SONSÖZ YANITI GÖRMEK

Rand kana basıp kaydı.

Göremiyordu. Bir şey taşıyordu. Ağır bir şey. Bir beden. Sendeleyerek tünelden yukarı çıktı.

Kapanıyor, diye düşündü. Kapanıyor. Tavan, kapanan bir çene gibi alçalıyordu. Kayalar kapanan çeneler gibi birbirine kavuşurken Rand son bir inlemeyle açık havaya fırladı.

Ayağı takıldı. Kollarındaki beden çok ağırdı. Yere kaydı.

Belli belirsiz görebiliyordu. Yanında bir şekil diz çökmüştü. “Evet,” diye fısıldadı bir kadın. Sesi tanımıyordu. “Evet, bu iyi. Yapman gereken bu.”

Rand gözlerini kırpıştırdı. Bulanık görüyordu. Aiel giysileri miydi onlar? Kır saçlı yaşlı bir kadın? Kadın geri çekildi ve yalnız kalmak istemeyen Rand ona uzandı. Açıklamak istiyordu. “Yanıtı şimdi görebiliyorum,” diye fısıldadı. “Aelfinnlere yanlış soruyu sordum. Seçmek bizim kaderimiz. Seçeneğin yoksa insan değilsin. Yalnızca bir kuklasın…”

Bağırışlar.

Rand ağır hissediyordu. Kendinden geçti.

Mashadar’ın sisleri kavrularak uzaklaşır, yok olurken Mat ayakta duruyordu. Araziye derileri delik deşik Trolloc leşleri saçılmıştı. Başını kaldırıp gözden kaybolan sis parçalarına baktı ve güneşi tam tepesinde buldu.

“Eh, görülecek manzarasın,” dedi ona. “Yüzünü daha sık göstermen lazım. Güzel bir yüzün var.” Gülümsedi, sonra ayaklarının dibindeki ölü adama baktı. Padan Fain bir demet sopa ve yosun gibi görünüyordu, etki kemiklerinden kayıp gidiyordu. Hançerin siyahlığı çürüyen derisine yayılmıştı. Leş gibi kokuyordu.

Mat neredeyse hançere uzanacaktı. Sonra tükürdü. “Bu sefer,” dedi, “dokunmak istemediğim bir kumar bu.” Sırtını döndü ve yürüyüp gitti.

Üç adım sonra şapkasını buldu. Sırıttı, şapkayı aldı ve kafasına oturttu, sonra ıslık çalarak ashandareiyi omzuna dayadı ve yürümeye başladı. Kafasının içindeki zarlar susmuştu.

Arkada, yakutlu hançer eriyip, eskiden Padan Fain olan yığına karıştı.


Perrin yorgun argın, savaş bittikten sonra Shayol Ghul’ün dibine kurdukları kampa yürüdü. Ceketini bıraktı. Çıplak göğsüne vuran hava güzeldi. Mah’alleiniri kemerine taktı. İyi bir demirci aletlerini asla ihmal etmezdi, bazen onu mezara götürecek kadar ağır gelseler de taşımaya devam ederdi.

Yüz gün durmadan uyumayı düşünüyordu. Ama daha değil. Daha değil.

Faile.

Hayır. İçten içe, Faile hakkında korkunç bir gerçekle yüzleşmesi gerektiğini biliyordu. Ama daha değil. Şimdilik, endişeyi –dehşeti– bastırmıştı.

Son kurt ruhları da kurt düşüne dönüp kayboldu.

Elveda Genç Boğa.

Aradığın bulasın Genç Boğa.

Av bitti, ama yine avlanacağız Genç Boğa.

Perrin yaralı insanların ve Gölgedöllerini yenmelerini kutlayan Aiellerin arasından geçti. Bazı çadırlar inlemelerle, diğerleri zafer naralarıyla doluydu. Şimdi çiçeğe durmuş olan Thakan’dar vadisinde her çeşit insan koşuyordu. Bazıları yaralı arıyor, diğerleri o son, karanlık anlardan canlı kurtulan arkadaşlarını görüp sevinçle bağırıyorlardı.

Aieller Perrin’e seslendi: “Hey, demirci, bize katıl!” Ama Perrin onların kutlamasına katılmadı. Muhafızları arıyordu. Başıboş Myrddraaller ya da intikam alma fırsatını kaçırmayacak Draghkarlar hakkında endişelenecek kadar sağduyulu birileri olmalıydı buralarda. Gerçekten de, kampın ortasında, büyük bir çadırı koruyan bir grup savunucu buldu. Rand’a ne olmuştu?

Gözlerinin önünde renkler dönmedi. Rand’ın imgesi belirmedi. Perrin artık belli bir yöne çekiştirildigini hissetmiyordu.

Bunlar çok kötü işaretler gibi geliyordu.

Uyuşmuş bir halde korumaları itti ve çadıra girdi. Bu savaş meydanında bu kadar büyük çadırı nasıl bulmuşlardı? Her şey ezilmiş, patlamış ya da yanmıştı.

İçerisi şifalı ot kokuyordu ve pek çok bez parçasıyla küçük odalara bölünmüştü.

“Her şeyi denedim,” diye fısıldadı bir ses. Damer Flinn’in sesi. “Olanları hiçbir şey değiştiremez. O…”

Perrin devam ettiği zaman Nynaeve’le Flinn’i bölmelerden birinde, bir şiltenin yanında buldu. Rand, temizlenmiş ve giydirilmiş bir halde orada yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Moiraine yanında diz çökmüş, elini yüzüne dayamış, Rand dışında kimsenin duyamayacağı şekilde fısıldıyordu. “İyi iş başardın Rand. İyi iş başardın.”

“Yaşıyor mu?” diye sordu Perrin, eliyle yüzündeki teri silerek.

“Perrin!” dedi Nynaeve “Ah, Işık. Korkunç görünüyorsun. Otur, seni hödük! Yoksa düşeceksin. İki kişiye hastabakıcılık etmek istemiyorum.”

Nynaeve’in gözleri kızarmıştı. “O ölüyor, değil mi?” diye sordu Perrin. “Onu canlı çıkardınız, ama yine de ölecek.”

“Otur,” diye emretti Nynaeve, bir tabure göstererek.

