DÖRDÜ birkaç dakika geçe, yükleme bölmesinin kapağı bir köpekbalığının çenesi gibi aşağı doğru, yavaşça açıldı. Bir, birbuçuk metre uzakta, topraktan bir platform oluşturduktan sonra durdu.

Geminin yanındaki adamlar kapağın iki yanında durmuş, yukarı bakıyorlardı. Önce, geniş aralıklı iki çekici paleti, gümbürtüyle ileriye doğru kayarak, ortaya çıktı; sanki dev makina hırsla havaya fırlamaya hazırlanıyordu. Gri-sarı alt bölümünü görebiliyorlardı. Sonra sallandı ve öne doğru silkinirken platform yüzeyine öyle bir çarptı ki korkunç bir gürültü koptu. Paletlerin üstünde hareket ederek yere sert bir iniş yaptı ve toprağa dik bir açıdan tutundu. Bir sonraki saniye içinde Savunucu’nun yassı kafası dengelendi ve on, oniki metre kadar sonra, hoşnutluk verici bir gürlemeyle durdu.

“Evet, arkadaşlar,” — Mühendis kafasını küçük arka kapıdan dışarı uzatmıştı-“Gemiye girin, çünkü sıcak olacak ve en azından yarım saat içeride kalın. Veya daha da iyisi, önce Blackie’yi dışarı gönderin, radyoaktiviteyi kontrol etsin.”

Kapı kapandı. Üç adam, robotu da alarak tünele girdiler. Kısa bir süre sonra, tünelin ağzını tamamen dolduran metal bir parça ortaya çıktı. Savunucu’nun içinde, Mühendis, ekranları sildi, kadranları kontrol etti ve “Çalıştıralım,” dedi.

Savunucu’nun, etrafını küçük silindirlerin çevrelediği kısa ve ince burnu batıya döndü.

Mühendis engeli hedef artısında ortaladı, yanındaki tuşlara baktı ve gaza bastı.

Bir an ekran karardı ve Savunucu bir hava dalgasıyla ve gümbürtüyle sarsıldı. Sanki bir canavar, ağzını yere dayayıp oflamıştı. Ekran netleşti.

Kızgın bir bulut yükseldi ve etrafındaki hava bir sıvı gibi bulanıklaştı. Engelin on metrelik bir bölümü görünmez oldu, kırmızı bir akkorun çevrelediği buhar, alçak basınçtan dalga dalga yükseldi. Az ileride, erimiş cam Güneş’te parladı.

“Aşırı güç var,” diye düşündü Mühendis, ama tek söylediği, “Hadi gidelim,” oldu. Hantal gövde kratere doğru tuhaf bir hafiflikle hareket etti; mürettebat bu aracın bu kadar sarsıntısız çalıştığını ilk kez görüyordu. Tabanda kızgın camın bir kısmı katılaşmaya başlamıştı. “Biz barbarız,” diye düşündü Doktor. “Ne arıyorum ben burada?”

Mühendis, yönde hafif bir düzeltme yaptıktan sonra hızı arttırdı. Paletler kolay ve yumuşak dönüyor, Savunucu bir otobandaymış gibi ilerliyordu. Saatte kırk millik bir hızla gittiklerini hissettirecek en ufak bir hareket yoktu.

“Tepeyi açabilir miyiz?” diye sordu, alçak bir koltukta oturan Doktor. Omzunun üzerinde lombar kapağı gibi, küçük, dışbükey bir ekran vardı.

“Elbette,” dedi Mühendis ve düğmeye bastı.

Taretin kenarlarından iğne biçimli damlalar halinde çıkan bir sıvı, zırhlı plakaların üstündeki radyoaktif kül kalıntılarını yıkadı. Her şey netleşti — baş açıldı, tepe kapak arkaya kaydı ve yanlar gövdeye yapıştı-şimdi koruyucu ola rak yalnızca, etraflarını çeviren kalın bir rüzgarkıranla gidiyorlardı. Hava akımı saçlarını darmadağın yapıyordu.

“Korkarım Kaptan haklıydı,” dedi Kimyager. Manzara değişiyordu. Kum denizinin üstünde gidiyorlardı; ağır araç yüzgeç biçimli kum tepeciklerinden giderken aynı ritimle hafifçe sallanıyordu. Mühendis hızı artırdı, ama yolculuk daha sarsıntılı geçmeye başladı. Paletler kum tabakalarını dağıtıyor, bu arada kumlar içeriye de giriyordu.

Otuzuncu milde aşırı sarsıntı kesildi. Bu şekilde iki saatten fazla gittiler.

“Evet. Sanırım haklıydı,” dedi Mühendis, yönü batıdan güneybatıya çevirirken.

Bir sonraki saatte de hiçbir değişiklik olmadı ve biraz daha güneye döndüler. Şu ana kadar doksan mil gitmişlerdi.

