33 PRENSİN TÜTÜNÜ

Perrin gökyüzünde Katil’i kovalıyordu.

Çalkalanan, gümüş-siyah bir buluttan atladı. Karanlık gökyüzünde, Katil önünde bir bulanıklıktan ibaretti. Hava şimşeklerin ve öfkeli rüzgarların ritmiyle zonkluyordu. Arkalarında hiçbir mantık olmayan kokular Perrin’in burnunu dolduruyordu. Tear’da çamur. Yanık turta. Çürüyen çöpler. Ölüm-zambağı çiçeği.

Katil ilerideki buluta kondu, göz açıp kapayana dek döndü ve yayını çekti. Ok o kadar çabuk uçtu ki hava çıtırdadı, ama Perrin çekiciyle oku düşürmeyi başardı. Katil’le aynı fırtına bulutuna konmayı başardı, ayaklarının yere sağlam bastığını hayal etti ve bulutun buharları katılaştı.

Perrin bulutun üst tabakasında çalkalanan gri sislerin arasında koştu ve saldırdı. Çarpıştılar. Katil bir kalkan ve kılıç çağırdı. Perrin’in çekici gök gürültüsünün temposuna uyarak kalkanı dövdü. Her gümbürtüde bir darbe.

Katil kaçmak için döndü, ama Perrin onun pelerininin kenarını yakalamayı başardı. Katil sekmeye çalışırken, Perrin onların yerlerinde kaldığını hayal etti. Kalacaklarını biliyordu. Bu bir olasılık değil, gerçekti.

Bir anlığına ikisi de bulanıklaştı, sonra buluta döndüler. Katil hırladı, sonra kılıcını geriye savurdu ve pelerininin kenarını keserek kendini kurtardı. Perrin’e döndü ve kılıcı ellerinde, yan yan yürüdü. Bulut altlarında titredi ve hayaletsi bir şimşek çakınca ayaklarının altındaki sisler aydınlandı.

“Gittikçe daha sinir bozucu oluyorsun kurt eniği,” dedi Katil.

“Seninle mücadele edebilen bir kurtla hiç savaşmadın,” dedi Perrin. “Onları uzaktan öldürdün. Katliam kolaydı. Şimdi dişleri olan bir avı avlamaya çalışıyorsun Katil.”

Katil hıhladı. “Babasının kılıcını almış bir çocuk gibisin. Tehlikeli, ama neden tehlikeli olduğundan ya da silahını nasıl kullanacağından tamamen bihaber.”

“Bakalım kim…” diye başladı Perrin, ama Katil kılıcını uzatarak atıldı. Perrin kılıcını küt olduğunu, havanın yoğunlaşarak onu yavaşlattığını, derisinin silahı sektirecek kadar sert olduğunu hayal etti.

Bir an sonra kendini havada yuvarlanırken buldu.

Aptal! diye düşündü. Saldırıya o kadar odaklanmıştı ki, Katil bulutu değiştirince hazırlıksız yakalanmıştı. Perrin gürleyen buluttan geçti ve aşağıdaki açık gökyüzüne düştü. Rüzgar giysilerini çekiştiriyordu. Buluttan yağacak ok yağmurunu bekleyerek hazırlandı. Katil’in hareketleri çok tahmin edilebilir oluyordu…

Ok yağmuru gelmedi. Perrin birkaç dakika düştü, sonra bir küfür savurdu, döndü ve yerden yukarı fırlayan bir ok yağmuru gördü. Oklar ona ulaşmadan saniyeler önce sekti.

Perrin havada, otuz metre kadar yanda belirdi. Hâlâ düşüyordu. Yavaşlamaya zahmet etmedi. Bedeninin darbeye direncini arttırdı ve yere çarptı. Yer çatladı. Bir toz halkası kalktı.

Fırtına daha da kötüleşmişti. Burada yer delik deşik ve parçalanmıştı. Güneyde bir yerdeydiler, yoğun çalılıklar vardı ve ağaçlara sarmaşıklar tırmanmıştı. Yıldırımlar çok sıktı, öyle ki yeni bir tane görmeden üçe kadar sayamıyordu.

Yağmur yoktu, ama manzara ufalanıyordu. Koskoca tepeler aniden dağılıyordu. Perrin’in solundaki tepe devasa bir toz yığını gibi eridi ve bir toz ve kum ırmağı gibi rüzgara kapılarak gitti.

Perrin, Katil’in peşinde, döküntü dolu gökyüzüne sıçradı. Adam Shayol Ghul’e geri mi dönmüştü? Hayır. Gökyüzünü iki ok daha deldi ve Perrin’e doğru uçtu. Katil okların rüzgardan etkilenmemesini sağlıyordu.

Perrin okları kenara fırlattı ve Katil’in olduğu yöne doğru fırladı. Adamı bir kayalığın zirvesinde buldu. İki yanında yer çöküyor, havaya karışıyordu.

Perrin çekicini savurarak atıldı. Katil elbette sekti ve çekiç gök gürültüsü gibi bir sesle taşa çarptı. Perrin hırladı. Katil fazla hızlıydı!

Perrin de hızlıydı. Eninde sonunda ikisinden biri hata yapacaktı. Bir hata yeterliydi.

Katil’i koşarak uzaklaşırken gördü ve takip etti. Perrin bir sonraki tepeden atladığında, arkasında taşlar dağıldı ve rüzgarla yükseldi. Desen zayıflıyordu. Bunun dışında, Perrin buraya bedenen geldiği için iradesi çok daha güçlüydü. Artık düşe fazla kuvvetle girip kendini kaybetmekten korkmasına gerek yoktu. Ona mümkün olduğunca kuvvetle girmişti zaten.

Böylece, Perrin hareket ederken manzara çevresinde sarsıldı. Bir sonraki sıçrayışında, ileride denizi gördü. Perrin’in fark ettiğinden daha güneye mi gelmişlerdi? Illian’da mıydılar? Tear’da mı?

Katil kumsala, suyun kayalara çarptığı yerin yakınına indi. Kumlar – eğer bir zamanlar kum vardıysa– uçup gitmişti. Toprak ilkel haline dönüyor gibiydi, çimenler sökülmüştü, toprak akıp gitmişti ve geriye yalnızca kayalar ve onları döven dalgalar kalmıştı.

Perrin, Katil’in yanına indi. Bu sefer kimse sekmedi. İki adam da, çekiç ve kılıçla, savaşmaya odaklanmıştı. Metal metale çarptı.

Perrin bir darbe indirmeyi başardı ve çekici Katil’in giysilerine sürtündü. Bir küfür duydu, ama bir an sonra Katil eğildiği yerden elinde kocaman bir baltayla doğruldu. Perrin kendini hazırladı ve derisini sertleştirerek baltayı böğrüne aldı.

Balta kan çıkarmadı, Perrin kendini böyle hazırlamışken değil, ama yine de çok kuvvetli bir darbeydi; Perrin’i denize uçurdu.

Katil bir an sonra tepesinde belirdi ve baltayı indirdi. Perrin düşerken onu çekiciyle karşıladı, ama darbenin gücü onu aşağı, okyanusa fırlattı.

Suyun çekilmesini emretti. Su, güçlü bir rüzgara kapılmış gibi çalkalanıp köpürerek geriledi. Perrin düşerken yönünü düzeltti ve koyun hâlâ ıslak olan zeminine konarak yeri çatlattı. Deniz suyu, dokuz metrelik, yuvarlak bir duvar halinde iki yanında yükseldi.

Katil yakına düştü. Adam dövüşmekten nefes nefese kalmıştı. Güzel. Perrin’in yorgunluğu da kaslarında derin bir yanma hissi olarak kendini belli ediyordu.

“Orada olduğun için memnunum,” dedi Katil, kalkanı gözden kaybolurken kılıcını omzuna kaldırarak. “Ejder’i öldürmek için belirdiğimde, işe karışmanı çok istedim.”

“Sen nesin Luc?” diye sordu Perrin, ihtiyatla kenara sekip, denizden duvarları olan taş halkanın üzerinde Katil’in karşısında kalmaya özen göstererek. “Gerçekte nesin?”

Katil konuşarak yan yan yürüdü. Avını oyalamaya çalıştığını biliyordu Perrin. “Onu gördüm, bilirsin,” dedi Katil yumuşak bir sesle. “Karanlık Varlık’ı. Bazılarının Yüce Efendi dediği varlığı. Her iki isim de iğrenç, neredeyse hakarete varan, gerçeği hafife alan terimler.”

“Sahiden de seni ödüllendireceğine inanıyor musun?” dedi Perrin tükürürcesine. “Senden istediğini yaptığın zaman, tıpkı başka pek çok kişiye yaptığı gibi seni de bir kenara atacağını nasıl göremezsin?”

