49 KARANLIK VARLIK HAREKETLENİYOR

Rand, şafakta irkilerek uyandı; asık suratlı güneş Afet’in ağaç tepelerinde gönülsüzce yükselirken gözkapaklarını iğnelemişti. Bu kadar erken saatte bile, sıcaklık, harap olmuş arazinin üzerini ağır bir battaniye gibi kaplamıştı. Rand başını battaniye rulosuna yaslayarak sırt üstü yattı ve gökyüzüne baktı. Hâlâ maviydi. Burada bile, en azından gökyüzüne dokunulmamıştı.

Uyuduğunu fark edince şaşırdı. Bir an kulak misafiri olduğu bir konuşmanın solgun anıları gördüğü bir rüyaymış gibi geldi. Sonra Nynaeve’in kırmızı gözlerini gördü; anlaşılan kadın uyumamıştı. Lan’in yüzü her zamankinden de sertti; sanki maskesini yine takmış, bir daha çıkarmamaya kararlı gibiydi.

Egwene, endişeli bir ifade ile gidip Hikmet’in yanında diz çöktü. Rand ne konuştuklarını duyamıyordu. Egwene konuştu ve Nynaeve başını iki yana salladı. Egwene bir şey daha söyledi ve Hikmet önemsemezce elini salladı. Egwene yanından ayrılmak yerine başını daha da yaklaştırdı ve iki kadın birkaç dakika boyunca alçak sesle konuştular. Nynaeve yine başını iki yana salladı, sonra kahkaha atarak Egwene’e sarıldı. Yüz ifadesine bakılırsa kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama Egwene ayağa kalktığında öfkeyle Muhafız’a baktı. Lan fark etmiş görünmedi; Nynaeve olduğu yere hiç bakmıyordu.

Rand başını iki yana sallayarak eşyalarını topladı ve ellerini, yüzünü ve dişlerini Lan’in bu tür şeyler için harcanmasına izin verdiği pek az suyla yıkadı. Kadınların bir şekilde erkeklerin aklından geçeni okuyup okumadıklarını düşündü. Bu huzursuz edici bir düşünceydi. Bütün kadınlar Aes Sedai. Kendi kendine Afet’in etkisine kapıldığını söyleyerek ağzını çalkaladı ve atını eyerlemeye seyirtti.

Atların yanına varmadan kampın yok olması biraz rahatsız ediciydi, ama o eyer kolanını sıkılaştırırken tepenin zirvesindeki her şey birden ortaya çıktı. Herkes acele ediyordu.

Yedi Kule, sabah ışığı altında açıkça görülüyordu, uzaktaki dev, kaba tepelere benzeyen yıkıntılar, kaybolan ihtişama işaret ediyordu. Yüz göl pürüzsüz, kırışıksız maviydi. Bu sabah yüzeyi bozan hiçbir şey yoktu. Rand göllere ve yıkık kulelere bakarken tepenin çevresinde yetişen hastalıklı şeyleri neredeyse görmezden gelebiliyordu. Lan, kulelere bakmaktan kaçınmıyor gibiydi, tıpkı Nynaeve’den kaçınmıyor göründüğü gibi, ama bir şekilde yola çıkmaya hazırlanırken hiç bakmıyordu.

Hasır sepetler yük atına bağlandıktan, her iz, çöp, leke yok edildikten, başka herkes atına bindikten sonra Aes Sedai gözlerini kapatarak, nefes bile almıyormuş gibi görünerek tepede durdu. Rand’ın görebildiği kadarıyla hiçbir şey olmadı, ama Nynaeve ve Egwene sıcaklığa rağmen ürperdiler ve kollarını ovalamaya başladılar Egwene’in elleri aniden kollarının üzerinde durdu ve ağzını açıp Hikmet’e baktı. O konuşamadan Nynaeve’de ovalamayı bıraktı ve kıza keskin bir bakış fırlattı. İki kadın bakıştılar ve sonra Egwene sırıtarak başını salladı. Bir an sonra Nynaeve’de gülümsedi, ama onunki gönülsüzdü.

Rand, parmaklarını şimdiden yüzüne çarptığı sudan daha ıslak olan saçlarından geçirdi. O sessiz bakışmada anlaması gereken bir şey olduğundan emindi, ama o tüy kadar hafif sürtünme o yakalayamadan zihninde kaybolmuştu.