Kurnun cinsi değişti. Uzun bir kuyruk gibi arkalarında kalan kısım beyaz ve berrak iken, önlerindeki, kırmızımsı ve kalındı, paletler altüst ettiğinde de bulutlar halinde havalanmıyordu. Tepecikler giderek azaldı ve alçaldı. Arasıra, gömülmüş çalıların dışarı çıkmış saplarının üstünden geçiyorlardı. Uzakta, rotalarının biraz çaprazına düşen bulanık yamalar göründü. Mühendis onlara yöneldi. Görüntü hızla büyüdü ve birkaç dakika sonra adamlar, bunların topraktan yükselen, duvar parçaları gibi kalın, dikey dilimler olduğu… nu gördüler.

Her iki tarafından da erozyonun yuttuğu eğik.dış’ köşe: taşları yükselen dar bir geçide girdiler ve yavaşladılar. Koca bir taş yollarını tıkıyordu. Savunucu başını kaldırıp bu engelin üstünden kolayca geçti; kendilerini uzun, dar bir so’ kakta buldular. Dilimlerdeki çatlakların arasından, aşınmış ve gömülmüş başka yıkıntılar görünüyordu. Buradan, açık bir alana geçtiler, tepecikler yeniden ortaya çıktı, ama bu kez küçük paketler gibiydiler, toz çıkarmıyorlardı. Arazi aşağı doğru meyilleniyordu, düze indiği yerde ise, tepeleri kesik beyzbol sopaları gibi kayalar ve yıkıntılar vardı.

Zemin ufak taş döküntüleriyle doluydu. Bunu geçip bir başka yokuştan tekrar çıktılar. Yer sertleşmişti; paletler artık batmıyordu. İlk çalı kümeleri göründü. Siyaha yakın koyuluktaydılar, ama ufka yakın Güneş’in altında, tohum biçimli yaprakları sanki kanla dolmuş gibi, koyu kırmızı renk almıştı. Ötede çalılık yükseliyor ve yer yer yollarını tıkıyordu. Savunucu yavaşlamadan burayı geçti, ama sinir bozucu, yankılı bir çatırtıya katlanmak zorunda kaldılar; binlerce kabarcığın ezilip yarılmasının çıkardığı sesti bu; yarıklardan fışkıran koyu, yapışkan bir madde seramit plakalara bulaştı. Az sonra aracın her yanı, taretine kadar kırmızımsı bir kahverengiye boyanmıştı.

Yüz. yirmi mil yapmışlardı. Güneş artık batı ufkuna değiyor ve Savunucu’nun gölgesi giderek uzuyordu. Birdenbire altlarından berbat bir gıcırtı geldi. Mühendis fren yaptı ama ancak on, oniki metre sonra durabildiler. Arkalarında bıraktıkları geniş izin üstünde, parçalanmış çalılar boyunca paslı metal parçaları uzanıyordu. Devam ettiler ve yeniden, bu kez bükülmüş metal ızgaralara, delik deşik levhalara ve eğri çubuklara çarptılar. Savunucu’nun paletlerinin ezdiği bu hurda yığını, kırılan bitkilerden sızan maddeyle kaplanmıştı.

Önlerindeki çalılık duvarının boyu hala alçalmamıştı, ama paslı metalin dayanılmaz gıcırtısı ve ciyaklaması kesilmişti. Ummadıkları bir anda, Savunucu’yu dövüp duran siyah bitki sapları bölündü ve mürettebat, diğer ucunu da aynı koyu ağaçlığın çevirdiği, onbeşe, onsekiz metre boyutlarında bir açıklığa çıktı. Mühendis döndü ve orman patikasını andıran, eğimli bir başka açıklıktan inmeye başladılar. Yüzey balçıktı, killi yamalarla kaplıydı, bu da, suyun buraya arasıra uğradığını gösteriyordu.

Saptıkları açıklık düz devam etmiyordu. Bazen, yarısı ufka batmış kırmızı, dev Güneş, makinanın önüne çıkıveriyor ve gözlerini kamaştırıyordu. Bazen de saklanıyor ve buralarda üç metre yüksekliğinde olan sık çalılığın arasından kan kırmızı ışıklarını gönderiyordu. Az sonra, önündeki alabildiğine geniş meydanı rengarenk yapan bir günbatımı başladı. Toprak beşyüz, altıyüz metre kadar aşağılarındaydı.

Uzakta, Güneş’i yansıtan bir su kütlesi ışıldadı. Bu gölün koyu çalı öbekleriyle kaplı engebeli kıyısında binalar, yayvan bacakların üstünde duran makinalar yükseliyordu. Savunucu’nun durduğu sarp kayalığın yakınına doğru, garip yapılar, dikey direk dizileri ve parlak caddelerden bir mozaik uzanıyordu.

Aşağısı oldukça canlıydı: Gri, kahverengi ve beyaz noktalar birbirine karışıyor, kümeler oluşturuyor, şeritler halinde yayılarak caddelerde sürükleniyorlardı. Bu yerleşim bölgesi görüntüsü yanıp sönen ışıltılarla doluydu, sanki oradakiler evlerinin camlarını sürekli olarak açıp kapatıyorlar ve Güneş ışıkları da bunların üstünde oynaşıyordu.