“O emre köpekler uyar Nynaeve,” dedi Perrin, “kurtlar değil.” Çömeldi ve elini Rand’ın omzuna koydu.

Beni çekiştirdiğini hissetmedim, görüler de görmedim, diye düşündü Perrin. Artık ta’veren değilsin. Ben de değilim sanırım. “Üçünü çağırdınız mı?” diye sordu Perrin. “Min, Elayne ve Aviendha. Onu son bir kez ziyaret etmeleri lazım.”

“Tek söyleyebildiğin bu mu?” diye azarladı onu Nynaeve.

Perrin başını kaldırıp ona baktı. Kollarını kavuşturma tarzı, kendini yıkılmaktan korumaya çalışıyormuş gibi görünmesine sebep oluyordu. Ağlamamak için kendine sarılıyormuş gibi.

“Başka kimler öldü?” diye sordu Perrin, kendini hazırlayarak. Nynaeve’in yüzünden belliydi. Birini kaybetmişti bile.

“Egwene.”

Perrin gözlerini yumarak nefes verdi. Egwene. Işık.

Hiçbir şaheser bedelsiz olmaz, diye düşündü. Bu, o demiri dövmeye değmediği anlamına gelmez. Yine de… Egwene?

“Senin suçun değil Nynaeve,” dedi Perrin, gözlerini açarak.

“Elbette değil. Benim suçum olmadığını biliyorum uyuşuk beyinli aptal.” Nynaeve sırtını döndü.

Perrin ayağa kalktı, Nynaeve’e sarıldı ve demirci elleriyle sırtını okşadı. “Üzgünüm.”

“Ben… sizi kurtarmak için ayrılmıştım köyden,” diye fısıldadı Nynaeve. “Sırf sizi korumak için geldim.”

“Korudun da Nynaeve. Rand’ı korudun ve bu sayede yapması gerekeni yapabildi.”

Nynaeve sarsılıyordu. Perrin onun ağlamasına izin verdi. Işık. Kendisi de birkaç damla gözyaşı döktü. Nynaeve bir an sonra sertçe çekildi, akabinde çadırdan dışarı fırladı.

“Denedim,” dedi Flinn çaresizlik içinde, Rand’a bakarak “Nynaeve de denedi. Moiraine Sedai’nin angrealini kullanarak birlikte denedik. Hiçbir şey işe yaramadı. Onu nasıl kurtaracağımızı kimse bilmiyor.”

“Elinizden geleni yaptınız,” dedi Perrin, yandaki bölmenin içine bakarak. Oradaki şiltede bir başka adam yatıyordu. “Onun burada ne işi var?”

“Onları bir arada bulduk,” dedi Flinn. “Onu çukurdan dışarı Rand taşımış olmalı. Lord Ejder’in neden Terkedilmişlerden birini kurtarmak istediğini bilmiyoruz, ama fark etmez. Ona da Şifa veremiyoruz. Ölüyorlar. İkisi de.”

“Min, Elayne ve Aviendha’yı çağırt,” dedi Perrin yine. Duraksadı. “Hepsi hayatta mı?”

“Aiel kız epey hırpalanmış,” dedi Flinn. “Korkunç görünüşlü bir Aes Sedai’nin açtığı kapıyoldan birlikte geldiler. Aes Sedai onu taşıyordu neredeyse. Yaşayacak, ama gelecek senelerde ne kadar yürüyebilecek, bilmiyorum.”

“Haber ver. Hepsine.”

Flinn başını salladı ve Perrin, Nynaeve’in peşinden dışarı çıktı. Görmeyi umduğu şeyi gördü. Nynaeve’in dışarı çıkmasını sebebini. Çadırın hemen dışında, Lan ona sıkı sıkı sarılmıştı. Adam Perrin’in hissettiği kadar kanlı ve yorgun görünüyordu. Göz göze geldiler ve birbirlerine başlarını salladılar.

“Pek çok Rüzgarbulan burasıyla Merrilor arasında kapıyol açtı,” dedi Lan, Perrin’e. “Karanlık Varlık yine zindanına kapatıldı. Lanetli Topraklar’da çiçekler açıyor ve artık oraya da kapıyollar açılabiliyor.”

“Teşekkür ederim,” dedi Perrin, onun yanından geçerek. “Acaba… Faile hakkında bir şey duyan var mı?”

“Hayır demirci. Onu en son Borazancı duymuş, ama sonra Faile ondan ayrılmış ve Trollocların dikkatini ondan uzağa çekmek için savaş meydanına girmiş. Üzgünüm.”

Perrin başını salladı. Mat ve Olver’le konuşmuştu zaten. Ona öyle geliyordu ki… neler olduğu hakkında düşünmekten kaçınmaya çalışıyordu.

Düşünme, dedi kendi kendine. Buna cüret bile etme. Kendini hazırladı ve sonra Lan’in bahsettiği kapıyolu bulmaya gitti.


“Affedersiniz,” dedi Loial, çadırın yanında oturan Mızrağın Kızlarına. “Matrim Cauthon’u gördünüz mü?”

“Oosquai?” diye sordu biri gülerek ve bir tulum uzatarak.

“Hayır hayır,” dedi Loial. “Matrim Cauthon’u bulup savaş hakkında anlatacaklarını dinlemem lazım. Henüz tazeyken. Herkesin duyduklarını ve işittiklerini anlatması lazım ki hepsini yazabileyim. Bundan daha iyi bir zaman olmayacak.”

Ve, diye itiraf etti kendi kendine, Mat’le Perrin’i görmek istiyorum. İyi olduklarını görmek istiyorum. Çok şey olmuştu; arkadaşlarıyla konuşmak ve iyi olduklarından emin olmak istiyordu. Rand’a olanlar düşünülünce…

Aiel kadın ona sarhoş sarhoş gülümsedi. Loial içini çekti ve kampta yürümeye devam etti. Gün bitiyordu. Son Savaş’ın günü! Artık Dördüncü Çag’dı, değil mi? Bir çağ gün ortasında başlayabilir miydi? Takvimler için hiç uygun olmazdı, değil mi? Ama herkes aynı fikirdeydi. Rand Delik’i öğlen kapatmıştı.