“Ne bekliyoruz?” diye sordu Mat. Atkısını kaşlarının üzerine bağlamıştı. Yayına bir ok geçirmiş, eyer topuzuna dayamıştı. Sadağını kolayca ulaşabilmek için kemerinde yakına çekmişti.

Moiraine gözlerini açtı ve tepeden aşağı inmeye başladı. “Dün gece burada yaptığım şeyin kalıntılarını temizlememi. Kalıntılar bir gün içinde kendiliğinden dağılırdı, ama artık kaçınabileceğim hiçbir riske girmeyeceğim. Çok yakındayız ve Gölge burada çok güçlü. Lan?”

Muhafız, kadının Aldieb’in eyerine yerleşmesini bekledi ve kuzeye, yakında yükselen Kıyamet Dağları’na doğru yola çıktı. Gündoğumunda bile dağların zirveleri kırık dişler gibi karanlık ve cansız yükseliyordu. Bir duvar halinde, göz görebildiğince doğuya ve batıya uzanıyordu.

“Bugün Göz’e ulaşır mıyız, Moiraine Sedai?” diye sordu Egwene. Aes Sedai Loial’a yan yan baktı. “Umarım ulaşırız. Daha önce bulduğumda, dağların diğer yanında, yüksek geçitlerin dibindeydi.”

“O hareketli olduğunu söylüyor,” dedi Mat, başını Loial’a doğru sallayarak. “Ya beklediğin yerde değilse?”

“O zaman bulana kadar ararız. Yeşil Adam ihtiyacı hisseder ve bizimkinden daha büyük ihtiyaç olamaz. Bizim ihtiyacımız dünyanın umududur.”

Dağlar yaklaşırken gerçek Afet de yaklaştı. Daha önce yapraklar siyah sarı lekeli iken, artık onlar izlerken ıslak ıslak dökülüyor, kendi yozlaşmalarının ağırlığı ile parçalanıyordu. Ağaçların kendileri çarpık, sakat şeylerdi, kıvrık dalları işitmeyi reddeden bir güçten merhamet dileniyormuş gibi gökyüzünü pençeliyordu. Çatlak, yarık kabuklarından irin gibi bir sıvı sızıyordu. Artık katı hiçbir yerleri kalmamış gibi, ağaçlar atlar yanlarından geçerken titriyorlardı.

“Bizi yakalamak ister gibi görünüyorlar,” dedi Mat sinirli sinirli. Nynaeve ona çileden çıkmışcasına, horgörü dolu bir bakış fırlattı ve Mat şiddetle ekledi, “Ee, ama öyle görünüyorlar.”

“Ve bazıları istiyor da,” dedi Aes Sedai. Omzunun üzerinden bakan gözleri bir an Lan’inkilerden de sert göründü. “Ama benim olduğum şeyi istemiyorlar, varlığım sizi koruyor.”

Mat, kadın şaka yapmış gibi huzursuzca güldü.

Rand o kadar emin değildi. Hem, burası Afet’ti. Ama ağaçlar kıpırdayamaz. Yapabilse bile, neden bir ağaç bir insanı yakalasın? Hayal görmeye başladık ve Aes Sedai yalnızca tetikte olmamızı istiyor.

Aniden soluna, ormana baktı. Yirmi adım ötedeki o ağaç titremişti ve bunu hayal etmiş falan değildi. Rand ağacın hangi türden olduğunu çıkartamıyordu, öylesine boğum boğum olmuş, öylesine çarpılmıştı. O izlerken ağaç aniden yine kıvrandı, sonra eğilerek yeri dövmeye başladı. Bir şey tiz, delici bir çığlık attı. Ağaç fırlayarak doğruldu; dalları kıvranan, tıslayan, çığlık atan karanlık bir şeye dolandı.

Rand yutkunarak Kızıl’ı ağaçlardan uzaklaştırmaya çalıştı, ama her yan titreyen ağaçlarla doluydu. Herkes aynı şeyi yapmaya çalışırken Rand kendini atlardan sıkı bir düğümün içinde buldu.

“Hareket etmeye devam edin,” diye emretti Lan, kılıcını çekerek. Muhafız’ın üzerinde şimdi çelik sırtlı eldivenler ve gri-yeşil pullu tuniği vardı. “Moiraine Sedai’nin yanında kalın.” Mandarb’ı çevirdi; ağaca ve avına doğru değil, aksi yöne doğru. Renk değiştiren pelerini ile, siyah aygırı gözden kaybolmadan Afet tarafından yutulmuştu bile.

