Bir yerde kamp kurmalıyız. Orası olsa da olur.”

“Ben bulduğumda Dünyanın Gözü yüksek geçitlerin ötesindeydi,” dedi Moiraine. “Kıyamet Dağları’nı gün ışığında, öğle vakti, Karanlık Varlık’ın bu dünyadaki güçleri zayıfken geçmek daha iyi.”

“Göz hep aynı yerde olmazmış gibi konuşuyorsun.” Egwene Aes Sedai’ye hitap etmişti, ama yanıt veren Loial oldu.

“Onu aynı yerde bulan iki Ogier olmadı. Yeşil Adam ihtiyaç duyulduğu yerde bulunuyormuş gibi. Ama hep yüksek geçitlerin ötesinde olmuştur. O geçitler tehlikelidir ve Karanlık Varlık’ın yaratıkları ile doludur.”

“Onlar hakkında endişelenmeye başlamadan önce geçitlere ulaşmamız gerek,” dedi Lan. “Yarın gerçekten Afet’te olacağız.”

Rand çevresindeki ormana baktı. Her yaprak, her çiçek hastaydı, her sarmaşık büyürken çürüyordu. Ürpermekten kendini alamadı. Burası gerçekten Afet değilse, Afet ne?

Lan batan güneşe döndü. Muhafız önceki hızda ilerlemeye başladı, ama omuzlarının duruşunda gönülsüzlük vardı.

Bir tepeye tırmandıklarında ve Muhafız dizginleri çektiğinde güneş ağaç tepelerine dokunan donuk, kırmızı bir top olmuştu. Ötelerinde, batıda bir göller ağı uzanıyordu, suları eğik güneş ışıkları altında karanlık karanlık parlıyordu. Sayısız ipten oluşan bir kolyenin üzerindeki orta büyüklükte boncuklar gibiydiler. Uzakta, göller tarafından çevrelenen çentikli tepeler vardı, akşamın uzayan gölgeleri altında karanlık görünüyorlardı. Kısa bir an güneşin ışınları kırık tepelere vurdu ve Rand’ın nefesi kesildi. Bunlar tepe değildi. Yedi kulenin yıkık kalıntılarıydı. Diğerlerinin gördüğünden emin değildi; görüntü geldiği hızla kaybolmuştu. Muhafız atından iniyordu; yüzü bir taş gibi duygusuzdu.

“Aşağıda, göllerin yanında kamp kuramaz mıydık?” diye sordu Nynaeve, mendili ile yüzünü silerek. “Suyun yanında hava daha serin olmalı.”

“Işık,” dedi Mat, “içlerinden birine kafamı sokmak isterdim. Bir daha asla çıkarmasam da olur.”

Tam o sırada, en yakındaki gölün sularının içinde bir şey yuvarlandı, dev beden yüzeyin altında akarken karanlık sular fosforlandı. İnsan kalınlığında uzun bir şey dalgalar yaratarak yuvarlandı, yuvarlandı ve sonunda bir kuyruk en az beş kulaç yükselerek, alacakaranlığın içinde eşekarısının iğnesine benzer bir şey sergiledi. Kuyruk boyunca şişman dokunaçlar dev solucanlar gibi kıvranıyordu ve sayıları bir çıyanın ayakları kadar çoktu. Yavaşça yüzeyin altına kaydı ve yok oldu. Varlığını gösteren dalgalardan başka bir şey kalmadı geriye.

Rand ağzını kapattı ve Perrin ile bakıştı. Perrin’ın sarı gözleri de kendi gözleri kadar inanmazlık doluydu. O büyüklükte bir gölde, o kadar iri bir şey yaşayamazdı. Dokunaçların üzerindekiler el olamaz. Olamaz.

“Bir daha düşününce,” dedi Mat hafif bir sesle, “burada olmak bence iyi.”

“Bu tepenin çevresine koruyucu büyüler yapacağım,” dedi Moiraine. Çoktan Aldieb’den inmişti. “Gerçek bir engel bizim istemediğimiz dikkati, balın sinek çekmesi gibi çekerdi, ama Karanlık Varlık’ın yaratımlarından biri ya da Gölge’ye hizmet eden herhangi bir şey bir buçuk kilometre yakınımıza gelirse, anlayacağım.”

“Engel olsa daha mutlu olurdum,” dedi Mat, çizmeleri yere dokunurken, “diğer yandaki o… şeyi uzak tuttuğu sürece.”

“Ah, sessiz ol, Mat,” dedi Egwene sertçe. Aynı anda Nynaeve konuştu, “Sabah biz yola çıkarken bekliyor olsunlar diye mi? Sen gerçekten de aptalın birisin, Matrim Cauthon.” İki kadın atlarından inerken Mat dik dik baktı, ama ağzını açmadı.

Bela’nın dizginlerini alırken Rand Perrin’e bakarak sırıttı. Bir an köydeymiş gibi hissetmişlerdi, Mat en söylenmeyecek şeyi söylemişti. Sonra Perrin’in yüzündeki gülümseme soldu; alacakaranlıkta gözleri, arkalarında sarı bir ışık varmış gibi gerçekten parlıyordu. Rand’ın gülümsemesi de kayboldu. Hiç de köydeki gibi değil.