Loial kampta yürümeye devam etti. Shayol Ghul’ün dibinden ayrılmamışlardı. Nynaeve çok endişeli olduğunu, Rand’ı yerinden oynatmak istemediğini söylemişti. Loial aramaya, çadırların içine bakmaya devam etti. Bir sonraki çadırda, kır saçlı general Ituralde’yi buldu. Dört Aes Sedai çevresini almıştı.

“Bakın,” dedi Ituralde. “Hayatım boyunca Arad Doman krallarına hizmet ettim. Yeminler ettim.”

“Alsalam öldü,” dedi Saerin Sedai, sandalyenin yanından. “Tahta birinin oturması lazım.”

“Saldaea’da kargaşa var,” diye ekledi Elswell Sedai. “Artık Andor’la arasında bağlar da olduğundan, tahta kimin çıkacağı işi karmaşık bir iş. Arad Doman öndersiz kalmayı göze alamaz. Tahta sen oturmalısın Rodel Ituralde. Bunu hemen yapmalısın.”

“Tüccarlar Heyeti…”

“Hepsi öldü ya da kayboldu,” dedi bir başka Aes Sedai.

“Yeminler ettim…”

“Kralın olsa ne yapmanı isterdi?” diye sordu Yukiri Sedai. “Krallığın dağılıp gitmesine seyirci kalmanı mı? Güçlü olmak zorundasın Lord Ituralde. Arad Doman’ın öndersiz kalması için hiç de uygun bir zaman değil.”

Loial uzaklaştı ve sonra adam için üzülerek başını iki yana salladı. Dört Aes Sedai. Daha gün bitmeden Ituralde tacı takmış olacaktı.

Loial ana Şifa çadırında durup, Mat’i gören olup olmadığını sordu. Bu savaş meydanına gelmişti ve insanlar gülümsediğini, sağlıklı olduğunu söylüyordu, ama… eh, Loial kendi gözleriyle görmek istiyordu. Onunla konuşmak istiyordu.

Çadırın içinde, tavan yüksekliği yüzünden Loial’ın kamburunu çıkarması gerekti. İnsanlar için büyük bir çadır, Ogier standartlarına göre küçüktü.

Rand’a baktı. Arkadaşı öncekinden de kötü görünüyordu. Lan duvarın dibinde duruyordu. Eskiden hadoriyi taktığı gibi, bir taç takmıştı – basit, gümüş bir şerit. Bu tuhaf değildi, ama Nynaeve’in taktığı benzer taç Loial’ı irkiltti.

“Haksızlık bu,” diye fısıldadı Nynaeve. “Diğeri iyiye giderken o neden ölsün?”

Nynaeve endişeli görünüyordu. Gözleri hâlâ kırmızıydı, ama önceden, onlardan bahseden birini paylamıştı, bu yüzden Loial hiçbir şey söylemedi. İnsanlar genellikle onun hiçbir söylemesini istemiyormuş gibi görünüyordu. Bu kadar telaşlı yaşayan yaratıklar için tuhaf bir tavır.

Nynaeve, Loial’e baktı ve Loial başını ona doğru eğdi.

“Loial,” dedi Nynaeve. “Arayışın nasıl gidiyor?”

“İyi değil,” dedi Loial, yüzünü buruşturarak. “Perrin beni görmezden geldi ve Mat’i de bulamıyorum.”

“Hikâyelerin birkaç gün bekleyebilir İnşaatçı,” dedi Lan.

Loial itiraz etmedi. Lan kral olmuştu ne de olsa. Ama… hayır, hikâyeler bekleyemezdi. Loial’in yazacağı tarihin doğru olması için taze olmaları gerekiyordu.

“Korkunç bir şey bu,” dedi Flinn, Rand’a bakmaya devam ederek. “Ama, Nynaeve Sedai… Çok tuhaf. Üçü de aldırış etmiyormuş gibi. Daha endişeli olmaları gerekmez mi…?”

Loial yanlarından ayrıldı, ama yakındaki bir çadırda kalan Aviendha’yı ziyaret etti. Aviendha oturmuştu ve bir sürü kadın çarpılmış, kanayan ayaklarıyla ilgileniyordu. Aviendha pek çok ayak parmağını kaybetmişti. Loial’i görünce başını salladı. Şimdiye kadar verilen Şifâ acısını almıştı anlaşılan. Yorgun görünüyordu, ama acı çekmiyor gibiydi.

“Mat?” diye sordu Loial umutla.

“Onu görmedim Halan oğlu Arent oğlu Loial,” diye yanıt verdi Aviendha. “En azından, biraz önce sorduğundan bu yana görmedim.”

Loial kızardı ve Aviendha’nın yanından ayrıldı. Dışarıda Elayne ile Min’in yanından geçti. Onların hikâyelerini de dinleyecekti –birkaç soru sormuştu bile– ama üç ta’veren… onlar çok önemliydi! İnsanlar neden hiç oturmuyor, devamlı ortalıkta koşuşturuyorlardı? Asla durup düşünmüyorlardı. Bu önemli bir gündü.

Ama gerçekten tuhaftı. Min ve Elayne. Rand’ın yanında olmaları gerekmiyor muydu? Elayne kayıplar ve mülteci erzakları hakkında raporları alıyor gibiydi. Min ise oturmuş, dalgın gözlerle Shayol Ghul’e bakıyordu. İkisi de ölüm döşeğindeki Rand’ın yanında oturup elini tutmuyordu.

Eh, diye düşündü Loial, belki de Mat gizlice yanımdan geçip Merrilor’a dönmüştür. Asla yerinde durmuyordu bu insanlar. Her zaman aceleciydiler…


Matrim Cauthon, Merrilor’un güneyinde, ceset yığınlarının uzağında kurulmuş Seanchan kampına kasıla kasıla girdi.

Çevresinde Seanchan erkek ve kadınları inleyerek ellerini ağızlarına götürdüler. Mat şapkasını eğerek onlara selam verdi.

“Kuzgun Prensi!” sözleri usulca ondan önce kampa yayıldı, soğuk bir gecedeki son brendi şişesi gibi ağızdan ağıza aktarıldı.

Mat, kampın ortasında, büyük bir harita masasının yanında durmuş, Selucia’yla konuşmakta olan Tuon’a yaklaştı. Mat, Karede’nin hayatta kalmış olduğunu fark etti. Adam muhtemelen bu yüzden vicdan azabı çekiyordu.