Katil kahkaha attı. “Terkedilmişleri bir kenara attı mı? Halbuki başarısız olmuşlardı ve onunla birlikte Delik’e hapsedilmişlerdi. Hepsini katledebilir ve ruhlarını ebedi işkenceye mahkum edebilirdi. Etti mi?”

Perrin yanıt vermedi.

“Karanlık Varlık faydalı aletleri bir kenara atmaz,” dedi Katil. “Başarısız olursan seni cezalandırabilir, ama asla bir kenara atmaz. O iyi bir eş gibidir, dolaşık yün yumaklarını ve kırık çaydanlıklarını sepetlerin dibine saklar ve onları kullanmak için doğru anı bekler. İşte burada yanılıyorsun Aybara. Basit bir insan, o aletin onu tehdit ettiğinden korkarak başarılı bir aleti öldürebilir. Bu Karanlık Varlık’ın adeti değildir. Beni ödüllendirecek. ”

Perrin yanıt vermek için ağzını açtı ve Katil onun dikkatinin dağıldığını düşünerek, saldırmak için tam önüne sekti. Perrin yok oldu ve Katil havaya vurdu. Adam kılıcıyla havayı yararak hızla döndü, ama Perrin karşı yöne sekmişti. Ayaklarının yakınında bir sürü kolu olan, suyun aniden çekilmesiyle şaşkına dönmüş küçük deniz yaratıkları dalgalanıyordu. Katil’in arkasında büyük, karanlık bir şey yüzdü.

“Sorumu yanıtlamadın,” dedi Perrin. “Sen nesin?

“Cüretkarım,” dedi Katil, yaklaşarak. “Ve korkmaktan bıktım. Bu hayatta, avcılar vardır, bir de avlar. Genellikle avcılar da bir başkasının avı olur. Hayatta kalmanın tek yolu besin zincirinde yükselmek ve avcı olmaktır.”

“Bu yüzden mi kurtları öldürüyorsun?”

Yüzü gölgede kalan Katil tehlikeli bir tebessüm etti. Yukarıdaki fırtına bulutları ve sudan oluşmuş yüksek duvarlar yüzünden, denizin dibi loştu – ama kurt düşünün tuhaf ışığı, soluk bir biçimde, burayı da aydınlatıyordu.

“Kurtlar ve insanlar bu dünyanın en iyi avcılarıdır,” dedi Katil yumuşak bir sesle. “Onları öldürürsen, onların üzerine çıkarsın. Hepimiz rahat bir evde, sıcak bir evde, kahkahalar atan kardeşlerle büyüme ayrıcalığına sahip olmadık.”

Perrin ve Katil, gölgeleri karışarak birbirlerinin çevresinde dönerken, yukarıda çakan şimşeklerin ışığı suyun üzerinde parıldadı.

“Hayatımı bilseydin,” dedi Katil, “acıdan ulurdun. O ümitsizlik, o ıstırap… ama kısa zamanda yolumu buldum. Gücümü. Bu mekânda kral benim.”

Bir bulanıklığa dönüşerek sıçradı. Perrin çekicini savurmaya hazırlandı ama Katil kılıcını çekmemişti. Perrin’e çarptı ve birlikte su duvarına doğru yuvarlandılar. Deniz çevrelerinde çalkalanıp köpürdü.

Karanlık. Perrin ışık yarattı ve bir şekilde ayaklarının altındaki kayalar parladı. Katil bir eliyle pelerinini yakalamıştı ve karanlık suda hâlâ darbesini indirmeye çalışıyordu; kılıcı havada olduğu kadar hızla ilerlerken geride kabarcıklar bırakıyordu. Perrin ağzından kabarcıklar çıkararak bağırdı. Hamleyi karşılamaya çalıştı, ama kollan çok yavaş hareket ediyordu.

O donmuş anda, Perrin suyun hareketlerini engellemediğini hayal etmeye çalıştı, ama zihni bu düşünceyi reddetti. Doğal değildi. Olamazdı.

Çaresizlik içinde, tam Katil’in kılıcı tenine çarpmak üzereyken, Perrin ikisinin çevresindeki suyu dondurdu. Bu neredeyse onu da ezecekti, ama Katil’in bir anlığına yerinde donmasına sebep oldu ve Perrin bu arada kendini topladı. Katil’i yanında götürmemek için pelerinini yok etti ve sonra sekti.

Perrin, denizin gücüyle yarısı çökmüş dik bir yamacın yanındaki kayalık kumsala indi. Kesik kesik nefes alarak, elleri ve dizleri üzerine düştü. Sakalından su akıyordu. Zihni… uyuşmuştu. Kurulanmak için suyun yok olduğunu düşünmekte güçlük çekiyordu.

Neler oluyor? diye düşündü titreyerek. Çevresinde fırtına kasıp kavuruyor, dalları çoktan kopup gitmiş ağaçların kabukları soyuluyordu. Perrin o kadar… yorgundu ki. Bitkin. En son ne zaman uyumuştu? Gerçek dünyada haftalar geçmişti, ama burada haftalar geçmiş olamazdı, değil mi? Bu…

Deniz kaynadı ve çalkalandı. Perrin döndü. Bir şekilde çekicini alıkoymuştu ve Katil’le yüzleşmek için onu kaldırdı.

Sular kaynamaya devam etti, ama hiçbir şey çıkmadı. Aniden, arkasında tepe yarıldı. Perrin ağır bir şeyin yumruk gibi omzuna indiğini hissetti. Dizlerinin üzerine çöktü ve döndüğü zaman yamacın ikiye bölünmüş olduğunu gördü. Diğer yanında Katil durmuş, yayına bir ok daha takıyordu.

Acı böğründe alev alır, bedenine yayılırken Katil çaresizlik içinde sekti.


“Tek söylediğim, savaşlar verildiği,” dedi Mandevwin, “ve bizim orada olmadığımız.”

“Her zaman bir yerde savaş olur,” diye yanıt verdi Vanin, Tar Valon’un dışındaki bir depoda duvara yaslanarak. Faile onları yarım kulakla dinliyordu. “Biz payımıza düşen savaşlarda savaştık. Benim tek dediğim, bu savaştan kaçınabildiğim için memnun olduğum.”

“İnsanlar ölüyor,” dedi Mandevwin kınarcasına. “Bu sıradan bir savaş değil Vanin. Bu Tarmon Gai’don’un kendisi!”

“Bu da kimsenin savaşmamız için para ödemediği anlamına geliyor,” dedi Vanin.”

Mandevwin öfkeyle kekeledi. “Son Savaş’ta savaşmak için… para ödemek… Adi herif! Bu bir ölüm kalım savaşı!”

Faile gülümseyerek levazım defterlerine baktı. İki Kızılkol kapıda aylaklık ederken, Tar Valon Alevi simgesini taşıyan hizmetkarlar Faile’in kervanını yüklüyorlardı. Arkalarında, Beyaz Kule şehrin üzerinde yükseliyordu.

Başlangıçta Faile adamların atışmasına sinirlenmişti, ama Vanin’in diğer adama sataşması ona babasının Saldaea’daki levazımcılarından biri olan Gilber’i hatırlatıyordu.

“Bak şimdi Mandevwin,” dedi Vanin, “hiç paralı asker gibi konuşmuyorsun! Lord Mat seni duysa ne derdi?”

“Lord Mat savaşacak,” dedi Mandevwin.

“Savaşması gerektiğinde savaşır,” dedi Vanin. “Bizim savaşmamız gerekmiyor. Bak, bu malzemeler önemli, değil mi? Birinin onları koruması gerekiyor, değil mi? İşte bu.”

“Ama bu iş için neden bizi istediklerini anlamıyorum. Benim Talmanes’in Birlik’i yönetmesine yardım etmem gerekiyor. Sizin de Lord Mat’i… koruyor olmanız lazım.”

Faile o cümledeki eksikliği duyabiliyordu. Herkesin aklındaki eksiklik. Lord Mat’i o Seanchanlardan korumanız lazım.

Askerler Mat’in ortadan kaybolmasını ve sonra Seanchanlarla birlikte geri dönmesini kabullenmişlerdi. Görünüşe göre ‘Lord’ Matrim Cauthon’dan bu tür davranışlar bekliyorlardı. Faile’in yanında Birlik’in en iyi elli adamından oluşmuş bir ekip vardı. Yüzbaşı Mandevwin, Teğmen Sandip ve Talmanes’in şiddetle tavsiye ettiği pek çok Kızılkol. Hiçbiri aslında Valere Borusu’nu koruduklarını bilmiyordu.

Faile’in elinde olsa on katı adam götürürdü. Şimdiki haliyle elli kişi bile şüphe çekerdi. O elli kişi Birlik’in en iyi adamlarıydı ve bazıları kumanda pozisyonlarından alınmıştı. İş görmek zorundaydılar.

Çok uzağa gitmiyoruz, diye düşündü Faile, defterin bir sonraki sayfasını inceleyerek. Malzemelerle ilgileniyormuş gibi görünmesi gerekiyordu. Neden bu kadar endişeliyim?