Rand, Mat ve Perrin Lan’in atların eyerlerini çözmesine, sonra diğerleri kamp kurarken kösteklemesine yardım ettiler. Loial, Muhafız’ın minik ocağını kurarken kendi kendine mırıldanıyordu, ama kalın parmakları beceriyle hareket ediyordu. Egwene şişkin su tulumundan çaydanlığı doldururken kendi kendine bir ezgi mırıldanıyordu. Rand artık Muhafız’ın bu kadar çok su tulumu getirmek konusunda ısrar etmesine şaşmıyordu.

Atının eyerini diğerlerinin yanına koyarak eyerin arkasından heybelerini ve battaniye rulosunu çözdü, döndü ve korku içinde kalakaldı. Ogier ve kadınlar yok olmuştu. Küçük ocak ve yük atının sırtından indirdikleri hasır sepetler de öyle. Tepenin zirvesi akşam gölgeleri dışında boştu.

Uyuşan eliyle kılıcını arandı, uzaktan Mat’in küfrünü işitti. Perrin baltasını çıkarmış, kıvırcık kafası tehlikeyi bulmak için dönüyordu.

“Koyun çobanları,” diye mırıldandı Lan. Muhafız aldırışsızca tepede yürüdü ve üçüncü adımında o da yok oldu.

Rand vahşi gözlerle Mat ve Perrin ile bakıştı. Sonra hepsi Muhafız’ın yok olduğu yere fırladılar. Rand aniden kayarak durdu, Mat arkadan çarpınca bir adım daha attı. Egwene küçük ocağın üzerine çaydanlığı yerleştirirken bakışlarını kaldırdı. Nynaeve yaktığı ikinci lambanın şişesini yerleştiriyordu. Hepsi oradaydı, Moiraine bağdaş kurup oturmuş, Lan bir dirseğine dayanarak uzanmıştı, Loial çantasından bir kitap çıkarıyordu.

Rand ihtiyatla arkasına baktı. Yamaç eskiden olduğu gibiydi, gölgeli ağaçlar ve ötedeki göller karanlığa gömülüyordu. Arkaya adım atmaya korkuyordu, hepsinin tekrar kaybolmasından ve bu sefer bir daha ortaya çıkmamasından korkuyordu. Perrin dikkatle yanından dolaştı ve uzun bir nefes bıraktı.

Moiraine, üçünün ağızları açık, oracıkta durduklarını fark etti. Perrin utanmış görünüyordu, kimsenin fark etmeyeceğini düşünürmüş gibi baltasını kemerindeki geniş halkaya geçirdi. Kadının dudaklarına bir gülümseme dokundu. “Basit bir şey,” dedi, “bir bükme, böylece bize bakan göz bizi değil çevreyi görür. Bu gece çevredeki gözlerin ışıklarımızı görmesine izin veremeyiz ve Afet karanlıkta oturulacak yer değildir.”

“Moiraine Sedai, benim de yapabileceğimi söyledi.” Egwene’in gözleri parlıyordu. “Şu anda Tek Güç’ten yeteri kadarını idare edebileceğimi söyledi.”

“Eğitim olmadan olmaz, çocuğum,” diye uyardı Moiraine. “Tek Güç ile ilgili en basit mesele bile eğitilmemiş olanlar ya da çevrelerindekiler için tehlike yaratabilir.” Perrin hıhladı. Egwene o kadar rahatsız olmuş görünüyordu ki, Rand kızın yeteneklerini sınamaya çoktan başlamış olup olmadığını merak etti.

Nynaeve lambayı yere bıraktı. Ocağın minik alevi ile birlikte bir çift lamba bol bol ışık veriyordu. “Tar Valon’a gittiğin zaman, Egwene,” dedi dikkatle, “belki ben de seninle gelirim.” Moiraine’e kendini savunurcasına baktı. “Yabancıların arasında tanıdık bir yüz görmek ona iyi gelecektir. Aes Sedailerden başka danışacak birine ihtiyacı olacaktır.”

“Belki bu en iyisi olur, Hikmet,” dedi Moiraine yalnızca.

Egwene bir kahkaha attı ve ellerini çırptı. “Ah, bu harika olacak. Sen de Rand. Sen de gelirsin, değil mi?” Rand ocağın öte yanında, kızın karşısına otururken durdu, sonra yavaşça yerleşti. Kızın gözlerinin daha önce hiç bu kadar iri, hiç bu kadar parlak ya da kendini içinde kaybedeceği göller gibi görünmediğini düşündü. Kızın yanaklarında kırmızı benekler oluştu. “Perrin, Mat, siz de gelirsiniz, değil mi? Hepimiz bir arada oluruz.” Mat herhangi bir şeyi ifade edebilecek bir homurtu çıkardı, Perrin yalnızca omuzlarını silkti, ama kız bunları onay olarak kabul etti. “Görüyorsun, Rand. Hepimiz bir arada olacağız.”