Tuon, Mat’e baktı ve kaşlarını çattı. “Sen nerelerdeydin?”

Mat kolunu kaldırdı ve Tuon başını kaldırıp hiçliğe bakarak kaşlarını çattı. Mat döndü ve elini gökyüzüne daha fazla uzattı.

Kampın tepesinde geceçiçekleri patlamaya başladı.

Mat sırıttı. Aludra’yı ikna etmek gerekmişti, ama çok da zor olmamıştı. Kadın bir şeyleri patlatmaya bayılıyordu.

Daha tam olarak alacakaranlık değildi, ama yine de görkemli bir gösteriydi. Aludra ejdercilerin yansını havaifışek yapmak ve tozları kullanmak konusunda eğitmişti. Sır saklamayı eskisi kadar sevmiyor gibiydi.

Gösterinin gürültüleri her yerde yankılanıyordu.

“Havaifişek mi?” diye sordu Tuon.

“Benim ve senin diyarlarımızın tarihindeki en iyi kahrolası havai fişek gösterisi,” dedi Mat.

Tuon kaşlarını çattı. Patlamalar kara gözlerine yansıyordu. “Hamileyim,” dedi. “Kadergören de onayladı.”

Mat, havai fişekler midesinde patlamış gibi sarsıldı. Bir varis. Bir oğlan, kuşkusuz! Oğlan olması olasılığı ne kadardı? Mat zorla sırıttı. “Eh, artık bir varisin olduğuna göre, ben artık özgürüm demektir.”

“Bir varisim var,” dedi Tuon, “ama artık özgür olan benim. Artık istersem seni öldürtebilirim.”

Mat’in sırıtışı genişledi. “Eh, ne yapabileceğimize bakarız artık. Söylesene, hiç zar atar mısın?”

Perrin ölülerin arasında oturdu ve sonunda ağlamaya başladı.

Beyazlı gai’shainlar ve şehirli kadınlar ölülerin arasında aranıyorlardı. Faile’den iz yoktu. Hem de hiç.

Devam edemeyeceğim. En son ne zaman uyumuştu? Mayene’deki o gece. Bedeni, o uykunun yeterli olmadığını söyleyerek yakınıyordu. Perrin ondan önce de kendini çok zorlamıştı ve kurt düşünde geçirdiği süre haftalarda denkti.

Lord ve Leydi Bashere ölmüşlerdi. Faile yaşasa kraliçe olacaktı. Perrin sarsılıyor, titriyordu, ama artık hareket edecek hali kalmamıştı. Bu savaş meydanında yüz binlerce ölü vardı. Diğer arayıcılar yaşam işareti vermeyen bedenleri işaretliyor ve aramaya devam ediyorlardı. Perrin onlardan Faile’i aramalarını istemişti, ama yaşayanları aramak zorundaydılar.

Kararan gökyüzünde havaifişekler patladı. Perrin başını ellerine aldı, sonra yana kaydı ve cesetlerin arasına yığıldı.


Gökyüzündeki gösteriyi görünce Moghedien irkildi. Her patlamada, Sharalıları yarıp geçen o ölümcül ateşi görüyordu. O ışık fışkırmasını, o panik anını.

Ve sonra… ve sonra karanlık. Çok geçmeden uyanmıştı. Sharalıların cesetleri arasında, ölü sanılarak bırakılmıştı. Kendine geldiğinde, o budalaları savaş meydanının her yerinde bulmuştu. Günü kazandıklarını iddia ediyorlardı.

İddia mı? diye düşündü, yeniden patlamaya başlayan havaifişekler karşısında irkilerek. Yüce Efendi düştü. Her şeyi kaybetmişlerdi.

Hayır. Hayır. Kararlı adımlarla, kuşku uyandırmadan yürümeye devam etti. Bir işçiyi boğmuş, azıcık yönlendirip örgüyü içeri alarak onun biçimine bürünmüştü. Buradan kaçmasına yetmesi gerekirdi. Havadaki pis kokuyu duymazdan gelerek cesetlerin arasından geçmeye devam etti.

Her şeyi kaybetmemişlerdi. Hâlâ yaşıyordu. O bir Seçilmiş’ti! Bunun anlamı… bunun anlamı, düşük insanların arasında İmparatoriçe olacağıydı. Yüce Efendi yine hapsedilmişti, yani onu cezalandıramazdı. Ve Seçilmişlerin hepsi olmasa bile, çoğu ölmüş ya da hapsedilmişti. Eğer bu doğruysa, kimse Moghedien’in bilgisiyle boy ölçüşemezdi.

Bu aslında işe yarayabilirdi. Bu bir zafer olabilirdi. Moghedien cour’souvrasını tutarak –neyse ki hâlâ sağlamdı– devrilmiş bir arabanın yanında durdu. Geniş geniş gülümsedi ve sonra yolunu aydınlatmak için küçük bir ışık ördü.

Evet… Açık gökyüzüne bak, fırtına bulutlarına değil. Bunu avantaja çevirebilirdi. Birkaç sene içinde, dünyaya hükmediyor olabilirdi!

Soğuk bir şey boynuna dolandı.

Moghedien dehşet içinde uzandı ve sonra çığlık attı. “Hayır! Yine olmaz!” Takındığı biçim eriyip gitti ve Tek Güç’ü kaybetti.

Arkasında kendini beğenmiş bir sul’dam duruyordu. “Kendine Aes Sedai diyenleri yakalayamayacağımız söylendi. Ama sen, sen onların yüzüklerinden birini takmamışsın ve yanlış bir şey yapmış biri gibi sinsi sinsi dolaşıyorsun. Yokluğunu kimsenin hissedeceğini sanmıyorum.”

“Beni bırak!” dedi Moghedien, a’damı pençeleyerek. “Beni bırak, seni…”

Acıyla yere yığıldı ve kıvranmaya başladı.

“Adım Shanan,” dedi sul’dam, bir başka kadın, peşinde bir damaneyle yaklaşırken. “Ama sen bana hanımım diyebilirsin. Seni bir an önce Ebou Dar’a ulaştırmalıyız bence.”

Arkadaşı başını salladı ve damane bir kapıyol açtı.