Cauthon ortaya çıktığına göre, Boru’yu Merrilor Meydanı’na taşıması yeterli olacaktı. Aynı korumalarla, başka yerlerden oraya üç kervan götürmüştü bile. Böylece şimdiki kervan hiç kuşku çekmeyecekti.

Birlik’i bilinçli olarak seçmişti. Çoğu kişi için yalnızca paralı askerlerdi onlar, bu yüzden ordudaki en az öneme sahip, en güvenilmez birliktiler. Ama Faile’in Mat hakkındaki şikayetlerine rağmen –onu çok iyi tanımıyor olabilirdi, ama Perrin’in ondan bahsetme tarzı yeterliydi– adamları Mat’e sadıktı. Cauthon’un çevresinde toplanan insanlar da onun gibiydi. Görevden kaçınmaya çalışıyor, işe yarar bir şey yapmak yerine kumar oynamayı ve içki içmeyi tercih ediyorlardı, ama zor durumda her biri on adam gibi savaşıyordu.

Merrilor’da, Cauthon Mandevwin ve adamlarını kontrol etmek için iyi bir sebep bulacaktı. O noktada Faile Boru’yu ona verecekti. Elbette koruma olarak Cha Faile’in bazı üyeleri de yanındaydı. Güvenebileceğinden emin olduğu insanlar istiyordu.

Yakında, Tar Valon mutlaklarının tıknaz hanımı Laras, hizmetkar kızlara parmağını sallayarak depodan çıktı. Hırpalanmış bir sandık taşıyan, topal bir genci peşine takarak Faile’e doğru yürüdü.

“Sizin için Leydim.” Laras sandığı gösterdi. “Amyrlin son anda aklına gelmiş gibi yüklere ekledi. Köyünden bir arkadaşınaymış.”

“Matrim Cauthon’un tütünü,” dedi Faile yüzünü buruşturarak. “Amyrlin’de İki Nehir tütünü olduğunu duyunca satın almakta ısrar etti.”

“Böyle bir zamanda tütün.” Laras başını iki yana sallayarak parmaklarını önlüğüne sildi. “O çocuğu hatırlıyorum. Gençliğimde onun gibi bir-iki delikanlı tanımıştım. Artık isteyen sokak kedisi gibi mutfakların çevresinde dolanırlardı. Birinin ona yapacak faydalı bir iş bulması lazım.”

“Üzerinde çalışıyoruz,” dedi Faile, Laras’ın hizmetkarı sandığı Faile’in arabasına yerleştirirken. Delikanlı sandığı güm diye bırakınca Faile irkildi. Delikanlı ellerini çırparak uzaklaştı.

Laras başını salladı ve kendi deposuna geri döndü. Faile parmaklarını sandığa koydu. Filozoflar Desen’in mizahtan anlamadığını iddia ediyordu. Desen ve Çark yalnızca vardılar. Hiçbir şeye aldırmaz ve taraf tutmazlardı. Ama Faile bir yerlerde, Yaratıcı’nın ona sırıttığını düşünmekten kendini alamıyordu. Evden ayrılırken kafası kibirli düşlerle doluydu. Boru’yu bulmak için görkemli bir maceraya atıldığını düşünen bir çocuk.

Hayat o düşleri tekmeleyip dağıtmıştı ve Faile’in düştüğü yerden kendi başına kalkması gerekmişti. Büyümüştü ve asıl önemli olan şeye dikkat etmeyi öğrenmişti. Ve şimdi… şimdi Desen, büyük kayıtsızlıkla, Valere Borusu’nu kucağına bırakmıştı.

Faile elini çekti ve sandığı açmayı reddetti. Anahtar ayrı olarak teslim edilmişti. Boru’nun gerçekten de sandıkta olup olmadığını kontrol edecekti. Ama şimdi değil. Yalnız ve güvende olduğunda.

Arabaya tırmandı ve ayaklarını sandığa dayadı.

“Yine de hoşuma gitmiyor,” diyordu Mandevwin, deponun yanında.

“Sen hiçbir şeyden hoşlanmazsın,” dedi Vanin. “Bak, yaptığımız iş önemli. Askerlerin yemek yemesi lazım.”

“Bu doğru sanırım,” dedi Mandevwin.

“Öyle!” diye ekledi yeni bir ses. Bir başka Kızılkol olan Haman onlara katılmıştı. Faile üçünün de hizmetkarların arabayı yüklemesine yardım etmediğini fark etti. “Yemek yemek harikadır,” dedi Haman. “Ve bu konuda bir uzman varsa, Vanin, o da sensin.”

Haman iri bir suratı ve yanağında şahin dövmesi olan, yapılı bir adamdı. Talmanes adama güvenirdi ve onun, her neyseler, ‘Altı Hikâyeli Katliam’dan ve Hinderstap’ten canlı kurtulmuş, deneyimli bir asker olduğunu söylerdi.

“Bak şimdi, beni yaraladın Haman,” dedi Vanin arkadan. “Hem de çok fena yaraladın.”

“Bundan kuşkuluyum,” dedi Haman gülerek. “Seni fena yaralamak için bir hamlenin onca yağı aşıp kas bulması lazım. Trolloc kılıçlarının o kadar uzun olduğunu sanmıyorum!”

Mandevwin güldü ve üç adam uzaklaştılar. Faile defterin son birkaç sayfasını gözden geçirdi, sonra Setalle Anan’ı çağırmak için arabadan inmeye yeltendi. Kadın bu kervan yolculuklarında yardımcısı olarak çalışıyordu. Ama arabadan inerken Birlik’in üç üyesinin de uzaklaşmamış olduğunu fark etti. Yalnızca ikisi gitmişti. Toplu bir adam olan Vanin hâlâ orada dikiliyordu. Faile onu gördü ve duraksadı.

Vanin hemen diğer askerlere doğru yürümeye başladı. Adam onu mu izliyordu?

“Faile! Faile! Aravine yük listelerini kontrol etmeyi bitirdiğini söylüyor. Gidebiliriz Faile.”

Olver hevesle arabanın oturağına tırmandı. Kervana katılmakta ısrar etmişti ve Birlik’in üyeleri Faile’i buna izin vermeye ikna etmişti. Setalle bile onu götürmenin akıllıca olacağını söylemişti. Görünüşe göre, daima gözetim altında olmazsa Olver’in savaşa katılmanın bir yolunu bulmasından endişeleniyorlardı. Faile gönülsüzce ona görevler vermeye başlamıştı.

“Tamam o zaman,” dedi Faile, arabaya binerek. “Sanırım yola çıkabiliriz.”

Arabalar sallanarak hareket etti. Faile şehirden çıkana kadarki yolculuğu sandığa bakmamaya çalışarak geçirdi.

Onun hakkında düşünmemeye çalışıyordu, ama bu sefer aklına başka endişeler geliyordu. Perrin. Onu Andor’a malzeme taşırken kısa bir süre için görebilmişti. Perrin bir başka görev üstlenebileceğine dair uyarmıştı onu, ama başka bilgi vermemişti.

Sonra ortadan kaybolmuştu. Yerine Tam’i atamış, Shayol Ghul’e bir kapıyol açtırmış ve yok olmuştu. Faile orada olanlara sormuştu, ama Rand’la konuşmasından sonra kimse Perrin’i görmemişti.

Perrin’e bir şey olmazdı, değil mi? Faile bir askerin kızı ve bir askerin karısıydı. Fazla endişelenmemesi gerektiğini biliyordu. Ama elinde değildi, birazcık endişelenmeden yapamıyordu. Boru’nun koruyucusu olarak onu öneren Perrin’di.

Faile, Perrin’in bunu onu savaştan uzak tutmak için mi yaptığını merak etti. Öyleyse fazla aldırmazdı, ama bunu Perrin’e asla itiraf etmezdi. Aslında, bütün bunlar olup bittikten sonra, Perrin’e bunun onu gücendirdiğini ima edecek ve nasıl tepki verdiğini görecekti. Gerçek ismi aksini ima etse de, Perrin onun arkasına yaslanıp şımartılmasına izin vermeyeceğini bilmeliydi.

Faile kervanın en başında olan arabasını Jualdhe Köprüsü‘ne sürerek Tar Valon’dan çıktı. Köprüyü yarıladığında köprü titremeye başladı. Atlar ayaklarını yere vurdular ve başlarını salladılar. Faile onları yavaşlattı ve omzunun ardından geriye baktı. Tar Valon’daki sallanan binalar ona titremenin yalnızca köprüde olmadığını, bir deprem olduğunu anlattı.

Diğer atlar kişneyerek yerlerinde oynadılar ve sarsıntı arabaları salladı.

“Köprüden inmemiz lazım Leydi Faile!” diye bağırdı Olver.

