ERTESİ sabah Fizikçi ve Mühendis bir galon katkılı uranyum solüsyonunu reaktör rezervinden çıkarıp laboratuvardaki kurşun bir tanka aktardılar. Kalın plastikten yapılmış koruyucu tulumlar giydiler ve başlıklarının altında da oksijen maskeleri taktılar, ölçüm ve ayrım için uzun tutamaçlı kavrayıcılar ve bir büret kullanarak koyu konsantrasyonu, dikkatle, atıcıların masanın üstünde koruyucu kafeslerde tutulan, özel üretilmiş kurşun-cam karışımı kılcal tüplerine geçirdiler. Bu iş bittiğinde bir geiger sayacı ile tanktaki mührü kontrol ederek her atıcıyı ters çevirip çalkaladılar.

“Güzel, sızıntı yok,” dedi Fizikçi. Sesi maskın arkasından değişik çıkıyordu.

Radyoaktif ambar odasının, bir şaftın üzerine oturtulmuş kurşun bir blok şeklindeki zırhlı kapısı yavaşça yana açıldı. Tankı geri yürütüp içeri soktular. Sürgüler çekildiğinde terli yüzlerinden maskeleri ve başlıkları çıkardılar. Rahatlamışlardı.

Günün geri kalanında cipin üstünde çalıştılar. Nakliye çıkışı kullanılamadığından, önce cipi parçalarına ayırdılar ve her iki yandan da genişletmek zorunda kaldıkları tünelden dışarıya bu şekilde taşıdılar. Cip, öyle detaylı bir onarım gerektirmiyordu. Daha önceden kullanamamışlardı, çünkü, hareketsiz bir reaktörle hazır yakıt elde edilemezdi; araç belli bir radyoaktif izotop karışımını akıma çevirerek çalışıyordu. Araçta dört kişilik oturma bölümü ve arkasında dört yüz libreye kadar dayanıklı bir kafes taşıyıcı vardı. En önemli özelliği, ihtiyaca göre, bir hava pompasıyla ayarlanarak çapı değiştirilebilen tekerlekleriydi. Bunları, birbuçuk metre kadar genişletebilmek mümkündü.

Yakıt karışımını hazırlamak altı saat sürdü; bu iş için bir kişi yeterliydi ama onun da, belirli aralıklarla reaktörü kontrol etmesi gerekiyordu. Bu arada, Mühendis ve Kaptan güvertenin altındaki geçitlerde dört ayak üzerinde sürünerek kontrol odası ile motor odasındaki dağıtım üniteleri arasından geçen kabloları inceleyerek bazılarının yerini değiştirdiler. Kimyager dışarıda, geminin yanında kendine bir tür ısıtıcı hazırlamış, bir çamur volkanı gibi fokurdayan yağlı bir maddeyi kaynatıyordu. Gemiden kovalarla taşıdıkları plastik parçacıklarını eritip birbirine karıştırıyordu. Kontrol odasına yeni kontrol panelleri yapmak için gerekli döküm kalıplarını yanına yaymıştı. Son derece huysuz görünüyor ve hiç kimseyle konuşmuyordu, çünkü ilk kalıplan hüsranla sonuçlanmıştı.

Kaptan, Kimyager ve Doktor’un saat beşte, yani gün batımından üç saat önce, güneye doğru yola çıkmaları düşünülmüştü. Ama, her zamanki gibi hiç kimse plana sad ık kalamadı; her şey hazırlanıp paketlendiğinde saat hemen hemen altıydı. Dördüncü koltuğa bir atıcı yerleştirilmişti. Arkadaki taşıyıcı bölüme de su için, yirmi beş galonluk bir teneke kayışla bağlanmıştı.