“Yakına,” diye uyardı Moiraine. Beyaz kısrağını yavaşlatmadı, ama diğerlerinin daha yakına sokulmasını işaret etti. “Elinizden geldiğince yaklaşın.”

Muhafız’ın gittiği yönden bir kükreme yükseldi. Havayı dövdü ve ağaçlar kükreme ile titredi ve ses solduğu zaman, yankısı duyulmaya devam etti sanki. Kükreme yine geldi ve bu sefer öfke ve ölüm doluydu.

“Lan,” dedi Nynaeve. “O…”

Korkunç ses sözünü kesti, ama seste yeni bir tını vardı. Korku. Aniden ses kesildi.

“Lan kendi başının çaresine bakabilir,” dedi Moiraine. “Atını sür, Hikmet.”

Muhafız ağaçların arasında belirdi. Kılıcını kendisinden ve atından uzak tutuyordu. Kılıç siyah kanla lekelenmişti ve üzerinde bir duman yükseliyordu. Lan dikkatle kılıcı eyerinden çıkardığı bir beze sildi, her lekeyi çıkardığından emin olmak için çeliğini dikkatle inceledi. Bıraktığı zaman bez parçası yere ulaşamadan ufalandı, parçaları bile çözüldü.

Dev bir beden ağaçların arasından sessizce üstlerine sıçradı. Muhafız Mandarb’ı çevirdi, ama savaş atı çelik naili toynakları ile saldırmaya hazır, şahlanırken Mat’in oku çaktı ve tamamen ağız ve dişlerden oluşmuş gibi görünen kafadaki tek göze saplandı. Yaratık tekmeler savurarak, çığlıklar atarak bir sıçrayış ötelerinde yere düştü. Yanından geçerlerken Rand yaratığa baktı. Her tarafı katı, tüy gibi uzun dikenlerle kaplıydı ve bir ayınınki kadar iri bedenine tuhaf açılarla bağlanmış çok fazla bacağı vardı. Bacaklardan bazıları sırtından çıkıyordu ve yürümeye yaramıyor olmalıydı, ama uçlarındaki parmak uzun– luğundaki tırnaklar ölüm çırpınışları içinde toprağı altüst ediyordu.

“İyi atış, koyun çobanı.” Lan’in gözleri arkalarında ölmekte olan şeyi çoktan unutmuş, ormanı araştırıyordu.

Moiraine, başını iki yana salladı. “Gerçek Kaynak’a dokunan birine bu kadar yaklaşmaması gerekirdi.”

“Agelmar Afet’in hareketlendiğini söyledi,” dedi Lan. “belki Afet de Desen’de yeni bir Ağ’ın oluştuğunu biliyordur.”

“Acele edin.” Moiraine topuklarını Aldieb’in böğrüne gömdü. “Yüksek geçitlerden bir an önce geçmeliyiz.”

Ama kadın konuşurken Afet çevrelerinde yükseldi. Ağaçlar Moiraine’in Gerçek Kaynak’a dokunmasına aldırmadan sallandı, onlara uzandı.

Rand’ın kılıcı elindeydi; onu çektiğini hatırlamıyordu. Tekrar tekrar savurdu, balıkçıl işaretli kılıç çürümüş dalları doğradı. Aç ağaçlar sertçe kıvranan dallarını geri çektiler –Rand çığlık attıklarını duyabildiğini düşündü– ama hep daha fazlası geldi, yılan gibi kıvrıldılar, kollarını, belini, boynunu yakalamaya çalıştılar. Rand dişlerini çıkararak boşluğu aradı ve İki Nehir’in taşlı, inatçı toprağında buldu. “Manetheren!” Boğazı ağrıyana kadar ağaçlara bağırdı. Balıkçıl işaretli çelik güçsüz gün ışığı altında çaktı. “Manetheren! Manetheren!”

Mat üzengilerin üzerinde doğrularak ormana oklar yağırdı, hırlayan, sayısız dişi gıcırdatan ormana, ölümcül, onlara ulaşmak için mücadele eden pençeli şekilleri ısıran oklarla saldırdı. Mat de o anın içinde kaybolmuştu. “Carai an Caldazar!” diye bağırdı oklarını yanağına kadar çekip bırakırken. “Carai an Ellisande! Al Ellisande! Mordero daghain pas duente cuebiyar! Al Ellisande!