“Köprü fazla uzun. Deprem sona ermeden diğer yana ulaşamayız,” dedi Faile sakin sakin. Daha önce, Saldaea’da da depreme maruz kalmıştı. “Kaçmaya başlarsak yaralanma ihtimalimiz yükselir. Bu köprü Ogier işi. Muhtemelen burada, toprakta olduğumuzdan daha güvendeyiz.”

Sahiden de köprüdeki tek taş gevşemeden deprem sona erdi. Faile atları kontrol altına aldı ve arabayı hareket ettirdi. Işık izin verirse, şehirde fazla hasar olmazdı. Burada depremlerin olağan olup olmadığını bilmiyordu. Ejderdağı yakında olduğuna göre, en azından zaman zaman gürlemeler olmalıydı, değil mi?

Yine de deprem onu endişelendirmişti. İnsanlar dünyanın dengesini yitirmesinden, yeryüzünün inlemelerine gökyüzünün şimşekler ve gök gürültüsüyle yarılmasının eşlik etmesinden bahsediyordu. Kayalarda beliren, sonsuzluğa uzanırmış gibi simsiyah, örümcek ağlarına benzeyen çatlakları birden fazla kişiden duymuştu.

Kervan şehirden çıktıktan sonra Faile arabaları bir Aes Sedai’den Yolculuk hizmeti bekleyen paralı asker gruplarının arkasına çekti. Sıranın başına geçmeyi talep edemezdi. Dikkat çekmekten kaçınması gerekiyordu. Ne kadar sinir bozucu olursa olsun, beklemesi gerekecekti.

Kervan sıranın sonundaydı. Sonunda Aravine, Faile’in arabasına yaklaştı ve Olver ona yer açtı. Aravine onun başını okşadı. Pek çok kadın Olver’le karşılaşınca aynı şeyi yapıyordu ve Olver gerçekten de çoğu zaman masum görünüyordu. Faile ikna olmamıştı. Olver Aravine’e sokulunca Faile gözlerini kıstı. Mat oğlanı çok etkilemişti.

“Bu kervandan memnunum Leydim,” dedi Aravine. “Bu çadır bezi sayesinde, ordudaki çoğu adamın başının üzerine bir çadır koyacak kadar malzememiz olmalı. Yine de daha fazla deriye ihtiyacımız olacak. Kraliçe Elayne’in adamları çok yürüttüğünü biliyoruz. Yeni çizme talebimiz olacak.”

Faile başını dalgın dalgın salladı. Merrilor’a bir kapıyol açıldı; Faile toplanmaya devam eden ordular görebiliyordu. Son birkaç gün içinde, yaralarını yalamak üzere aksaya aksaya geri gelmişlerdi. Üç cephe, muhtelif şiddetlerde üç felaket. Işık. Sharalıların gelişi yıkıcı olmuştu. Faile’in babası dahil, büyük kumandanların ihanetleri de. Işık’ın orduları güçlerinin üçte birinden fazlasını kaybetmişti.

Merrilor Meydanı’nda, kumandanlar toplantı yapıyor, askerleri gelecek savaşı bekleyerek zırhlarını ve silahlarını onarıyordu. Son bir direniş.

“…ete de ihtiyacımız olacak,” dedi Aravine. “Önümüzdeki birkaç günde, neler bulabileceğimize bakmak için birkaç hızlı av seferi öneriyorum.”

Faile başını salladı. Aravine’nin yanında olması rahatlatıcıydı. Faile hâlâ raporları gözden geçirse ve levazımcıları ziyaret etse de, Aravine’nin dikkatli çalışmaları işini kolaylaştırıyordu. Denetimden önce adamlarının denetime hazır olduğundan emin olan iyi bir çavuş gibiydi.

“Aravine,” dedi Faile. “Kapıyol kullanarak Amadicia’daki aileni ziyaret etmedin hiç.”

“Artık orada beni ilgilendiren hiçbir şey yok Leydim.”

Aravine, Shaidolar tarafından yakalanmadan önce asil bir kadın olduğunu inatla inkar ediyordu. Eh, en azından eski gai’shain’ların bazıları gibi uysal ve itaatkar davranmıyordu. Aravine geçmişini geçmişte bırakmaya kararlıysa, Faile ona bu şansı vermekten memnun olacaktı. Kadına en azından bu kadarını borçluydu.

Onlar konuşurlarken Olver arabadan inip, Kızılkollar arasındaki ‘amcaları’yla sohbet etmeye gitti. Vanin, Birlik’ten iki izciyle birlikte yanından geçerken Faile ona baktı. Adam neşeli neşeli gevezelik ediyordu.

O bakışı yanlış okuyorsun, dedi Faile kendi kendine. Adamda kuşkulu hiçbir taraf yok. Boru yüzünden huzursuzsun sadece.

Yine de, Haman herhangi bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sormaya geldiğinde –yarım saatte bir Birlik’ten biri gelip aynı şeyi yapıyordu– Faile ona Vanin’i sordu.

“Vanin mi?” dedi Haman, atının sırtından. “İyi adamdır. Bazen şikayetleri insanın kulağını aşındırır Leydim, ama bu canınızı sıkmasın. Vanin bizim en iyi izcimizdir.”

“Hayal edemiyorum,” dedi Faile. “Demek istediğim, o cüsseyle hızla ya da sessizce hareket edemez, değil mi?”

“Görseniz şaşarsınız Leydim,” dedi Haman gülerek. “Bazen içimden adamı pataklamak geliyor, ama sahiden yeteneklidir.”

“Hiç disiplin sorunu çıkardı mı?” diye sordu Faile, sözcüklerini dikkatle seçmeye çalışarak. “Kavgaya karıştı mı? Başkalarının çadırından bir şeyler aşırdı mı?”

“Vanin mi?” Haman kahkaha attı. “İzin verirseniz brendinizi ödünç alır, sonra matarayı boş iade eder. Doğrusunu söylemek gerekirse, geçmişinde biraz hırsızlık yapmış olabilir, ama kavgaya karıştığını hiç görmedim. O iyi bir adam. Onun hakkında endişelenmenize gerek yok.”

Geçmişinde hırsızlık mı etmiş? Ama Haman artık bundan bahsetmek istemiyor gibiydi. “Teşekkür ederim,” dedi Faile, ama hâlâ tedirgindi.

Haman elini başına götürerek veda etti, sonra uzaklaştı. Aes Sedai’nin onlarla ilgilenmesi üç saat aldı. Berisha kervanı inceleyerek yanlarına geldi. Sert yüz hatları ve ince bir bedeni vardı. Yolculuk alanında çalışan diğer Aes Sedailer artık Tar Valon’a dönmüştü ve güneş ufka doğru alçalıyordu.

“Erzak ve çadır bezi kervanı,” dedi Berisha, Faile’in defterini inceleyerek. “Merrilor Meydanı’na gidiyor. Bugün onlara yedi kervan yolladık. Neden bir tane daha yollayalım? Bana göre Caemlyn’deki mülteciler de bunları kullanabilir.”

“Yakında Merrilor Meydanı’nda büyük bir savaş olacak,” dedi Faile, öfkesine güçlükle hakim olarak. Aes Sedailer terslenmekten hoşlanmazdı. “Ne kadar malzeme göndersek azdır.”

Berisha burnunu çekti. “Ben çok fazla diyorum.” Kadın hiç memnun olmayan birine benziyordu. Savaşa katılamadığı için öfkeliymiş gibi.

“Amyrlin seninle aynı fikirde değil,” diye yanıt verdi Faile. “Kapıyol açar mısın lütfen? Akşam çöküyor.” Ve boşa harcamak demişken, beni doğrudan Beyaz Kule arazisinden göndermek yerine ta buraya kadar yürütüp bekletmenden bahsetmeye ne dersin?

Kule Salonu, Tar Valon’a kimin girip çıktığını daha iyi kontrol edebilmek amacıyla, büyük birlikler ve malzeme nakliyatları için tek bir Yolculuk alanı istemişti. Faile ihtiyatlı davrandıkları için suçlayamazdı onları, ama bazen sinir bozucu oluyordu.

Bürokrasi bürokrasiydi ve Berisha sonunda odaklanarak kapıyol açmaya hazırlandı. Ama o örgüyü oluşturamadan, yer gürlemeye başladı.

Yine mi, diye düşündü Faile, içini çekerek. Eh, genellikle büyük bir depremden sonra daha küçük…

Yakında, bir dizi keskin siyah kristal kazık yeri yardı ve üç-dört metre yükseldi. Bir tanesi bir Kızılkol’un atma saplandı ve kazık atı ve adamı delerken havaya kan fışkırdı.

“Şer kabarcığı!” diye seslendi Haman yakından.

Başka kristal kazıklar –bazıları mızrak kadar ince, diğerleri insan kadar kalın– yerden fırladı. Faile çılgınca atları kontrol altına almaya çalıştı. O dizginleri çekerken atlar kenara kaçarak arabayı döndürdüler ve devirecek gibi oldular.