Akşam yemeğinden sonra Mühendis büyük dürbünü ala rak gemi gövdesinin üstüne tırmandı. Gemi toprağa fazla dik bir açıyla gömülmemişti, ama uzunluğundan ötürü, gövdenin bitimi, yani egzoz boruları yer yüzeyinden yaklaşık, üç katlı bir bina kadar yükseliyordu. Üst borunun komik dayanağı ile ana borunun oyuğu arasında kendine oturacak bir yer bulduktan sonra, ilk olarak, Güneş’in vurduğu dev silindirden aşağı doğru baktı. Buradan siyah bir nokta gibi görünen tünel girişinin yanında ayakta duran adamlar, birer böcek kadar görünüyorlardı. Dürbünü her iki eliyle tutarak yüzüne yaklaştırdı ve gözlerini dikkatle yerleştirdi. Görüntü oldukça büyümüştü, ama titreşiyordu. Dirseklerini dizlerine yaslayarak kollarını sabitleştirmek zorunda kaldı. Hiç de kolay değildi bu. Her an düşmek mümkün diye düşündü. Çizilmez seramik yüzey pürüzsüz, hatta kaygandı. Botunun kontürlü kauçuk tabanını boruya bastırarak sol ayağını yerleştirdi ve dürbünüyle ufku taramaya başladı.

Hava, sıcaklıktan titreşiyordu. Güneye döndüğünde Güneş’in basıncını yüzünde hissetti. Kaptan’ın, herkesin kabul ettiği planını Doktor’un da kabul etmiş olmasından memnundu. Doktor özürleri duymak bile istememiş, kavga hakkında şakalar yapıp durmuştu. Ama, Mühendis’i asıl şaşırtan, konuşmalarının sonu olmuştu. Doktor’la yalnız kaldığı ve artık birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olmadığına inandığı bir anda, Doktor, birden onun göğsüne dokunmuştu.

“Sana bir şey sormak istiyorum… Gemi onarıldıktan sonra onu dik konuma nasıl getireceğiz?”

“Önce nakliye robotunu halledeceğiz ve kazıcıyı da…” diyerek başlamıştı ki Mühendis, Doktor onun sözünü kesti:

“Hayır, bu değil. Senin de bildiğin gibi, teknik ayrıntılar benim için bir şey ifade etmiyor. Bana sadece nasıl yapılacağını bilip bilmediğini — kendi kişisel görüşünü-söyle.”

“Ne? Yoksa sen bana on altı bin tonluk bir şeyden korktuğunu mu söylüyorsun? Arşimed Dünya’yı yerinden oyna tabileceğini söylemişti; yeter ki doğru destek noktası bulunsun. Biz de kazarak önce dışarıda bırakacağız ve…”

“Kusura bakma, ama benim demek istediğim bu da değil. Ben senin teorik bilgini, ders metodlarını sorgulamıyorum. Gerçekten yapabilir misin ve — bir saniye, sözümü kesme-eğer evet diyorsan, bu ’evet’i bana kendi sözcüklerinle söyle.”

Bu, Mühendis’in duraklamasına neden olmuştu. Kafasında henüz açıklığa kavuşturamadığı iki nokta vardı, ama o, sürekli olarak kendi kendine iş oraya gelip dayanınca nasıl olsa halledileceğini tekrarlayıp durmuştu. Daha cevap veremeden Doktor onun elini sıktı.

“Henry,” dedi, “… bana neden bağırdığını biliyor musun? Çünkü sen de benim kadar kalın kafalısın ve kabul etmek istemiyorsun.” Bunu söylerken gülümsüyordu. Yüzü, Mühendis’e, daha önce onun çekmecesinde gördüğü bir öğrencilik fotoğrafını hatırlattı. Sonra ekledi, “Credo quia absürdüm — sana Latince öğretmişler miydi?”

“Evet, ama tamamen unuttum,” dedi Mühendis.

Doktor ona göz kırptı, elini çekti ve çıkıp giderek onu yalnız bıraktı. Doktor’un parmaklarını hâlâ elinde hissederken, bu adamın tamamen farklı bir şey söylemek istediği izlenimine kapıldı ve eğer biraz daha derin düşünseydi, onun söylemediği şeyi tahmin edebilirdi… Ama konsantre olamadı; belli bir neden olmadığı halde, bir korku ve umutsuzluk çökmüştü üzerine. lyi ki o arada Kaptan onu motor odasına çağırmıştı da yapması gereken işlerden düşünmeye zaman kalmamıştı.