Moghedien’i kapıyoldan sürükleyerek geçirmek zorunda kaldılar.


Nynaeve, Shayol Ghul’deki Şifa çadırından çıktı. Güneş ufkun altına batmak üzereydi.

“Öldü,” diye fısıldadı dışarıda toplanmış küçük kalabalığa.

Sözcükleri söylemek, kendi ayaklarına tuğla düşürmek gibiydi. Ağlamadı. O gözyaşlarını çoktan dökmüştü. Ama bu, canının yanmadığı anlamına gelmiyordu.

Lan arkasından çadırdan çıktı ve kolunu Nynaeve’in omuzlarına doladı. Nynaeve elini kaldırıp onun elini tuttu. Yakında, Min’le Elayne bakıştılar.

Gregorin, Darlin’e fısıldadı – çadırının yıkıntıları arasında, yarı ölü bulunmuştu. İkisi kaşlarını çatarak kadınlara baktılar. Nynaeve, Gregorin’in sözlerinin bir kısmını duydu. “… Aiel vahşisinin kalpsiz olmasını beklemiştim. Belki Andor Kraliçesi’nin de. Ama diğeri? Tek damla gözyaşı dökmedi.”

“Şok geçiriyorlar,” diye yanıt verdi Darlin.

Hayır, diye düşündü Nynaeve, Min’le Elayne’i inceleyerek. O üçü benim bilmediğim bir şey biliyor. Ağızlarından kerpetenle almam gerekecek.

“Affedersin,” dedi Nynaeve, Lan’den uzaklaşarak.

Lan peşinden geldi.

Nynaeve ona dönerek tek kaşını kaldırdı.

“Gelecek birkaç hafta boyunca benden kurtulamayacaksın Nynaeve,” dedi Lan. Aralarındaki bağda aşk akıyordu, “İstesen bile.”

“İnatçı öküz,” diye homurdandı Nynaeve. “Hatırladığım kadarıyla, tek başına sözde kaderine gitmek için beni bırakmakta ısrar eden şendin.”

“Ve sen o konuda haklıydın,” dedi Lan, “Sık sık olduğun gibi.” Bunu o kadar sakin söylemişti ki adama öfkelenmek zordu.

Dahası, Nynaeve’i asıl kızdıran kadınlardı. İlk olarak Aviendha’yı seçti ve Lan’le birlikte onun yanına yollandı.

“…Rhuarc öldüğüne göre,” diyordu Aviendha, Sorilea ile Bair’e, “gördüklerim değişebiliyor olmalı. Değişmeye başladı bile.”

“Görünü ben de gördüm Aviendha,” dedi Bair. “Ya da farklı gözlerle benzer bir şey gördüm. Bence o, olmasına izin vermememiz gereken bir şey hakkında bir uyarı.”

Diğer ikisi başlarını salladılar. Sonra Nynaeve’e döndüler ve yüzleri Aes Sedailerinki kadar ifadesiz oldu. Aviendha da diğerleri kadar kötüydü, ayakları sargılar içinde, sakin sakin sandalyesinde oturuyordu. Bir gün yine yürüyebilirdi, ama bir daha asla savaşamayacaktı.

“Nynaeve al’Meara,” dedi Aviendha.

“Rand’ın öldüğünü söyledim. Duydun mu?” diye sordu Nynaeve. “Sessizce gitti.”

“Yaralanmış olan düşten uyandı,” dedi Aviendha sakin sakin. “Herkesin uyanması gerektiği gibi. Yücelik içinde öldü ve yücelik içinde kutlanacak.”

Nynaeve eğildi. “Tamam,” dedi tehditkar bir biçimde, Kaynak’a kucak açarak. “Çıkar ağzındaki baklayı. Seni seçtim, çünkü benden kaçamazsın.”

Bir anlığına Aviendha’nın yüzünde korku olabilecek bir duygu belirdi. Sonra yok oluverdi. “Cenaze ateşini hazırlayalım.”


Perrin kurt düşünde koşuyordu. Yalnız başına.

Diğer kurtlar onun acısı karşısında hissettikleri kederle uluyordu. Perrin onların yanından geçtikten sonra kutlamalarına geri döneceklerdi, ama bu duygudaşlıklarını daha az gerçek kılmıyordu.

Perrin ulumadı. Bağırmadı. Genç Boğa oldu ve koştu.

Burada olmak istemiyordu. Uyumak istiyordu. Gerçekten uyumak. Orada acı hissetmezdi. Burada hissediyordu.

Onu bırakmamalıydım.

İnsanlara ait bir düşünce. Neden düşüncelerine sızmıştı!

Ama ne yapabilirdim? Ona billurdanmış gibi davranmamaya söz verdim.

Koş. Hızlı koş. Bitkinlik gelene kadar koş!

Rand’a gitmem gerekiyordu. Zorunluydum. Ama bunu yaparak onu yalnız bıraktım!

Bir anda İki Nehir’e gitti. Oradan, ırmak boyuna. Kıraç’a, sonra geriye, Falme’ye doğru koştu.

İkisini birden tutup, sonra birini bırakmam nasıl beklenebilirdi?

Tear’a. Sonra İki Nehir’e. Hırlayarak, bir bulanıklık halinde, elinden geldiğince hızlı hareket ediyordu. Burada. Burada onunla evlenmişti.

Burada uludu.

Caemlyn, Cairhien. Dumai Kuyuları.

Burada bir tanesini kurtarmıştı.

Cairhien, Ghealdan, Malden.

Burada diğerini kurtarmıştı.

Hayatında iki güç. Her biri onu ayrı ayrı yönlere çekiştiren. Genç Boğa sonunda Andor’da bir yerde, tepelerin yakınında yere yıkıldı. Tanıdık bir yer.

Elyas’a rastladığım yer.

Yine Perrin oldu. Düşünceleri kurt düşünceleri değildi, sorunları kurt sorunları değildi. Rand’ın fedakarlığından sonra, bulutlardan arınmış gökyüzüne baktı. Ölürken arkadaşının yanında olmak istemişti.

Bu sefer, öldüğü yerde Faile’le birlikte olacaktı.