Doktor bir keyif narası attı. “Henry, başardın! Nihayet bir şeyler normal ve işte günlük yaşam. Ve ne harika bir gözlem noktası!” Açık taraftan yukarı tırmanmaya başlamıştı.

Mühendis onu durdurdu. “Bekle. Güneş’i görmüyor musun? Beş dakika içinde batmış olacak ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Bu panoramanın tümünü filme alsak iyi olur, hem de hemen.”

Kimyager koltuğun altından kameraları çıkarmıştı bile. En büyüğünü kurdular. Üç ayaklı sehpayı yere attılar. Mühendis bir naylon ip bobini alarak bir ucunu tarete bağladı, diğer ucunu da Savunucu’nun bumuna fırlattı ve aşağı atladı. Öbür ikisi sehpayı almış ve kayalığın kıyısına koşmaya başlamışlardı. Onlara yetişti ve ipi her birinin kemerindeki kancalara bağladı. “Düşme ihtimaline karşı bir tedbir,” dedi.

Güneş gölün alev sularına batıyordu. Makina seri bir mırıltıya başladı ve koca mercek aşağı eğildi. Doktor, sehpanın ön bacaklarını desteklemek için diz çöktü ve Kimyager gözünü vizöre dayadı. Suratı buruştu.

“Çok parlak,” dedi. “Diyafram gerekiyor.”

Mühendis geriye koştu, bir dakika sonra parçayla geldi ve çekim başladı. İki eliyle yöneltme çubuğunu tutan Mühendis kamerayı yavaşça soldan sağa kaydırıyor, arada sırada Kimyager, vizörün yoğun detay gösterdiği yerlerde çekimi durdurup, ayrıştırmayı yükseltiyordu. Kamera mırıltı çıkardığı sürece Doktor yerden kalkmadı., Film süratle geçiyor ve makaralar, neredeyse aralıksız, değiştiriliyordu. Mercek tam aşağıdaki hareketi hedef aldığında Güneş yuvarlağının sadece bir dilimi suyun üzerinde kalmıştı. Doktor gergin ipe asılı halde, kamerayla birlikte kayanın kenarına abanmak zorunda kaldı. Altında çamur duvarının kızıla batmış ve giderek silikleşen kıvrımlarını görebiliyordu. İkinci makaranın sonuna doğru kırmızı yuvarlak kayboldu. Gökyüzü hala kızarıktı ama meydanın ve gölün üstüne gri-mavi bir bölge düşmüştü. Flaşlardan başka görülecek bir şey kalmamıştı.

Üç adam kamerayı bir hazine taşırmış gibi dikkatle geri götürdüler.

“Resimler çıkacak mı dersin?” diye sordu Kimyager, Mühendis’e.

“Bunu gemide anlayacağız. Her zaman geri gelebiliriz.”

Kamerayı ve makaraları Savunucu’ya koydular ve kayalığa döndüler. Gölün doğu kıyısındaki dik bir duvarın manzaraya karışmış olduğunu işte o zaman farkettiler. Tepe noktasına günbatımının son pembe ışığı vurmuştu ve üzerinde, oldukça uzakta, ’koyu kırmızı bir duman kolonu ilk yıldızlarla birlikte gökyüzünde ’uzanıyordu.

“Bu o vadi olmalı, yani kaynak” dedi Kimyager, Doktor’a.

Tekrar aşağı baktılar. Beyaz ve yeşil kıvılcımlar gölün kı yısı boyunca bir çizgi halinde uzuyor ve bu çizgi yer yer bir ırmak gibi çatallaşıyordu. Karanlık biraz arttığında ışıkların sayısı da.arttı. Artık tamamen siyaha bürünen uzun çalılık başlarının üzerinde uysalca hışırdıyordu. Manzaranın güzelliği karşısında isteksizce geri dönerlerken yıldızları yansıtan gölün görüntüsü hâlâ gözlerinin önündeydi.

Yürürlerken Doktor Kimyager’e sordu: “Ne gördün?”

Kimyager sıkıntıyla gülümsedi. “Hiçbir şey. Gerçekte bakmıyordum, odaklama ayarıyla meşguldüm ve Henry çok hızlı hareket ettiriyordu…”

“Önemli değil,” dedi Mühendis, Savunucu’nun soğuk gövdesine yaslanırken. “Saniyede iki yüz resim aldık. Tabdan çıkınca her şeyi göreceğiz.”

“Hoş bir kır gezisi oldu,” dedi Doktor.

Mühendis arka tele-ekranı açtı ve Savunucu’yu döndürdü. Bir süre tırmanarak ilerlediler, daha geniş bir alana geldiklerinde tam kuzeye yöneldiler.

“Geri dönüşümüz aynı rotadan olmayacak,” dedi Mühendis. “Bu, altmış mil eklemek olur. Mümkün olduğunca, açık araziyi izlemeye çalışacağım. İki saatte varırız.”

Загрузка...