Şimdi bu sahne ve bu duyguyu yeniden yaşıyordu. Ne o zaman, ne de şimdi kavrayabilmişti içyüzünü. Dürbünde, gölgeden şeritlerle birbirinden ayrılan yuvarlak tepeciklerle dolu bir alan görünüyordu. Önceki akşam olacağını düşündüğü ama kendine sakladığı, yerlerinin bulunacağı ve şafakla birlikte bir çatışmanın çıkacağı düşüncesi gerçekleşme mişti. Kaç kez kendisine, önsezilerine ciddi bir şekilde kapılmama sözü vermişti! Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Dürbün bu kez, toz bulutlarının ara sıra silikleştirdiği incecik, gri kaliks kümelerini gösteriyordu. Oturduğu yerden hissedemiyordu, ama, rüzgar orada güçlü esiyor olmalıydı. Ufkun yanında arazi aşama aşama yükseliyordu ve onun da ötesinde daha koyu bir form vardı; bu, arazi olamazdı, on mil kadar uzaktaki bir bulut kümesiydi belki. Arada bir, bir şey yükselip dağılıyor veya yok oluyordu. Bu fenomende esrarengiz bir düzen olmasına karşın, hâlâ ona belirsiz geliyordu. Neyi seyrettiğini bilmeksizin, değişikliğin oluşum frekansını saatine bakarak ölçtü: Seksen altı saniye idi.

Dürbününü kılıfına soktu ve ayaklarını seramik yüzeyin üstüne dikkatle oturtarak aşağı inmeye başladı. On adım kadar sonra kendisini izleyen bir ses duydu. Arkasına bakmaya kalktı ve o anda dengesini kaybetti. Kolları havada savrularak, seramik gövdenin üstüne düştü ve düşüşünün sesini yeniden duydu.

Dizlerinin üstünde, iki büklüm kaldı.

Beş altı metre kadar ötede, üst borunun en ucunda, bir kedi boyutlarında küçük, onu dikkatle izleyen bir şey oturuyordu. Hayvanın — bu kesinlikle bir hayvandı-soluk gri, şişkin bir karnı vardı ve bir sincap gibi dimdik oturmuştu. Pençeleri karnının etrafında bükülmüştü ve dördü de komik bir şekilde ortada buluşuyordu. Yaratık seramik borunun kenarına, gövdesinin altından çıkan, jelatin gibi titrek, san bir maddeyle tutunuyordu. Küçük, yuvarlak, gri başta ne gözler, ne de bir ağız vardı, ama, bir iğnedenliğe saplanmış bir sürü iğneyi andıran parlak, siyah boncuklarla kaplıydı. Mühendis ona doğru üç adım attı, öylesine apışıp kalmıştı ki, nerede olduğunu unutmak üzereydi. Sonra üçlü bir yankılanma duydu; kendi adımlarının yankısıydı bu. Yaratık sesleri taklit ediyordu. Yavaşça ona biraz daha yaklaştı ve gömleğini çıkarıp ağ olarak kullanıp kullanmama kararını vermeye çalışırken, hayvan ansızın garip bir değişikliğe uğradı.

Pençeler titremeye başladı, karın yayıldı ve büyük bir yelpaze gibi açıldı, iğnedenlik baş tüysüz, uzun bir boynun üzerinde yükseldi. Ardından yaratık havalandı. Yanarsöner bir ışıltının içindeydi havada. Bir an Mühendis’in tepesinde hareketsiz asılı kaldıktan sonra bir helezon çizerek hızını arttırdı ve bir tur daha atarak, gözden kayboldu.

Mühendis aşağı inip olanları, elinden geldiğince eksiksiz olarak diğerlerine anlattı.

“lyi. Ben de burada neden uçan hayvanların olmadığını merak etmeye başlamıştım,” dedi Doktor.