Çevresinde delilik hüküm sürüyordu. Ustura kadar keskin kazık demetleri yeri delip yükseliyordu. Kristallerin sol tarafında yükseldiği bir araba paramparça oldu. Ölü çimenlerin üzerine yiyecekler saçıldı. Bazı atlar çılgına döndü ve diğer arabalar devrildi. Boş alanın her yerinde kristal kazıklar yükselmeye devam ediyordu. Tar Valon köprüsünün diğer ucunda, köyden feryatlar yükselmeye başladı.

“Kapıyol!” diye bağırdı Faile, atlarıyla mücadele ederek. “Aç şunu!”

Ayaklarının dibinde kazıklar bitince Berisha geri sıçradı. Solgun bir suratla kazıklara baktı ve ancak o zaman Faile gölgeli kristallerin içinde bir şeylerin hareket ettiğini fark etti. Dumana benziyordu.

Berisha’nın ayağına bir kristal saplandı. Kadın bağırarak diz çöktü. Tam o anda hava bir ışık çizgisiyle aydınlandı. Işık’a şükür, kadın örgüyü bırakmadı ve ışık çizgisi büyük yavaşlıkla dönerek bir arabanın geçebileceği kadar geniş bir deliğe dönüştü.

“Kapıdan geçin!” diye bağırdı Faile, ama sesi şamatada kaybolup gitti. Hemen solunda, yerden kristaller yükseldi ve yüzüne toprak fırlattı. Atları dans etti, sonra dörtnala kalktı. Faile kontrollerini tamamen kaybetme riskine girmemek için onları kapıyola doğru yönlendirdi. Ama tam kapıyoldan geçecekti ki dizginleri çekerek atları durdurdu.

“Kapıyol!” diye bağırdı diğerlerine. Sesi yine kaybolup gitti. Neyse ki Kızılkollar çağrıyı duymuştu: düzensiz sıra boyunca ilerleyerek atların dizginlerini yakaladılar ve arabaları kapıyola doğru çektiler. Başka adamlar yere düşmüş olanları kaldırdılar.

Olver’i yakalamış olan Haman koşarak geçti. Arkasından Sandip geldi. Setalle Anan da adama arkadan tutunmuştu. Kristallerin sıklığı arttı. Biri Faile’in yanında belirdi ve Faile dehşet içinde, içindeki dumanların bir biçime sahip olduğunu fark etti. İçeride kısılmış gibi çığlıklar atan adamlar ve kadınlar.

Dehşet içinde geriledi. Yakında, hâlâ yürüyebilen son araba da takırdayarak kapıyoldan geçti. Kısa süre içinde bu alanda kristallerden başka hiçbir şey kalmayacaktı. Birlik’ten kalan son adamlar da yaralıları atlara bindirdiler, ama kristaller yanlara doğru dallanınca ikisi düştü. Gitme zamanıydı. Aravine yanından geçti ve Faile’in dizginlerini yakalayarak onları güvenli bir yere çekti.

“Berisha!” dedi Faile. Aes Sedai açıklığın yanında diz çökmüştü; solgun yüzünden ter akıyordu. Faile arabadan aşağı atladı ve Aravine arabayı kapıyoldan çekerken Berisha’nın omzunu tuttu.

“Gidelim!” dedi Faile Berisha’ya. “Ben seni taşının.”

Kadın sallandı, sonra karnını tutarak yana düştü. Faile irkilerek, kadının parmaklarının arasından kan sızdığını fark etti. Berisha gökyüzüne bakarak konuşmaya çalıştı, ama ağzından ses çıkmadı.”

“Leydim!” Mandevwin dörtnala yaklaştı. “Nereye açıldığı umurumda değil. Gitmemiz lazım!”

“Ne…”

Mandevwin onu belinden yakalayıp, çevrede kristaller patlarken yukarı çekince Faile’in sesi solup gitti. Mandevwin onu tutarak dörtnala kapıyoldan geçti.

Bir an sonra kapıyol kapandı.

Mandevwin onu yere bıraktığında Faile nefes nefese kalmıştı. Biraz evvel kapıyolun olduğu yere baktı.

Sonunda adamın sözlerini kavradı. Nereye açıldığı umurumda değil… Mandevwin, Faile’in herkesi güvenli bir yere taşıma paniği içinde görmediği bir şey görmüştü.

Kapıyol Merrilor Meydanı’na açılmamıştı.

“Neresi…” diye fısıldadı Faile, korkunç manzaraya bakan diğerlerine katılarak. Bunaltıcı bir sıcak, siyah lekelerle kaplı bitkiler, havada korkunç bir şeyin kokusu.

Afet’teydiler.


Aviendha yemeğini kemiriyordu: balla karıştırılmış kıtır yulaf. Tadı güzeldi. Rand’ın yanındayken yiyecekleri bozulmuyordu.

Su matarasına uzandı, ama duraksadı. Son zamanlarda çok fazla su içiyordu. Suyun değerini düşünmüyordu. Rhuidean’ı ziyaret etmek için Üç Kat Topraklar’a döndüğü zaman öğrendiği dersleri unutmuş muydu?

Işık, diye düşündü, matarayı dudaklarına götürerek. Kimin umurunda? Bu Son Savaş!

Thakan’dar vadisinde, büyük bir Aiel çadırının zemininde oturuyordu. Melaine biraz ötede kendi yemeğini yiyordu. Kadın ikizlere hamileydi ve doğumu yakındı. Elbisesinin ve şalının altındaki karnı iyice şişmişti. Hamile bir Kız’ın savaşmasının yasak olması gibi, Melaine’in de tehlikeli şeyler yapması yasaktı. Mayene’de, Berelain’in Şifa merkezinde çalışmaya gönüllü olmuştu – ama savaşın gidişatını düzenli olarak kontrol ediyordu. Pek çok gai’shain kapıyollardan gelmiş, ellerinden geldiğince yardım ediyorlardı, ama tek yapabildikleri su ya da toprak taşımaktı. Toprak, Ituralde’nin savunmacılara bir parça koruma sağlamak için yaptırdığı setlerde kullanılıyordu.

Yakında bir grup Kız el konuşmasıyla gevezelik ederek yemeklerini yiyordu. Aviendha el konuşmalarını okuyabilirdi, ama okumuyordu. Onlara katılmayı dilemesine sebep olmaktan başka işe yaramazdı. Artık Bilge olmuştu ve eski hayatından vazgeçmişti. Kıskançlığından tamamen kurtulduğu anlamına gelmiyordu bu. Aviendha çanağını temizledi, çantasına kaldırdı, ayağa kalktı ve çadırdan çıktı.

Dışarıda, gece havası serindi. Şafağa bir saat vardı ve Üç Kat Topraklar’daki gece havası gibiydi. Aviendha vadinin üzerinde yükselen dağa baktı. Sabahın karanlığına rağmen, içeriye açılan çukuru görebiliyordu.

Rand’ın içeri girmesinin üzerinden günler geçmişti. Ituralde önceki gece kampa dönmüş, kurtlar tarafından tutulduğu ve Perrin Aybara’nın büyük kumandanı kaçırmak için birini gönderdiği hakkında bir hikâye anlatmıştı. Ituralde göz altına alınmıştı ve şikayet etmemişti.

Trolloclar gün boyunca vadiye saldırmamıştı. Savunucular hâlâ onları geçitte tutuyordu. Gölge bir şeyi bekliyor gibiydi. Işık izin verse de bir başka Myrddraal saldırısı olmasa. Sonuncusu neredeyse direnişi nihayete erdirecekti. Gözsüzler ortaya çıkıp, geçidin ağzını koruyan insanları öldürmeye başladığında Aviendha yönlendiricileri toplamıştı. Toplu halde ortaya çıkmalarının akıllıca olmadığını fark etmiş olmalıydılar. Yönlendirme başladığında geriye, geçidin güvenliğine kaçmışlardı.

Her durumda, Aviendha saldırılar arasındaki bu nadir dinlenme ve göreceli huzur anına minnettardı. Dağdaki, Rand’ın savaştığı o çukura baktı. İçeriden büyük bir zonklama geldi. Güçlü yönlendirme dalgaları. Dışarıda günler geçmişti, ama içeride ne kadar olmuştu? Bir gün? Saatler? Dakikalar? Girişe giden patikayı koruyan Kızlar dört saat nöbet tuttuktan sonra geri döndüklerinde, aşağıda sekiz saat geçmiş olduğunu gördüklerini iddia ediyorlardı.

Dayanmak zorundayız, diye düşündü Aviendha. Savaşmak zorundayız. Ona mümkün olduğunca çok zaman vermek için.

En azından hâlâ hayatta olduğunu biliyordu. Bunu hissedebiliyordu. Acısını da.

Bakışlarını kaçırdı.