Işık, insan o gözlerde boğulabilir ve bunu yaparken mutlu olabilir. Utanarak boğazını temizledi. “Tar Valon’da koyun var mı? Benim tek bildiğim koyun gütmek ve tütün yetiştirmektir.”

“İnanıyorum ki,” dedi Moiraine, “sizin için Tar Valon’da yapacak şeyler bulabilirim. Hepiniz için. Belki koyun gütmek değil, ama ilgi çekici bulabileceğiniz şeyler.”

“İşte,” dedi Egwene konu kapanmış gibi. “Buldum. Aes Sedai olduğum zaman seni Muhafızım yapacağım. Muhafız olmak hoşuna giderdi, değil mi? Benim Muhafızım.” Kızın sesi kendinden emin çıkıyordu, ama Rand, gözlerindeki soruyu gördü. Kız bir yanıt istiyordu, ona ihtiyacı vardı.

“Muhafızın olmak hoşuma gider,” dedi Rand. Kız ve sen birbiriniz için değilsiniz. Min bunu bana neden söyledi?

Karanlık tüm ağırlığı ile çöktü ve herkes yorgundu. Loial, devrilip uyumaya hazırlanan ilk kişi oldu, ve diğerleri de onu takip etti. Kimse yastık olarak kullanmak dışında battaniyelerini almamıştı. Moiraine lambaların gazının içine, Afet’in kokusunu tepeden uzaklaştıran bir şey koymuştu, ama sıcaklığı hiçbir şey azaltamıyordu. Ay; dalgalanan, titrek bir ışık veriyordu, ama gecenin sıcaklığına bakılırsa, güneş zirvesinde olabilirdi.

Aes Sedai bir kulaç ötesinde uzanmış, rüyalarını korurken bile, Rand için uyumak imkansızdı. Onu uyanık tutan havanın yoğunluğu idi. Loial’ın yumuşak horultuları Perrin’inkileri boğan gökgürültüsü gibiydi, ama bitkinliğin diğerlerini altetmesini engellemedi. Muhafız hâlâ uyanıktı, kılıcını dizlerine uzatmış, geceyi izleyerek oturuyordu. Rand şaşkınlık içinde Nynaeve’in de uyanık olduğunu gördü.

Hikmet uzun süre sessizce Lan’i izledi, sonra bir kupaya çay doldurdu ve ona götürdü. Adam bir teşekkür mırıldanarak uzandığı zaman kupayı hemen bırakmadı. “Bir kral olacağını anlamalıydım,” dedi sessizce. Gözlerini Muhafız’ın yüzüne dikmişti, ama sesi hafifçe titrıyordu.

Lan de bakışlarına aynı şekilde karşılık verdi. Rand Muhafız’ın yüzünün yumuşadığını düşündü. “Ben kral değilim, Nynaeve. Yalnızca bir adamım. Bir çiftçinin tarlası kadar bile malı olmayan bir adam.”

Nynaeve’in sesi titremeyi bıraktı. “Bazı kadınlar toprak ya da altın istemez. Yalnızca adamı ister.”

“Ve ondan bu kadar az şeyi kabul etmesini isteyecek adam o kadına layık değildir. Sen olağanüstü bir kadınsın, gündoğumu kadar güzel, bir savaşçı kadar vahşisin. Sen dişi bir aslansın, Hikmet.”

“Bir Hikmet nadiren evlenir.” Durup, güç toplarmış gibi derin bir nefes aldı. “Ama Tar Valon’a gidersem, Hikmet’ten farklı bir şey olabilirim.”

“Aes Sedailer de Hikmetler gibi nadiren evlenir. Parlaklığı ile onu solgun gösterecek bu kadar güçlü bir eşe pek az erkek tahammül edebilir.”

“Bazı erkekler yeterince güçlüdür. Ben öyle birini tanıyorum.” Kuşku duyulabilirmiş gibi, bakışları kimi kastettiğini açıkça ifade etti.

“Benim, kılıcımdan ve kazanamayacağım, ama mücadele etmeyi asla bırakamayacağım bir savaştan başka hiçbir şeyim yok.”

“Sana buna aldırmadığımı söyledim. Işık, çoktan uygun görülenden çok konuşturdun beni. Sana sormama sebep olarak beni utandıracak mısın?”

“Seni asla utandırmam.” Bir okşama gibi nazik ses tonu Rand’ın kulaklarına tuhaf geldi, ama Nynaeve’in gözlerinin parlamasına sebep oldu. “Seçeceğin adamdan nefret edeceğim, çünkü o ben olmayacağım. Ve seni güldürürse onu seveceğim. Hiçbir kadın çeyiz olarak bir dulun karalarını hak etmez, hele sen hiç.” Dokunmadığı kupayı yere bıraktı ve ayağa kalktı. “Atları kontrol etmeliyim.”

Nynaeve o gittikten sonra orada, diz çökmüş halde kaldı.

Rand uykusu gelse de, gelmese de gözlerini kapattı. Hikmet’in ağlarken seyredilmekten hoşlanacağını sanmıyordu.

Загрузка...