Kimyager ona, ırmağın yanındaki beyaz çiçekleri hatırlattı.

“Onlar daha çok, böceklere benziyorlarclı,” dedi Doktor, “…ya da… kelebeklere. Ama burada hava trafiği pek yok. Bir gezegende yaşayan organizmalar yayılmaya başladığında, mümkün olan her bölgenin, her boşluğun doldurulması gerektiğine dair biyolojik bir baskı gelişir. Bu yüzden, buradaki kuş kıtlığı çok şaşırtıcı.”

“O, daha çok bir… bir yarasa gibiydi,” dedi Mühendis, “… kılları vardı.”

“Bu mümkün,” dedi Doktor. Daha önce mürettebata biyoloji bilgisini hiç göstermemişti. Sonra, ilgilenmekten çok, nezaket gereği soruyormuş gibi ekledi, “Ayak seslerini taklit ettiğini söylemiştin, değil mi? Bak, bu ilginç. Bunun hayatta kalma amaçlı bir fonksiyonu olabilir.”

“Bu kez daha çok mesafe katetmeliyiz. Hiçbir şeyin bizi hayal kırıklığına uğratacağını sanmıyorum,” dedi Kaptan, artık hazır olan cipin altından sürünerek çıkarken. Mühendis, anlattıklarına aşırı bir tepki alamadığına şaşırmıştı, ama, uçan yaratığın kendisinden çok, onunla karşı karşıya gelmenin etkisinde kaldığını düşündü.

İşbölümü sırasında herkes huzursuzdu. Arkada kalanlar geminin altında dururken, acayip aracın, önde oturan Kaptan’ın güvenli kontrolu altında, giderek büyüyen daireler çizmesini izlediler. Kaptan’ın yanındaki yol arkadaşı, dar namlulu atıcıydı; Kimyager ve Doktor arkada oturuyorlardı. Geminin yanındaki son turu atarken Kaptan bağırdı:

“Geceyarısı dönmüş olmaya çalışacağız. Hoşçakahn!” Hızı arttırdı ve bir dakika sonra tek görülebilen, batıya doğru yavaşça ilerleyen yüksek, uzak, sarı bir toz bulutu oldu.

Cip, sadece, sürücünün her engeli görebilmesi için düşünülmüş şeffaf bir tabanın tuttuğu basit, metal bir iskeletten ibaretti. Her tekerlekte bir elektrik motoru, ayrıca iki yedek lastik ve arkaya monte edilmiş bir teneke yakıt vardı. Yüzey düzgün olduğunda saatte kırk mil yapabiliyordu. Arkaya bakan Doktor, artık gemiyi göremiyordu. Motorlar homurtu çıkarıyor, çatlak araziden yükselen toz, havada kabarıp dağıldıktan sonra bozkıra benzer toprağa geri dönüyordu.

Kimse konuşmuyordu. Rüzgarkıran yalnızca sürücüyü koruyordu; arkadakiler rüzgârı tamamen yüzlerine yiyor, birbirlerini duyabilmek için bağırmak zorunda kalıyorlardı. İlerledikçe, toprak, daha inişli çıkışlı bir biçim almaya başladı, gri kaliksler gözden kayboldu.

Uzaktaki dağınık, örümcek çalı öbeklerini geçtiler. Kurumuş akciğerağaçlar şurada burada yükseliyor, aşağı sarkan yaprak salkımları arada bir, nefes nefese kalıyormuş gibi titriyordu. İleride, yüksekte, uzun olukları seçebiliyorlardı ama, görünürde disk yoktu. Oluklardan geçerlerken lastikler hafifçe sıçradı. Kuru bir kemik kadar beyaz, keskin kenarlı kireçtaşı yapısı, toprakta çıkıntı oluşturuyordu; taş yığınlarından oluşan uzun diller tırmandıkları bayırın altına doğru uzanmıştı; lastiklerin altında bu sivri çakıllar gürültüyle gıcırdıyordu. Eğim arttıkça cip zorlanıyordu, ama, motorda rezerv güç olmasına rağmen, Kaptan, bu düzensiz arazide onu kullanmadı.