Bunu yaparken bir şey fark etti. Kampta bir kadın yönlendiriyordu. Belli belirsizdi, ama Aviendha kaşlarını çattı. Bu saatte, savaş yokken, yalnızca Yolculuk alanında yönlendiriliyor olmalıydı ve bu farklı yönden geliyordu.

Kendi kendine mırıldanarak kamptan geçti. Muhtemelen nöbeti olmayan Rüzgarbulanlardan biriydi yine. Fırtınayı daima uzakta tutmak için Rüzgarlar Çanağı’nı nöbetleşe kullanıyorlardı. Bu işi vadinin kuzey duvarının tepesinde yapıyorlardı ve büyük bir Deniz Halkı gücü tarafından korunuyorlardı. Nöbet değişimi için oraya kapıyollarla gidiyorlardı.

Rüzgarbulanlar Çanak’ın başında görev yapmazken, ordunun geri kalanıyla birlikte, kampta kalıyorlardı. Aviendha onlara tekrar tekrar, vadideyken önemsiz sebeplerle yönlendirmelerine izin olmadığını söylemişti. Güçlerini Aes Sedailere belli etmeden yaşadıkları onca seneden sonra, kendilerini kontrol etmeyi daha iyi başaracaklarını sanırdınız! Birini daha çayını Tek Güç’le ısıtırken yakalarsa, ders alması için Sorilea’ya gönderecekti. Buranın güvenli bir kamp olması gerekiyordu.

Aviendha yerinde donakaldı. O yönlendirme, Rüzgarbulanların kamp kurduğu küçük çadır halkasından gelmiyordu.

Bir istilayı mı sezmişti? Muhtemelen bir Dehşetlordu ya da Terkedilmiş, Aes Sedailer, Rüzgarbulanlar ve Bilgelerle dolu, bu kadar büyük bir kampta, küçük bir parça yönlendirmeyi kimsenin fark etmeyeceğini düşünmüştü. Aviendha sırıktaki fenerin ışığından kaçınarak, hemen yakındaki çadırın arkasına çömeldi. Yönlendirme yine geldi. Çok soluktu. Yavaşça ilerledi.

Eğer banyo suyu ısıtan biri çıkarsa…

Sert toprak üzerinde, çadırların arasından geçti. Yaklaştığında çizmelerini çıkardı ve geride bıraktı. Sonra hançerini kınından çekti. Kendini avına belli etmek istemediğinden, Kaynak’a kucak açma riskine giremezdi.

Kamp aslında tamamen uyumamıştı. Görev başında olmayan savaşçılar burada uyumakta güçlük çekiyordu. Kızlar dahil, tüm mızraklar arasında yorgunluk ciddi bir sorun olmaya başlamıştı. Korkunç rüyalar gördüklerinden yakınıyorlardı.

Aviendha sessizce ilerlemeye devam ederek çadırların arasından geçti ve içinde ışık olanlardan kaçındı. Bu mekân herkesi huzursuz ediyordu, bu yüzden kötü rüyaları duyduğu zaman şaşırmamıştı. Karanlık Varlık’ın zindanının bu kadar yakınında nasıl huzur içinde uyuyabilirlerdi ki?

Mantıksal olarak, Karanlık Varlık’ın aslında yakında olmadığını biliyordu. Delik’in görevi bu değildi. O bu mekânda yaşamıyordu. O Desen’in dışında, zindanındaydı. Yine de, burada uyumak, yatağınızın yanında bir katil durmuş, elinde bıçakla saçlarınızın rengini incelerken uyumak gibiydi.

Burada, diye düşündü yavaşlayarak. Yönlendirme durdu, ama Aviendha yaklaşmıştı. Draghkar saldırıları ve Myrddraallerin geceleyin kampa girmesi riski yüzünden, kampın yöneticileri subayları kampın her yerine dağıtmışlardı ve kaldıkları çadırlarda, içeridekinin subay mı yoksa sıradan bir asker mi olduğunu belirten hiçbir işaret yoktu. Ama Aviendha bu çadırın Darlin Sisnera’ya ait olduğunu biliyordu.

Ituralde düştükten sonra bu cephenin yönetimi resmi olarak Darlin’e geçmişti. Adam general değildi, ama savunmanın büyük çoğunluğunu Tear ordusu oluşturuyordu ve en seçkin birlikleri Taşın Savunucuları idi. Kumandanları Tihera taktik konusunda iyiydi ve Darlin adamın önerilerini dinliyordu. Tihera büyük bir kumandan değildi, ama çok akıllıydı. Ituralde’nin düşüşünden sonra savaş planlarını o, Darlin ve Rhuarc yapıyorlardı.

Aviendha karanlıkta, neredeyse ileride, Darlin’in çadırının dışında çömelmiş olan üç şekli gözden kaçıracaktı. Sessizce birbirlerine jestler yapıyorlardı ve Aviendha şekilleri doğru düzgün seçemiyordu – giysilerini bile. Bıçağını kaldırdı ve sonra gökyüzü bir şimşekle aydınlanarak, Aviendha’nın bir tanesini iyice görmesini sağladı. Adamın peçesi vardı. Aiel.

İşgalciyi onlar da fark etmiş, diye düşündü Aviendha. Üç kişinin yanına yürüdü ve saldırmasınlar diye elini kaldırdı. “Yakında yönlendirme sezdim ve bizden biri olduğunu sanmıyorum. Siz ne gördünüz?” diye fısıldadı.

Aviendha yüzlerini seçemese de, üç adam sersemlemiş gibi bakakaldılar.

Sonra ona saldırdılar.

Aviendha küfrederek adamların mızraklarından kaçındı ve biri ona doğru bıçak attı. Aiel Karanlıkdostları? Aptal gibi hissetti. Daha ihtiyatlı olmalıydı.

Kaynak’a kucak açmak için uzandı. Yakında kadın bir Dehşetlordu varsa, Aviendha’nın ne yaptığını hissederdi, ama elinden bir şey gelmezdi. Bu üç adamdan canlı kurtulması gerekiyordu.

Ama Aviendha Tek Güç’e uzandığında, onunla Kaynak arasına bir şey yerleşti. Göremediği örgülerden oluşmuş bir kalkan.

Bu adamlardan biri yönlendirebiliyordu. Aviendha’nın tepkisi içgüdüseldi. Paniğini bastırdı, Kaynak’a uzanmaya çalışmayı bıraktı ve en yakındaki adamın üzerine atıldı. Adamın mızrağını elinin tersiyle savuşturdu –kaburgalarını kesen mızrak başının acısını görmezden geldi– ve adamı öne çekip bıçağını boynuna sapladı.

Diğer adamdan biri küfretti ve Aviendha aniden kendini Hava örgüleriyle bağlanmış, kıpırdayamaz ve konuşamaz halde buldu. Kan bluzuna yayılıyor, yaralı tarafında birikiyordu. Vurduğu adam yerde kesik kesik nefes alarak, çırpınarak ölüyordu. Diğer ikisi ona yardım etmeye kalkışmadı.

Karanlıkdostlarından biri çevik hareketlerle öne çıktı. Karanlıkta hemen hemen görünmezdi. Yüzünü Aviendha’nınkine yaklaştırarak onu inceledi, sonra elini diğerine salladı. Yanlarında çok yumuşak bir ışık belirdi ve Aviendha’yı daha iyi görmelerini sağladı – Aviendha’nın da onları. Kızıl peçeler takmışlardı ve bu adam savaşırken kendisininkini indirmişti. Neden? Bu da neydi? Tanıdığı hiçbir Aiel bunu yapmazdı. Bunlar Shaido muydu? Gölge’ye mi katılmışlardı?

Adamlardan biri diğerine birkaç jest yaptı. El konuşması. Kız el konuşması değil, ama benzer bir şey. Diğer adam başını salladı.

Aviendha görünmez bağlarının içinde kıvrandı. Kalkana iradesiyle saldırdı ve Hava tıkacını ısırdı. Sağındaki Aiel –muhtemelen kalkanı tutan, uzun boylu adam– homurdandı. Aviendha parmakları aralık bir kapının kenarını tırmalıyormuş ve kapının arkasında ışık, sıcaklık ve güç varmış gibi hissediyordu. Kapı yerinden kıpırdamadı.

Uzun boylu Aiel gözlerini kısarak ona baktı. Çağırdığı ışığı yok etti ve karanlığa boğuldular. Aviendha onun bir mızrak çektiğini duydu.

Yakında bir ayak sesi duyuldu. Kızıl peçeler de duydular ve hızla döndüler. Aviendha görmeye çalıştı, ama yeni geleni seçemedi.

Adamlar hiç kıpırdamadan durdular.

“Bu da nedir?” diye sordu bir kadın sesi. Cadsuane. Elinde bir fenerle yaklaştı. Örgüleri tutan adam, Aviendha’yı sertçe gölgelere çekti. Cadsuane onu görmemiş gibiydi. Patikanın yakınında duran diğer adamı görmüştü sadece.