Perrin’de sessizce, sert bir yüz ifadesi ile üzengilerinin üzerinde doğrulmuştu. Başa geçmişti; baltası, hangisi önce gelirse, ormanda ve pis etlerin üzerinde yol açıyordu. Çırpınan ağaçlar ve uluyan yaratıklar iri, bakalı adamın önünde kaçıyordu. Islık çalan balta kadar o vahşi, altın rengi gözlerinden de kaçınıyorlardı. Perrin atını adım adım ilerlemeye zorluyordu.

Moiraine’in ellerinden ateş topları akıyor, çarptıkları yerde titreyen bir ağaç meşaleye dönüşüyor, dişli bir şekil çığlık atıyor, insan elleri ile ölene kadar kendi etini pençeliyordu.

Muhafız tekrar tekrar Mandarb’ı ağaçların içine götürdü, kılıcı ve eldivenleri köpüren, dumanlar tüttüren kanla sırılsıklam olmuştu. Artık geri döndüğü zaman zırhında yarıklar, derisinde kanayan çizikler görülüyordu ve savaş atı da sendeliyor, kanıyordu. Her seferinde Aes Sedai durup ellerini yaraların üzerine koyuyordu ve geri çektiği zaman, izsiz derinin üzerinde yalnızca kan lekeleri kalmış oluyordu.

“Yarı-insanlar için işaret ateşleri yakmış kadar oldum,” dedi kadın acı acı. “Devam edin, Devam edin!” Her seferinde yavaş bir tempo ile ilerliyorlardı.

Ağaçlar insanlar kadar onlara saldıran yaratıklara saldırmıyor olmasaydı, hiçbiri bir diğerine benzemeyen yaratıklar onlara ulaşmak için ağaçlar kadar birbirleri ile mücadele ediyor olmasaydı, Rand altedileceklerinden emindi. Şimdi bile yenilemeyeceklerinden emin olamıyordu. Sonra arkalarında tiz bir haykırış işitildi. Uzak ve ince, Afet sakinlerinin hırlamalarını kesip geçti.

Hırlamalar bir anda, bıçakla yarılmış gibi sustu. Saldıran şekiller yerlerinde dondular; ağaçlar kıpırtısızlaştı. Bacaklı yaratıklar geldikleri anilikle gittiler, çarpık ormanın içinde kayboldular.

Düdük gibi haykırış yine geldi. Çatlak bir çoban kavalı gibiydi, ve bir koro ona yanıt verdi. Oldukça arkalarında, yarım düzine, kendi aralarında şarkı söyleyen ses.

“Solucanlar,” dedi Lan sertçe ve Loial inledi. “Eğer kullanabilirsek, bize süre verdiler.” Gözleri dağlara kalan mesafeyi ölçtü. “Kaçınabildiği sürece Afet’te pek az şey solucanlarla yüzleşmek ister.” Topuklarını Mandarb’ın böğrüne gömdü. “Yürüyün!” Tüm grup arkasından fırladı. Afet aniden, arkadan gelen düdük sesleri dışında gerçekten ölü görünmeye başladı.

“Solucanlardan mı korkuyorlar?” dedi Mat inanmazlık içinde. Yayını sırtına geçirmeye çalışarak eyerinde sıçrıyordu.

“Bir Solucan” –Muhafız’ın sözcüğü telaffuz etmesinde, Mat’inkine göre keskin bir farklılık vardı– “bir Soluk’u öldürebilir. Eğer Soluk’un yanında Karanlık Varlık’ın kendi şansı yoksa. Bizim peşimizde tüm bir sürü var. Yürüyün! Yürüyün!” Artık karanlık zirveler daha yakındı. Muhafız’ın belirlediği hızda bir saat, diye tahmin etti Rand.

“Solucanlar dağlarda peşimizden gelmez mi?” diye sordu Egwene nefes nefese. Lan keskin bir kahkaha attı.

“Gelmez. Solucanlar yüksek geçitlerde yaşayan şeylerden korkar.” Loial yine inledi.

Rand, Ogier’in bunu yapmayı bırakmasını diledi. Loial’ın, bilgisi yurdun güvenliği içinde okuduğu kitaplardan geliyor olsa da, Afet hakkında Lan dışında herkesten çok şey bildiğini biliyordu. Ama gördüklerimizden daha kötüsü olduğunu hatırlatıp durması şart mı?