Daha yüksekte, sarılı kahverengi iki sırtın arasında, yollarını tıkayacak gibi görünen uzun, ince bir bant vardı. Kaptan hızı düşürmeye başladı. Çaprazda, yokuşun belli belirsiz şekillerin yükseldiği bir platoya dönüştüğü yerde, bir ucu toprağa gömülü ve her iki yana da uzayan aynaya benzer bir şerit gördüler. Ön lastiklerin şeritin ucuna değdiği yerde cip durdu. Kaptan indi, jektörünün ucuyla pürüzsüz yüzeye önce dokundu, sonra biraz sertçe vurdu. Ardından şeride çıktı ve üzerinde zıpladı. Şerit kıpırdamamıştı.

“Kaç mil katettik?” diye sordu Kimyager, Kaptan geri döndüğünde.

“Otuz sekiz,” dedi Kaptan ve dikkatle motoru çalıştırdı. Sertleştirilmiş cıvadan bir kurdele gibi görünen şeridin üstünde ilerlediler ve artan bir hızla sağa sola kıvrılarak direkleri ve bunların üzerlerinde kıvrılan hava kolonlarını geçtiler. Direkler doğuya yönelmeye başladığında, onlar, pusulanın ibresini “S” harfinde tutarak düz ilerlediler.

Platonun kasvetli bir görüntüsü vardı. Sıcak doğu rüzgârının savurduğu bitkiler toprağa karşı dirençlerini yavaş yavaş kaybediyorlardı. Rüzgârın yığdığı alçak kum tepeciklerinde yer seviyesinde soluk kızıl, tepeye doğru koyulaşan çalılar büyümüştü; bunlardan, sert tohum zarfları yere dökülüyordu. Bir ara, gri bir şey kuru çalılığın arasında kıpırdadı, sonra, cipin tekerleklerinin arasından sıçramaya başladı ama, adamlar yaratığa iyice bakamadılar, çünkü çalılığa çok hızlı dalmıştı.

Kaptan, kalın diken kümeleri arasında cipi dikkatle sürüyordu. Bir defa, çalılığın arasında bir tümseğin tıkadığı çıkmaz bir açıklıktan geri dönmek zorunda bile kaldı. Arazi bir labirente benziyor ve giderek çöl karakteri almaya başlıyordu; bitkiler rüzgârda kâğıt gibi hışırdıyordu. Cip, tepeden sarkan dalların ördüğü duvarların arasından geçiyordu.

Yarılmış tohum zarflarının sarımsı tozu rüzgârkırana çarpıyor, adamların tulumlarını ve yüzlerini kaplıyordu. Sık ağaçlıktan gelen sıcaklık nefes almayı zorlaştırıyordu. Cip durdu.

Onbeş, yirmi metre kadar ötede hem plato, hem de ağaçlık, Güneşte ışıldayan kehribar gibi, koyu bir ormana dönüşerek sona eriyordu. Ötede uzak tepeler, adamların, bulundukları yerden göremedikleri bir vadinin üzerinde yükseliyordu. Kaptan inip en son. çalılığa yürüdü, uzun sazlar gökyüzüne doğru hafifçe sallanıyordu.

“Aşağı ineceğiz,” dedi döndüğünde.

Cip yavaş ilerliyor, gürültüsü giderek artıyordu. Taşıyıcıdaki teneke takırdıyor, bu arada frenler de uyarı sinyalleri veriyordu. Kaptan pompayı açıp lastikleri büyüterek, eğimin uçurum dikliğine denkledi. Adamlar yapağı gibi bir tabaka bulutun arasından, aşağıda silindirik bir şekil ve tepede yumru oluşturan kahverengi bir duman kolonu gördüler. Kolon, tepe doruklarının üzerinde, bir volkandan çıkar gibi, dağılmadan havada asılı duruyordu. Bu, bir veya iki dakika sürdü, sonra görülmedik bir hızla alçalarak, onu püskürten her ne ise yine o içine çekmiş gibi, beyaz bulutların arasında kayboldu.