O Aiel adam gölgelerden çıktı. O da peçesini indirmişti. “Burada, çadırların yakınında bir şey duyduğumu sandım Aes Sedai,” dedi. Tuhaf bir aksam vardı. Tam olarak doğru gelmeyen bir aksan. Çok az farklı. Bir ıslaktopraklı farkı asla anlamazdı.

Bunlar Aiel değil, diye düşündü Aviendha. Bunlar farklı bir şey. Zihni kavramla güreşti. Aiel olmayan Aieller? Yönlendirebilen adamlar?

Gönderdiğimiz adamlar; diye fark etti dehşetle. Aieller arasında, yönlendirebildiği anlaşılan erkekler Karanlık Varlık’ı öldürmeye denemeleri için gönderilirdi. Yalnız başlarına Afet’e gelirlerdi. Sonra onlara ne olduğunu kimse bilmiyordu.

Aviendha yine çabalamaya başladı ve Cadsuane’i uyarmak için ses –herhangi bir ses– çıkarmaya çalıştı. Çabaları boşunaydı. Karanlıkta, havada asılıydı ve Cadsuane ondan yana bakmıyordu.

“Ee, bir şey buldunuz mu?” diye sordu Cadsuane adama.

“Hayır Aes Sedai.”

“Nöbetçilerle konuşmak istiyorum,” dedi Cadsuane, tatmin olmamış gibi. “Dikkatli olmalıyız. Eğer bir Draghkar –ya da daha kötüsü, bir Myrddraal– kampa girmeyi başarırsa, fark edilene kadar düzinelerce insanı öldürebilir.”

Cadsuane gitmek için döndü. Aviendha başını iki yana salladı. Gözleri kızgınlıkla dolmuştu. Çok yaklaşmıştı!

Cadsuane’in yanındaki kızıl peçe gölgelerin arasına çekildi ve Aviendha’ya yaklaştı. Bir şimşek çaktığında, Aviendha adamın dudaklarında bir gülümseme olduğunu fark etti. Bağlarını tutan adam da gülümsüyordu.

Önündeki kızıl peçe kemerinden bir hançer çekti, sonra ona doğru uzandı. Aviendha çaresizlik içinde boğazına yaklaşan hançeri izledi.

Yönlendirme sezdi.

Onu tutan bağlar bir anda yok oldu ve Aviendha yere düştü. Düşerken adamın bıçak elini yakaladı ve adamın gözleri irileşti. Ham, delice bir içgüdüyle Kaynak’a kucak açmış olsa da, elleri çoktan harekete geçmişti. Adamın bileğini bükerek, koluyla elinin birleştiği yerdeki kemikleri kırdı. Diğer eliyle bıçağı aldı ve acıyla haykırmaya başlamış olan adamın gözüne sapladı.

Çığlık kesildi. Kızıl peçe ayaklarının dibine yığıldı ve Aviendha endişeyle arkasındaki diğer adama döndü – örgüleriyle onu tutan adama. Adam yerde ölü yatıyordu.

Nefes nefese yakındaki patikaya koştu ve Cadsuane’i buldu.

“Bir insanın kalbini durdurmak ne kadar da basit bir şey,” dedi Cadsuane, kollarını kavuşturarak. Memnun olmamış gibi görünüyordu. “Şifa’ya çok yakın, ama etkisi tam tersi. Belki kötü bir şey, ama bir adamı ateşle yakıp kül etmekten neden daha kötü olsun, bilemiyorum.”

“Nasıl?” diye sordu Aviendha. “Ne olduklarını nasıl anladın?”

“Ben yarı eğitimli bir yabani değilim,” diye yanıt verdi Cadsuane. “İlk geldiğimde öldürmek istedim, ama eyleme geçmeden önce emin olmam gerekiyordu. Birinin seni hançerle tehdit ettiğini görünce anladım.” Aviendha nabzını yavaşlatmaya çalışarak derin derin nefes aldı. “Elbette bir de diğeri vardı,” dedi Cadsuane. “Yönlendiren. Kaç Aiel savaşçısı gizliden gizliye yönlendirebiliyor? Bu sıradışı bir durum muydu, yoksa halkınız onları gizliyor muydu?”

“Ne? Hayır! Gizlemiyoruz. Ya da gizlemiyorduk.” Aviendha, Kaynak temizlendikten sonra ne yapacaklarını bilmiyordu. Erkeklerin Karanlık Varlık’la savaşırken ölmeleri için gönderilmeyeceği kesindi. “Emin misin?” diye sordu Cadsuane ifadesiz bir sesle.

“Evet!”

“Yazık. Şu anda çok işimize yararlardı.” Cadsuane başını iki yana salladı. “O Rüzgarbulanları bulduktan sonra çok da şaşırmazdım. Demek bunlar sıradan Karanlıkdostlarıydı ve aralarından biri yönlendirme yeteneğini saklamıştı. Bu gece ne peşindeydiler?”

“Bunlar sıradan Karanlıkdostları değildi,” dedi Aviendha yumuşak bir sesle, cesetleri inceleyerek. Kızıl peçeler. Yönlendirebilen adamın dişleri eğelenerek sivriltilmişti, ama diğer ikisi sağlamdı. Bu ne anlama geliyordu?

“Kampı uyandırmamız lazım,” diye devam etti Aviendha. “Bu üçü, karşılarına kimse çıkmadan, ellerini kollarını sallaya sallaya kampa girmiş olabilirler. Islaktopraklı nöbetçilerin çoğu Aielleri sorgulamaktan kaçınıyor. Hepimizin Car’a’carn’a hizmet ettiğimizi varsayıyorlar.”

Çoğu ıslaktopraklı için, Aiel Aiel’di. Aptallar. Ama… dürüst olmak gerekirse, Aviendha da Aielleri ilk gördüğünde onları kendi tarafından sandığını itiraf etmeliydi. Bu ne zaman olmuştu? Daha iki sene önce, tanımadığı bir algai’d’sıswai’nin ortalıklarda dolaştığını görse, saldırıya geçerdi.

Aviendha ölü adamları incelemeye devam etti – her biri hançer, mızrak ve yay taşıyordu. Başka hiçbir ayırt edici özellikleri yoktu. Ama düşünceleri ona, gözden kaçırdığı bir şey olduğunu söylüyordu.

“Kadın yönlendirici,” dedi aniden, başını kaldırarak. “Beni buraya çeken Tek Güç kullanan bir kadındı Aes Sedai. O sen miydin?”

“Ben o adamı öldürene kadar yönlendirmedim,” dedi Cadsuane, kaşlarını çatarak.

Aviendha gölgeye çekilerek savaş duruşu aldı. Sırada ne vardı? Gölge’ye hizmet eden Bilgeler mi? Cadsuane kaşlarını çattı. Aviendha daha ilerileri keşfetmeye gitti. Darlin’in çadırının yanından geçti. Dışarıdaki askerler fenerleri çevresinde toplanmıştı ve düşürdükleri gölgeler çadır bezinde oynaşıyordu. Patikaların yanında, konuşmadan yürüyen sıkışık asker gruplarının yanından geçti. Askerler gözlerini geceye karşı kör eden meşaleler taşıyorlardı.

Aviendha, Tearlı subayların bir sefer olsun nöbetçilerin uyuklaması hakkında endişelenmek zorunda olmamalarının güzel olduğuna dair yorumlar yaptıklarını duymuştu. Şimşekler, uzakta çalınan Trolloc davulları, zaman zaman kampa girmeye çalışan Gölgedölleri varken… askerler ihtiyatı elden bırakmıyorlardı. Buz gibi havada duman kokusu vardı. Trolloc kamplarından gelen iğrenç kokular da ona karışıyordu.

Aviendha sonunda avlanmaktan vazgeçti ve geldiği yoldan geri döndü. Cadsuane’i bir grup askerle konuşurken buldu. Aviendha yaklaşmak üzereyken, gözleri yakındaki karanlık parçasına takıldı ve duyuları ayaklandı. O karanlık parçası yönlendiriyor.

Aviendha hemen kalkan örmeye başladı. Karanlıktaki kişi Ateş ve Hava ördü ve Cadsuane’e fırlattı. Aviendha kendi örgüsünü bıraktı ve tam düşman örgüsü fırlatıldığında, Ruh’la saldırarak örgüyü kesti.

Aviendha bir küfür duydu ve ona doğru hızlı bir ateş örgüsü püskürdü. Aviendha eğildi ve ateşin soğuk havada tıslayarak başının üzerinden geçmesine izin verdi. Sıcak dalgası geçip gitti. Düşmanı gölgelerden sıyrıldı –saklanmak için hangi örgüyü kullanmışsa, dağıldı– ve daha önce Aviendha’nın savaştığı kadın ortaya çıktı. Yüzü neredeyse bir Trolloc’unki kadar çirkin olan kadın.