Çığlık atmak istiyordu, ama bir işe yaramazdı. “Boşvermem gerekiyor, değil mi?” diye fısıldadı gökyüzüne. “Işık. İstemiyorum. Ders aldım. Malden’den ders aldım. Bir daha yapmadım! Bu sefer yapmam gerekeni yaptım.”

Yakında bir yerde, gökyüzünde bir kuş haykırdı. Kurtlar uludu. Avlanan kurtlar.

“Öğrendim…”

Bir kuşun feryadı.

Atmaca sesi gibiydi.

Perrin ayağa fırladı ve döndü. Orada. Bir anda yok oldu ve tanımadığı bir açıklıkta belirdi. Hayır, bu alanı tanıyordu. Tanıyordu! Burası Merrilor’du, ama kansız, ezilip çamura dönmüş çimenleri olmayan, patlatılmış, parçalanmış bir yer olmayan Merrilor.

Burada minik bir atmaca buldu – eli kadardı; kırık bacağı bir taşın altında kalmış, usul usul ağlıyordu. Kalbi çok hafif atıyordu.

Perrin kükreyerek uyandı, kurt düşünden zorlukla çıktı. Cesetlerle dolu meydanda durdu ve gökyüzüne bağırdı. Yakındaki arayıcılar korku içinde dağıldılar.

Nerede? Karanlıkta aynı yeri bulabilir miydi? Koştu, cesetlere takılarak tökezledi, yönlendiricilerin ve ejderlerin açtığı çukurları aştı. Durdu ve bir o yana, bir bu yana baktı. Nerede Nerede!

Çiçeksi sabun. Havada bir zerre parfüm. Perrin o tarafa koştu ve göğsüne dek başka cesetlerin arasına gömülmüş, dev bir Trolloc’u omuzladı. Altında bir atın leşini buldu. Ne yaptığını ya da gereken gücü düşünemeden atı kenara sürükledi.

Altında, Faile yerdeki küçük bir çukurda yatıyordu. Nefesleri sığdı. Perrin bağırdı ve dizleri üzerine çöktü, onu kollarına aldı ve kokusunu içine çekti.

Kurt düşüne sekmek, Faile’i kuzeye, Nynaeve’in olduğu yere taşımak ve kurt düşünden çıkmak iki yürek atımı kadar zaman aldı. Birkaç saniye sonra, Faile’e kollarında Şifa verildiğini hissetti. Bunun için bile bırakamamıştı onu.

Faile, atmacası, titredi ve kıpırdandı. Sonra gözlerini açtı ve ona gülümsedi.


Diğer kahramanlar gitmişti. Akşam yaklaşırken, Birgitte hâlâ oradaydı. Yakında, askerler Rand al’Thor’un cenaze ateşini hazırlıyordu.

Birgitte çok fazla kalamazdı, ama şimdilik… evet, kalabilirdi. Kısa bir süre. Desen buna izin verirdi.

“Elayne?” dedi Birgitte. “Bir şey biliyor musun? Ejder hakkında?”

Elayne solan ışıkta omuzlarını silkti. İkisi, Yenidendoğan Ejder’in cenazesinin yakılmasını izlemek üzere toplanan kalabalığın arkasındaydılar.

“Ne planladığını biliyorum,” dedi Birgitte, Elayne’e. “Boru hakkında.”

“Ne planlıyormuşum?”

“Onu saklamayı,” dedi Birgitte, “oğlanı da alıkoymayı. Bir Andor hazinesi olarak. Ya da belki ulusun silahı.”

“Belki.”

Birgitte gülümsedi. “O zaman iyi ki onu uzaklara göndermişim.”

Elayne, Rand’ın cenazesini hazırlayanları görmezden gelerek ona döndü. “Ne?

“Olver’i gönderdim,” dedi Birgitte. “Güvendiğim korumalarla. Olver’e, kimsenin bakmayacağı, kendisinin de unutacağı bir yer bulmasını ve Boru’yu içine atmasını söyledim. Tercihan okyanusa.”

Elayne usulca nefes verdi, sonra cenaze için toplanan odun yığınına döndü. “Çekilmez bir kadınsın.” Duraksadı. “Beni bu kararı vermek zorunda kalmaktan kurtardığın için teşekkür ederim.”

“Böyle düşüneceğinden emindim.” Aslında, Birgitte Elayne’in anlaması için uzun zaman geçmesi gerekeceğini düşünüyordu. Ama Elayne son birkaç hafta içinde büyümüştü. “Hem hiç de çekilmez olduğumu sanınıyorum, çünkü son birkaç ay içinde beni çekmek konusunda harika iş çıkardın.”

Elayne yine ona döndü. “Veda ediyorsun sanki.”

Birgitte gülümsedi. Bazen, geldiği zaman, hissediyordu. “Ediyorum.”

Elayne üzüldü. “Böyle mi olmak zorunda?”

“Yeniden doğuyorum Elayne,” diye fısıldadı Birgitte. “Şu anda. Bir yerlerde, bir kadın doğurmaya hazırlanıyor ve ben de o bedene gireceğim. Oluyor.”

“Seni kaybetmek istemiyorum.”

Birgitte güldü. “Eh, belki bir daha karşılaşırız. Şimdilik benim için mutlu ol Elayne. Bu, döngünün devam ettiği anlamına geliyor. Yine onunla birlikte olacağım. Gaidal’la… Ondan yalnızca birkaç yaş küçük olacağım.”

Elayne yaşlı gözlerle onun kolunu tuttu. “Barış ve huzur Birgitte. Teşekkür ederim.”

Birgitte gülümsedi, sonra gözlerini kapattı ve kendini bıraktı.


Akşam çökerken, Tam eskiden en çok korktuğu yer olan yere, Shayol Ghul’e baktı. Güneşin son ışınları altında, burada büyüyen bitkiler, açan çiçekler, yerdeki silahların çevresinde, cesetlerin üzerinde yetişen çimenler görünüyordu.

Bu bize armağanın mı oğul? diye düşündü. Son armağanın?

Tam yakındaki çukurda çıtırdayan küçük, titrek alevden meşalesini yaktı. Yürümeye başladı. Gecenin içinde duran sıraların arasından geçti. Çok kişiye Rand’ın cenazesini haber vermemişlerdi. Hepsi gelmek isterdi. Belki hepsi gelmeyi hak ediyordu. Aes Sedailer, Egwene için görkemli bir cenaze töreni planlıyordu. Tam oğlu için sessiz bir töreni tercih ediyordu.