Vadi iki seviyeden oluşuyordu; üsttekine Güneş vuruyor, cipin sekerek ve sarsılarak ilerlediği daha alçaktaki bölümünü ise bulutlar örtüyordu. Batan Güneş’in ışıkları, adamların karşısındaki tepelere; aynalarla aydınlanan gri, karmaşık fundalığın ortasındaki bodur şekillere vuruyordu. Aşırı parlaklıktan, o tarafa bakmak mümkün değildi. Bulut tabakasına yaklaşmışlardı. Arkalarında göğe doğru yükselen sivri uçlu çalılar vardı. Daha yavaş gitmeye başladılar, nemli ve boğucu bir buhar onları dalga dalga sardı; her şey silikleşmişti. Kaptan cipi yavaşlatırken farları da yaktı, ama, siste görüntü daha da kötüleştiği için hemen kapattı.

Sonra, sis birdenbire seyrekleşti. Ortalık serinlemişti. Kendilerini, daha düşük eğimli bir yokuşun üzerinde ve vadinin derinliklerindeki soluk gri ve siyah yamalara doğru uzayıp giden bulutların altında buldular. Az ötede bir şey pırıldadı; yağlı bir sıvının üzerindeki parlaklık gibiydi. Gözlerinin bulanıklaştığını hissettiler. Doktor ve Kimyager gözlerini ovuşturdular ama yararı olmadı. Pırıltının dışından, koyu bir cisim onlara doğru geliyordu. Toprak şimdi, suni olarak düzeltilip sertleştirilmiş gibi yassı ve pürüzsüzdü. Cisim daha da büyüdü; bunun tekerlekli bir araç olduğunu gördüler — onların cipiydi ve bir yerlerden görüntüsü yansıyordu. Az daha kendi yüzlerini seçebileceklerdi ama, görüntü bozuldu ve bir ayna bulacaklarını tahmin ettikleri yerde, tamamen yok oldu. Aralarda ilerlemeye devam ederken ani bir ılıklık sardı çevrelerini, ama bu, onlarda, görünmez bir bariyeri geçtikleri hissini uyandırsa da hiçbir şeyle karşılaşmadılar. Aynı anda, az önce gözlerini bulanıklaştıran perde de ortadan kalkmıştı.

Lastikler su sıçratmaya başladı; cip çamur birikintilerinin üzerinden geçiyordu. Bulanık su çukurları, külle doluymuş gibi, acımsı bir koku yayıyordu. Çukurların arasında sağda solda, deşilmiş çamur tümsekleri yatıyordu. Sağ yanda bir moloz yığını belirdi; duvar parçalan değildi bunlar; buruşuk, kirli doku parçaları birbiri üstüne yığılmış, bazı yerlerde yirmi fit yükseğe çıkıyordu ve yer seviyesinde siyah, düzensiz delikleri vardı. Adamlar bu alandan geçtiler ama, delikleri neyin doldurduğunu göremediler. Kaptan ön lastiklerin birinin dayandığı bir tümseğin yanında durdu. Üstüne çıkıp tepesine doğru yürüyerek, oradaki dikdörtgen kuyunun içine baktı. Onun yüzündeki ifadeyi gören ötekiler, ona doğru koştular. Doktor çamurda kaymak üzereydi ki, Kimyager onu tuttu.

Bir makinayla kazılmış gibi düzgün, dikey duvarları olan delikte çıplak bir ceset, suda sırtüstü yatıyordu. Sadece, çocuğa benzer küçük ek gövdenin çıkıntı oluşturduğu güçlü göğsünün en üst kısmı bulanık suyun üzerindeydi.

Üçü birbirlerine baktıktan sonra çamur tümseğinden indiler. Botlarının açtığı derin ayak izlerinin içi suyla doldu.

“Bu gezegende mezardan başka bir şey yok mu?” diye sordu Kimyager.