Tam zemin altında yarılırken –Aviendha’nın yapmadığı bir örgü– kadın bir çadır kümesinin arkasına kaçtı. Bir an sonra, kadın daha önce yaptığı gibi katladı ve gözden kayboldu.

Aviendha ihtiyatla durdu. Yanına gelen Cadsuane’e döndü. “Teşekkür ederim,” dedi kadın istemeye istemeye. “O örgüyü kestiğin için.”

“O zaman eşitiz sanırım,” dedi Aviendha.

“Eşit mi? Hayır, eşit olmaktan yüzlerce sene uzağız çocuğum. Araya girdiğin için minnettar olduğumu itiraf etmeliyim.” Kaşlarını çattı. “Kadın kayboldu.”

“Daha önce de yapmıştı.”

“Bilmediğimiz bir Yolculuk yöntemi,” dedi Cadsuane, endişeli bir ifadeyle. “Akışlarını görmedim. Bir ter’angreal olabilir mi? O…”

Ordunun ön saflarından kırmızı bir ışık yükseldi. Trolloclar saldırıyordu. Aynı anda, Aviendha kampın farklı yerlerinde yönlendirildiğini sezdi. Bir, iki, üç… Hızla dönerek yerlerini belirlemeye çalıştı. Beş tane saydı.

“Yönlendirenler,” dedi Cadsuane sertçe. “Düzinelercesi.”

“Düzinelercesi mi? Ben beş tane sezdim.”

“Çoğu erkek, aptal çocuk,” dedi Cadsuane, elini sallayarak. “Git, diğerlerini topla!”

Aviendha bağıra çağıra alarm vererek koştu. Daha sonra, ona emir vermeye cüret ettiği için Cadsuane’e iki çift laf edecekti. Belki. Cadsuane’e ‘iki çift laf ettikten’ sonra insan genellikle kendini aptal gibi hissederken bulurdu. Aviendha kampın Aiel kısmına vardığı zaman Amys ile Sorilea’yı şallarını çekiştirerek gökyüzüne bakarken buldu. Flinn, uykulu gözlerini kırpıştırarak yakındaki çadırdan çıktı. “Erkekler mi?” dedi. “Yönlendiren erkekler? Yeni Asha’manlar mı geldi?”

“Sanmam,” dedi Aviendha. “Amys, Sorilea, bir halkaya ihtiyacım var.”

Kaşlarını kaldırarak ona baktılar. Artık onlardan biri olabilirdi. Car’a’carn’ın yetkesiyle güçlere kumanda ediyor olabilirdi. Ama bunu Sorilea’ya hatırlatmaya kalkarsa, kendini boynuna dek kuma gömülü bulurdu. “Sizin için de uygunsa,” diye ekledi hemen.

“Karar senin Aviendha,” dedi Sorilea. “Gidip diğerleriyle konuşur, onları sana yollarım ki, istediğin halkayı kurabilesin. Daha önce önerdiğin gibi iki tane oluştururuz sanırım. En iyisi bu olur.”

Bu kadın Cadsuane kadar inatçı, diye düşündü Aviendha. İkisi ağaçlara sabır öğretebilirdi. Yine de, Sorilea Güç’te ileri değildi –aslında, ancak yönlendirebiliyordu– bu yüzden önerdiği gibi diğerlerini kullanmak daha akıllıcaydı.

Sorilea diğer Bilgelere ve Aes Sedailere seslenmeye başladı. Aviendha gecikmeye endişe içinde tahammül etti. Vadiden çığlıklar ve patlama sesleri geliyordu. Havada ateş topları yay çizerek düşüyordu.

Aviendha alçak sesle, “Sorilea,” dedi yaşlı Bilge’ye, diğer kadınlar halkalar oluşturmaya başlarken. “Biraz önce kampta üç Aiel adamın saldırısına uğradım. Biraz sonra vereceğimiz savaşta muhtemelen Gölge için savaşan Aieller olacak.”

Sorilea hızla döndü ve Aviendha’yla göz göze geldi. “Açıkla.”

“Köreden’i öldürmeye gönderdiğimiz erkekler olabilir,” dedi Aviendha.

Sorilea dişlerinin arasından hava çekerek tısladı. “Eğer bu doğruysa çocuğum, o zaman bu gece yapacaklarımız hepimize büyük toh kazandıracak. Car’a’carn’a karşı toh. Diyarın kendisine karşı toh.”

“Biliyorum.”

“Bana haber getir,” dedi Sorilea. “Üçüncü bir halka oluşturacağım. Belki görev başında olmayan Rüzgarbulanları da çağırırım.”

Aviendha başını salladı, sonra bir halkanın kontrolünü kabul etti. Rand’a yemin etmiş üç Aes Sedai ve iki Bilgesi vardı. Emri üzerine, Flinn halkaya katılmadı. Aviendha onun yönlendiren erkeklere karşı gözünü açık tutmasını, ne yönde olduklarını söylemesini istiyordu ve halkaya katılmak bunu yapmasını engelleyebilirdi.

Bir mızrak-kardeşler ekibi gibi hareket ettiler. Geniş, çizgili kol yenleri olan üniformalarının üzerine parlak zırhlarını geçirmekte olan Tearlı Savunucuların yanından geçtiler. Gruplardan birinde, Kral Darlin’i emirler bağırırken buldu.

“Bir dakika,” dedi diğerlerine. Tearlının yanına seğirtti.

“…hepsini!” dedi Darlin kumandanlara. “Ön safların zayıflamasına izin vermeyin! O canavarların vadiye girmesine izin veremeyiz!” Uykusundan saldırıyla uyanmış gibi görünüyordu, çünkü üzerinde yalnızca pantolonu ve iç gömleği vardı. Saçı başı dağınık bir hizmetkar adam Darlin’in ceketini uzatıyordu, ama bir haberciyi kabul eden Kral ona sırtını döndü.

Darlin, Aviendha’yı gördüğünde hemen gelmesi için el etti. Hizmetkar adam içini çekerek ceketi indirdi.

“Bu gece artık saldırmazlar diye düşünüyordum,” dedi Darlin, sonra gökyüzüne baktı. “Eh, bu sabah. İzci raporları o kadar karışık ki, deli tavuklarla dolu bir kümese tıkılmışım ve tek bir siyah tüyü olanı yakalamaya çalışıyormuşum gibi hissediyorum.”

“O raporlar,” dedi Aviendha, “Gölge için savaşan Aiel erkeklerden bahsediyor mu? Muhtemelen yönlendirebilen Aiel erkeklerden?”

Darlin hızla ona döndü. “Bu doğru mu?”

“Evet.”

“Trolloclar da vadiye girebilmek için bütün güçleriyle saldırıyorlar,” dedi Darlin. “Eğer o Dehşetlordları birliklerimize saldırmaya başlarlarsa, siz onları uzak tutmazsanız hiç şansımız kalmaz.”

“Harekete geçiyoruz,” dedi Aviendha. “Amys ve Cadsuane’i çağır, size kapıyollar açsınlar. Ama seni uyarıyorum. Çadırının yanında bir Dehşetlordu yakaladım…”

Darlin soldu. “Ituralde gibi… Işık, bana dokunmadılar. Yemin ederim. Ben…” Elini başına kaldırdı. “Kendi beynimize güvenemiyorsak kime güveneceğiz?”

“Mızrak dansını olabildiğince basit yapmalıyız,” dedi Aviendha. “Rhuarc’a git, önderlerini topla. Gölge’yle nasıl yüzleşeceğinizi birlikte planlayın. Savaşı tek bir kişi kontrol etmesin. Ve planlarınızı yaptıktan sonra, değiştirilmelerine izin vermeyin.”

“Bunun sonu felaket olabilir,” dedi Darlin. “Eğer esnek davranmazsak…”

“Neyi değiştirmek lazım ki?” diye sordu Aviendha ciddiyetle. “Direneceğiz. Tüm gücümüzle direneceğiz. Geri çekilmeyeceğiz. Akıllıca bir şey denemeyeceğiz. Yalnızca direneceğiz.”

Darlin başını salladı. “Kızları o yamaçların tepesine götürecek kapıyollar açtıracağım. Tepeden bizim adamlarımıza ok yollayan Trollocların işini görebilirler. Siz düşman yönlendiricilerle baş edebilir misiniz?”

“Evet.”

Aviendha ekibinin yanına döndü, sonra güç çekmeye başladı. Ne kadar çok Tek Güç tutarsanız, sizi Gerçek Kaynak’tan kesmeleri o kadar zor olurdu. Hiçbir erkeğin onu kesemeyeceği kadar çok tutmayı hedefliyordu.

Çaresizlik. Çaresiz hissetmekten nefret ediyordu. Yaptıkları karşısında hissettiği öfkenin içinde birikmesine izin verdi ve ekibini Flinn’in seçebildiği, en yakın erkek yönlendiricinin olduğu yere götürdü.

Загрузка...