Rand sonunda dinlenebilecekti.

Başlarını eğmiş bekleyen insanların yanından geçti. Tam dışında hiç kimse ışık taşımıyordu. Diğerleri karanlıkta bekliyordu, yaklaşık iki yüz kişilik bir kalabalık, cenaze için yığılmış odunların çevresini almıştı. Tam’in meşalesi ciddi yüzlerden turuncu turuncu yansıyordu.

Meşalesine rağmen, gece vakti, Aielleri Aes Sedailerden, İki Nehirlileri Tear kralından ayırt etmek imkansızdı. Hepsi gecenin içinde şekillerdi, Yenidendoğan Ejder’in cesedini selamlıyorlardı.

Tam yığına yaklaştı. Ciddi yüzlerle, el ele duran Thom ile Moiraine’in yanında durdu. Moiraine uzandı ve Tam’in kolunu nazikçe sıktı. Tam cesede baktı, ateşin ışığında oğlunun yüzünü gördü. Gözlerindeki yaşı silmedi.

İyi iş başardın. Oğlum… çok iyi iş başardın.

Saygılı bir elle odunları yaktı.


Min kalabalığın önünde duruyordu. Omuzları çökmüş, başını alevlerin önünde eğmiş Tam’i izledi. Adam sonunda geri dönüp İki Nehirlilere katıldı. Abell Cauthon ona sarıldı ve arkadaşına usul usul bir şeyler fısıldadı.

Gecenin içinde başlar Min, Aviendha ve Elayne’e döndü. Üçünden bir şey bekliyorlardı. Bir tür gösteri.

Min, ciddi bir yüzle, diğer ikisiyle birlikte öne çıktı. Yürümek için Aviendha’nın iki Kız’ın yardımına ihtiyacı olmuştu, ama ayakta durmak için Elayne’e yaslanması yeterliydi. Kızlar geri çekildi ve üçü ateşin önünde yalnız kaldı. Elayne ve Min onunla birlikte durarak ateşin yanmasını, Rand’ın cesedini tüketmesini izlediler.

“Bunu gördüm,” dedi Min. “Onunla ilk tanıştığımda, bu günün geleceğini biliyordum. Üçümüz, burada, birlikte.”

Elayne başını salladı. “Şimdi ne olacak?”

“Şimdi…” dedi Aviendha. “Şimdi herkesin onun gerçekten gittiğine inandığından emin olacağız.”

Min başını salladı. Zihninin köşesindeki bağın zonkladığını hissediyordu. Her geçen an daha da güçleniyordu.


Rand al’Thor –yalnızca Rand al’Thor– karanlık bir çadırda tek başına uyandı. Biri şiltesinin yanında yanan bir mum bırakmıştı.

Derin derin nefes alarak gerindi. Uzun ve derin bir uyku çekmiş gibi hissediyordu. Canı acıyor olması gerekmez miydi? Her yanı tutulmuş? Ağrılar içinde? Bunların hiçbirini hissetmiyordu.

Böğrüne uzandı ve oradaki yaraları yokladı. Yarası yoktu. Uzun süredir ilk defa, acı hissetmiyordu. Bundan ne çıkaracağını bilmiyordu.

Sonra başını eğdi ve böğrünü yoklayan elinin sol eli olduğunu fark etti. Kahkaha atarak elini kaldırdı. Ayna, diye düşündü. Aynaya ihtiyacım var.

Çadırdaki yan bölmede bir ayna buldu. Görünüşe göre onu tamamen yalnız bırakmışlardı. Mumu kaldırarak küçük aynaya baktı. Moridin’in yüzü bakışlarına karşılık verdi.

Rand yüzüne dokundu, yokladı. Sağ gözünde tek bir saa asılıydı, ejder dişi biçiminde siyah bir leke. Hareket etmiyordu.

Rand uyandığı bölmeye geri döndü. Laman’ın kılıcı oradaydı; düzgünce katlanmış, farklı tarzlarda bir giysi yığınının tepesinde yatıyordu. Anlaşılan Alivia ne giymek isteyeceğini kestirememişti. Bunları bırakan oydu elbette. Farklı ulusların paralarıyla dolu bir kese de bırakmıştı. Kendisi giysilere ya da paraya aldırmazdı, ama Rand’ın ikisine de ihtiyaç duyacağını biliyordu.

Ölmene yardım edecek. Rand başını iki yana salladı. Giyindi, paraları ve kılıcı aldı ve sonra çadırdan dışarı süzüldü. Biri biraz öteye iyi bir at bırakmıştı, benekli bir iğdiş. Bu işine yarardı. Yenidendoğan Ejder’den at hırsızlığına. Rand kendi kendine güldü. Eyersiz binmesi gerekecekti.

Duraksadı. Yakında, karanlıkta, insanlar şarkı söylüyordu. Bu Shayol Ghul’dü, ama hatırladığı Shayol Ghul değil. Yaşamla dolu, çiçekli bir Shayol Ghul.

Söyledikleri şarkı, bir Sınırboylu ağıtıydı. Rand atı çekerek kalabalığa biraz yaklaştı. Çadırların arasından, üç kadının cenaze ateşinin yanında durduğu yere baktı.

Moridin, diye düşündü. Yenidendoğan Ejder olarak, şerefli bir biçimde yakılıyor.

Rand geriledi ve sonra benekli ata bindi. Bunu yaparken, bir şeklin ateşin yanında durmadığını fark etti. Tüm gözler ateşe dönükken, bu yalnız şekil onu izliyordu.

Cadsuane. Cadsuane onu tepeden tırnağa süzdü. Rand’ın cenaze ateşinin alevleri gözlerinden yansıyordu. Rand başını salladı, bir an bekledi, sonra atını çevirdi ve topukladı.


Cadsuane onun uzaklaşmasını izledi.

İlginç, diye düşündü. O gözler kuşkusunu doğrulamıştı. Bu, kullanabileceği bir bilgiydi. O zaman bu sahte cenazeyi izlemesine gerek yoktu.

Kampın içinde yürüdü ve doğrudan pusuya düştü.

“Saerin,” dedi, kadınlar çevresini alırken. “Yukiri, Lyrelle, Rubinde. Nedir bu?”