Bir an cipin yanında, kararsız beklediler. Kaptan arkasına dönüp etrafına bakındı. Sararmıştı. Her yerde pürüzlü diziler halinde tümsekler vardı. Sağa doğru, daha birçok gri moloz yığını, bunların arasında, alçakta beyaz bir çizgi halinde kıvrılıyordu. Solda, bir miktar daha deşilmiş çamur yığınının ötesinde, tabanda geniş, yukarı çıktıkça daralan, çukurlaştırılmış metalden bir eğik düzlem vardı. Onun da ilerisinde buhar helezonilerinin arasından, dev bir kazanın kenarlarını andıran dik ve siyah bir nesne görür gibi oldular.

Yerin altından gelir gibi derin bir uğultu kulaklarına ulaştığında Kaptan cipe binmek üzereydi. Az önce her şeyi örten beyaz bulutlar, solda, güçlü bir esintiyle dağıldı ve bir dakika sonra adamlar, burun direklerini zonklatan acı bir kokuya boğuldular. Ardından, inanılmaz büyüklükteki bir bacanın gökyüzüne yükselerek, belki yüz metre öteye ulaşabilen kahverengi bir kolon halinde bulutları birbirinden ayıran ve yüksekte kaybolan bir çağlayan püskürttüğünü gördüler. Bu bir dakika sürdükten sonra sessizlik çöktü, ama hemen arkasından, bir başka boğuk inilti ve saçlarını uçuşturan bir fırtına geldi. Bulutlar, uzun kıvrımlar halinde dönerek siyah bacayı tamamen örttüler.

Kaptan diğerlerine işaret verdi, bindiler ve cip pürüzlü çamurun üzerinde yalpalayarak bir sonraki tümseğe gitti. İçine baktılar. Siyah bir su dışında hiçbir şey yoktu. Boğuk sesi yeniden duydular, bulutlar bölündü, bacadan kahverengi sıvı püskürdü ve kolon yeniden geri çekildi. Tümsek ten tümseğe geçip yumuşak çamurun üzerine sıçrıyor, kaygan balçıktan yukarı tırmanarak tepedeki deliklerin içine bakıyorlardı. Artık bulutlardaki ardışık hareket dikkatlerini çekmiyordu. Arada bir, ayakları çamur öbeklerini yerinden oynattığında bir şıpırtı duyuluyordu. Cipe geri döndüler.

İçlerine baktıkları kuyulardan, on sekizi hariç, yedisinde ceset buldular. Birbiri ardına ceset görmek garip bir alışkanlık yaratmıştı onlarda; artık ne tiksinti duyuyor, ne de dehşete düşüyorlardı. Daha büyük dikkatle incelediklerinde bacanın yakınındaki deliklerde daha az su olduğunu gördüler. Deliklerden birinin dibi tamam, iki büklüm bir vücutla kaplıydı. Ama bunun diğerlerine pek benzemediğini farkettiler. Rengi daha soluktu ve şekli de daha değişikti. Ancak, elbette, bunu doğrulamak mümkün değildi. Devam ettiler. Sonraki iki delik boştu ama, metal rampadan kırk, elli metre ötede bulunan tamamen kuru üçüncüsünde, yan tarafa kaymış bir vücut gördüler. Küçük bedene ait kollardan biri sonda ikiye bölünmüştü.

“Bu da ne?” dedi Kimyager. Doktor’un omzuna yapışmıştı. “Görüyor musun?”

“Görüyorum.”

“Parmaklarının yerinde çatal mı var yani?”

“Belki de sakatlanmıştı,” dedi Kaptan, kendisi de söylediğine inanmadan.

Rampadan önceki son tümsekte yine durdular. Kuyu yeni kazılmışa benziyordu; çamur parçaları hâlâ duvarlarından dökülüyordu, sanki bir kürek makinası dikdörtgen çukurdan çıkalı birkaç dakika olmuştu.