Otlar, çimenler dörtnala koşan toynakların altında çürük çürük ezilirken Afet yanlarından akıp geçti. Daha önce saldırıya geçen türden ağaçlar, çarpık dallarının altından geçerlerken kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı. Kıyamet Dağları ilerideki gökyüzünü siyah ve kasvetli, dolduruyordu ve dokunulabilecek kadar yakın görünüyordu. Düdük sesi daha yakın ve keskin işitildi ve arkalarında, toynaklarının altında ezilen şeylerden daha yüksek, ezilme sesleri geldi. Sanki yarı çürümüş ağaçlar, üstlerinde kıvranan dev bedenler tarafından eziliyormuş gibi, çok yüksek. Çok yakın. Rand omzunun üzerinden baktı. Arkada ağaç tepeleri hızla sallanıyor, otlar gibi devriliyordu. Arazi yukarıya, dağlara doğru eğim kazandı, Rand’ın tırmandıklarını anlamasına yetecek kadar yattı.

“Başaramayacağız,” diye bildirdi Lan. Mandarb’ı yavaşlatmadı, ama aniden kılıcı yine elindeydi. “Yüksek geçitlerde kendine dikkat et, Moiraine, o zaman başarırsın.”

“Hayır, Lan!” diye seslendi Nynaeve.

“Sessiz ol, kızım! Lan, sen bile bir Solucan sürüsünü durduramazsın. Buna izin vermem. Sana Göz’de ihtiyacım olacak.”

“Oklar,” diye seslendi Mat nefes nefese.

“Solucanlar onları hissetmez bile,” diye bağırdı Muhafız. “Paramparça edilmeleri gerek. Açlıktan başka bir şey hissedemezler. Ve bazen korkudan.”

Rand, eyerine sıkı sıkı tutunarak omuzlarını silkti ve omuzlarındaki gerginliği gevşetmeye çalıştı. Göğsü sıkışmış gibi hissediyordu, öyle ki zar zor nefes alabiliyordu ve derisi sıcak iğneler batırılıyormuş gibi yanıyordu. Afet yamaçlara dönüşmüştü. Rand dağlara ulaştıktan sonra takip etmeleri gereken yolu görebiliyordu, kıvrılan patikayı ve ötesindeki, siyah taşlar bir baltayla yarılmış gibi görünen yüksek geçidi. Işık, ileride, arkamızdan geleni korkutacak ne olabilir? Işık bana yardım et, hiç bu kadar korkmamıştım. Daha ileri gitmek istemiyorum! İstemiyorum! Alev ve boşluğu arayarak kendi kendini payladı. Aptal! Seni korkak, ödlek aptal! Ne burada kalabilirsin, ne geriye dönebilirsin. Egwene’i yalnız mı bırakacaksın? Boşluk ondan kaçındı, oluştu, sonra binlerce ışık noktacığına dönüştü, yine oluştu ve yine parçalandı, her parçası kemiklerine gömüldü, öyle ki acıyla titredi ve patlayacağını sandı. Işık bana yardım et, devam edemiyorum. Işık bana yardım et!

Atının dizginlerini toplamış, geri dönmeye, ileride olan şey yerine Solucanlarla yüzleşmeye hazırlanıyordu ki, arazinin yapısı değişti. Bir tepenin yamacı ile bir sonraki arasında, zirve ile taş arasında, Afet yok oldu.

Yeşil yapraklar huzur içinde uzanan dalları kaplamıştı. Vahşi çiçekler tatlı bahar esintisi ile dalgalanan otların üzerinde parlak yamalardan bir halı gibi uzanıyordu. Kelebekler vızıldayan arılarla birlikte çiçekten çiçeğe kanat çırpıyor, kuşlar şarkı söylüyordu.

Rand ağzı açık, dörtnala devam etti, ama sonra aniden Moiraine, Lan, Loial ve diğerlerinin durmuş olduğunu fark etti. Yavaşça dizginleri çekti. Yüzü şaşkınlık içinde donmuştu. Egwene’in gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi ve Nynaeve’in ağzı açık kalmıştı.

“Güvenliğe ulaştık,” dedi Moiraine. “Burası Yeşil Adam’ın yeri ve Dünyanın Gözü burada. Afet’ten hiçbir şey buraya giremez.”

“Dağların öbür yanında olduğunu sanıyordum,” diye mırıldandı Rand. Kuzey ufkunu dolduran zirveleri ve geçitleri hâlâ görebiliyordu. “Hep geçitlerin ötesinde olduğunu söylemiştin.”