“Talimat istiyoruz,” dedi Rubinde.

“Talimat mı?” diye hıhladı Cadsuane. “Yeni Amyrlin’e sorun. Bu konuma getirecek zavallı bir kadın bulduğunuz zaman.”

Diğer kadınlar onunla birlikte yürümeye devam ettiler.

Kafasına dank edince, Cadsuane olduğu yerde kalakaldı.

“Ah, kan ve küller, hayır!” dedi Cadsuane, onlara dönerek. “Yo, yo, yo.”

Kadınlar, adeta avcı hayvanlar gibi, gülümsediler ona.

“Yenidendoğan Ejder’e sorumluluktan, çok bilgece bahsediyordun,” dedi Yukiri.

“Bu Çag’da kadınların daha iyi eğitime ihtiyaç duyduğunu söyler dururdun,” diye ekledi Saerin.

“Bu yeni bir Çağ,” dedi Lyrelle. “Bizi bekleyen pek çok güçlük var… ve bizi güçlü bir Amyrlin yönetmeli.”

Cadsuane gözlerini yumdu ve homurdandı.


Cadsuane’i geride bıraktığı zaman Rand rahat bir nefes aldı. Kadın alarm vermedi, ama o aralarına mesafe koyarken onu incelemeye devam etmişti. Rand omzunun üzerinden arkaya baktığı zaman, kadının başka Aes Sedailerle yürüdüğünü gördü.

Cadsuane onu endişelendiriyordu. Muhtemelen Rand’ın şüphelenmemesini dilediği bir şeyden şüpheleniyordu. Ama alarm vermesinden iyiydi.

Rand içini çekti, cebini karıştırdı ve bir pipo buldu. Bunun için teşekkür ederim Alivia, diye düşündü, diğer cebinde bulduğu keseden pipoya tütün doldurarak. İçgüdüyle, pipoyu yakmak için Tek Güç’e uzandı.

Hiçbir şey bulamadı. Boşlukta saidin yoktu, hiçbir şey yoktu. Rand duraksadı, sonra gülümsedi ve muazzam bir rahatlama hissetti. Yönlendiremiyordu. Emin olmak için, çekinerek Gerçek Kaynak’a uzandı. Orada da hiçbir şey yoktu.

Thakan’dar’ın yan tarafında, şimdi bitkilerle kaplı hafif bir yokuşa tırmanırken piposuna baktı. Karanlıkta onu bir anlığına inceledi, sonra piponun yanık olduğunu düşündü. Ve pipo yanıktı.

Rand gülümsedi ve güneye döndü. Omzunun üzerinden arkaya baktı. Cenaze ateşinin yanındaki üç kadın da ona dönmüş, doğrudan ona bakıyordu. Yanan cesedin ışığında, başka bir şey seçemese de onları seçebiliyordu.

Acaba hangisi peşimden gelecek, diye düşündü ve sonra daha da geniş gülümsedi. Rand al’Thor, kafan iyice şişti, değil mi? Bir ya da daha fazlasının peşinden geleceğini varsayıyorsun.

Belki hiçbiri gelmezdi. Belki, zamanı geldiğinde, hepsi gelirdi. Rand güldü.

Hangisini seçerdi? Min… ama hayır, Aviendha’yı bırakacak mıydı? Elayne. Hayır. Kahkaha attı. Seçemiyordu. Ona âşık üç kadın vardı ve hangisinin onu takip etmesini istediğini bilemiyordu. Herhangi biri olurdu. Hepsi de olurdu. Işık, adam. Umutsuz vakasın. Üç kadına ümitsizce âşıksın ve bundan kurtuluşun yok.

Atı topuklayarak eşkin kaldırdı ve güneye sürdü. Para dolu bir kesesi, iyi bir atı ve güçlü bir kılıcı vardı. Laman’ın kılıcı, isteyeceğinden de iyi bir kılıç. Kılıç dikkat çekebilirdi. İyi bir çeliği olan, gerçek bir balıkçıl damgalı kılıçtı.

Alivia ona ne kadar para verdiğinin farkında mıydı? Para hakkında çok şey bilmiyordu. Muhtemelen büyük kısmını çalmıştı, bu yüzden Rand yalnızca at hırsızı değildi. Eh, ona para bulmasını söylemişti ve o da bulmuştu. Rand taşıdığı parayla İki Nehir’de koca bir çiftlik satın alabilirdi.

Güneye. Doğu ya da batı da olurdu, ama her şeyden uzakta bir yere gitmek istediğine karar vermişti. İlk önce güneye, sonra belki kıyı boyunca batıya giderdi. Belki bir gemi bulurdu. Dünyada görmediği o kadar çok yer vardı ki. Birkaç savaş yaşamıştı, dev bir Evler Oyunu’na kapılmıştı. Hiç bulaşmak istemediği pek çok şey yaşamıştı. Babasının çiftliğini görmüştü. Ve saraylar. Pek çok saray görmüştü.

Ama dünyanın büyük kısmına rahat rahat bakamamıştı. İşte bu yeni olacak, diye düşündü. Kovalanmadan ya da oraya buraya hükmetmek zorunda kalmadan yolculuk etmek. Birinin odunlarını kesmek karşılığında ahırında uyuyabileceği türden bir yolculuk. Bunu düşündü ve kendini kahkahalar atarken buldu. İmkansız piposunu içerek güneye at sürdü. Ve o bunu yaparken, bir zamanlar lord, Yenidendoğan Ejder, kral, katil, âşık ve dost denmiş adamın çevresinde bir rüzgar doğdu.

Rüzgar serbestçe yükseldi, bulutsuz, açık bir gökyüzünde esti. Henüz gömülmemiş cesetlerin saçıldığı kırık bir arazinin üzerinden geçti. Arazi aynı zamanda kutlamalarla kaplıydı. Rüzgar, sonunda tomurcuklanmaya başlamış ağaçların dallarını gıdıkladı.

Rüzgar kocamış ormanların arasından, ışıl ışıl ovaların üzerinden güneye, keşfedilmemiş topraklara doğru esti. Bu rüzgar son değildi. Zaman Çarkı dönerken sonlar yoktur ve asla olmayacaktır.

Ama bir sondu.

Загрузка...