“Bu yer,” dedi ağaçların arasından gelen gür bir ses, “hep olduğu yerdedir. Tek değişen ona ihtiyaç duyanların nerede olduğudur.” Bitki örtüsünün içinden bir şekil adım attı, Ogier Rand’dan ne kadar büyükse, Loial’dan o kadar büyük bir adam şekli. Sarmaşıklardan ve yapraklardan örülmüş, yeşil ve büyüyen bir şekil. Saçları çimendendi ve omuzlarına dökülüyordu; gözleri dev fındıklardı; tırnakları meşe palamudu idi. Tuniği ve pantolonu yeşil yapraklardan oluşmuştu, çizmeleri eksiz ağaç kabuklarından. Çevresinde kelebekler uçuşuyor, parmaklarına, omuzlarına, yüzüne konuyordu. Yemyeşil mükemmelliğini yalnızca tek bir şey bozuyordu. Derin bir yarık yanağından uzanıyor, alnını aşıyor, başının üstüne ulaşıyordu ve o bölgede sarmaşıklar kahverengileşmiş, kurumuştu.

“Yeşil Adam,” diye fısıldadı Egwene ve yaralı yüz gülümsedi. Bir an kuşlar daha yüksek sesle şarkı söylermiş gibi geldi.

“Elbette öyleyim. Burada başka kim olabilir?” Fındık gözler, Loial’ı süzdü. “Seni görmek güzel, küçük kardeş. Geçmişte sizden çok kişi gelip beni ziyaret ediyordu, ama son zamanlarda pek azınız geliyor.” Loial iri atından indi ve resmi bir şekilde eğildi. “Beni şereflendiriyorsun, Ağaçkardeş. Tsingu choshih, T’ing-shen.”

Yeşil Adam gülümseyerek kolunu Ogier’in omuzlarına doladı. Loial’ın yanında, bir çocuğun yanındaki adam gibi görünüyordu. “Şereflendirme yok, küçük kardeş. Birlikte Ağaç şarkıları söyleyeceğiz ve Büyük Ağaçları, yurtlan ve uzak tuttuğumuz Özlem’i hatırlayacağız.” Atlarından inmekte olan diğerlerini inceledi ve gözleri Perrin’e takıldı. “Bir Kurt-kardeş! Eski zamanlar gerçekten de yine yürüyor mu?” Rand Perrin’e baktı. Perrin atını kendisi ile Yeşil Adam’ın arasında kalacak şekilde çevirdi ve eğilip kolanı incelemeye başladı. Rand onun yalnızca Yeşil Adam’ın sorgulayıcı bakışlarından kaçınmak istediğinden emindi. Yeşil Adam aniden Rand’a hitap etti.

“Tuhaf giysiler giymişsin, Ejderin Çocuğu. Çark bu kadar mı döndü? Ejderin Halkı İlk Akde mi döndü? Ama bir kılıcın var. Bu ne o zaman, ne şimdi mümkün.”

Rand konuşmadan önce ağzını ıslatmaya çalıştı. “Neden bahsettiğini anlamıyorum. Ne demek istiyorsun?”

Yeşil Adam başındaki kahverengi yaraya dokundu. Bir an kafası karışmış göründü. “Ben… bilemiyorum. Anılarım parçalandı ve uçup gidiyor, ve kalanların çoğu da tırtıllar yemiş gibi. Yine de, eminim ki… Hayır, gitti. Ama buraya hoşgeldin. Sen, Moiraine Sedai, benim için sürpriz oldun. Burası yapıldığı zaman, hiç kimse ikinci kez bulamasın diye yapılmıştı. Buraya nasıl geldin?”

“İhtiyaç,” diye yanıt verdi Moiraine “Benim ve dünyanın ihtiyacı. Ama daha çok dünyanın ihtiyacı. Dünyanın Gözü’nü görmeye geldik.”

Yeşil Adam içini çekti, rüzgar, gür yapraklı dalların arasında iç çekmiş gibi oldu. “Demek yine geldi. O hatıra hâlâ bütün. Karanlık Varlık kıpırdanıyor. Bundan korkuyordum. Yıllar geçtikçe Afet içeri girmek için daha çok çabalıyor ve bu sene onu dışarıda tutma mücadelesi başlangıçtaki kadar büyük oldu. Gelin, sizi götüreyim.”

Загрузка...