“Aman Tanrım!” diye haykırdı Kimyager. Tümsekten aşağı atladı, neredeyse içine düşüyordu.

Doktor’un gözleri Kaptan’la karşılaştı. “İçeri girersem sonra beni yukarı çekebilir misin?” diye sordu.

“Evet. Ne yapmak niyetindesin?”

Doktor diz çöktü, deliğin kenarlarına tutundu ve dikkatle vücudunu aşağı alarak ayağını dipteki gövdenin üstüne yerleştirmeye çalıştı. İndikten sonra üzerinde eğildi. Farkında olmadan nefesini tutmuştu. Yukarıdan, metal bir çubuk ölü gövdenin göğüs altına, bükülmüş et halkalarının arasından diğer küçük gövdenin çıktığı noktaya saplanmış gibi duruyordu. Ama yakma gelince, öyle olmadığını gördü.

Koca vücuttaki deri kıvrımlarından birinin altından ince dokulu, mavimsi, göbeğe benzer bir şey, içine metal bir tüp sokulmuş şekilde, çıkıntı oluşturuyordu. Doktor büyük dikkatle yavaşça dokundu, sonra daha kuvvetlice çekti. Biraz daha eğildiğinde, gergin derinin altından görülen metal tüpün deriye, ardarda gelen bir dikiş çizgisi gibi çok ufak, inciye benzer şeylerle tutturulduğunu farketti. Bir an, bu metal ve deri bileşimini ayırmayı düşündü; kararsızlık içinde, bir bıçak çıkarmak için cebine uzanıyordu ki gözleri, kuyunun duvarına yaslanmış küçük başın yüzüne ilişti ve dondu kaldı.

Gemide parçalara ayırdıkları yaratığın burun deliklerinin olduğu yerde, bunun, sonuna kadar açılmış tek bir mavi gözü vardı ve sessiz bir dikkatle ona bakıyor gibiydi. Doktor yukarı baktı. Kaptan’ın, “Ne var orada?” diyen sesini duymuştu. Bulutların önündeki, aşağı eğilmiş karaltıyı gördü ve neden daha önce bunun dikkatlerini çekmediğini anladı: Görebilmek için, şu an kendisinin durduğu yerde durmak gerekiyordu.

“Yukarı çıkınama yardım et,” dedi. Kaptan aşağıdan uzanan elini kavrayıp onu yukarı çekti. Kimyager de tulumunun yakasından yakalamıştı ve Doktor baştan aşağı çamura bulanmış bir biçimde kuyudan çıktı.

Gözlerini kırpıştırdı. “Hiçbir şey anlamıyoruz,” dedi. “Hiçbir şey!” Ve kendi kendine konuşur gibi ekledi, “İnanılmaz… İşinin uzmanı bir adam, olup bitenden hiç, ama hiçbir şey anlamasın!”

“Ne buldun?” diye sordu Kimyager.

“Bunlar birbirinin aynı değil,” dedi Doktor, cipe dönerlerken. “Bazılarının parmakları var, bazılarının yok. Bazılarının burunları var ama gözleri yok iken, bazılarının tek bir gözü var ve burnu yok. Bazıları daha büyük ve daha koyu renkli, bazıları daha soluk ve gövdeleri daha kısa.”

“Sonuç olarak?” dedi Kimyager, sabırsızca. “İnsanların da farklı ırkları var. Farklı özellikleri olan insanların renkleri de farklı olabilir. Bu farklar neden seni bu kadar rahatsız ediyor? Buradaki asıl soru, bu korkunç katliamı kimin ve neden gerçekleştirdiği.”

“Ben bunun katliam olduğundan pek emin değilim,” diye yavaşça cevap verdi Doktor, başını öne eğerek.

Kimyager gözlerini sonuna kadar açıp ona baktı. “Ya ne olduğunu düşünüyorsun?”

“Bilmiyorum…” dedi Doktor. Sesi daha güçlü çıkmıştı. Farkında olmadan, mekanik bir şekilde ellerindeki çamuru bir mendile silmeye çalışıyordu. “Ama bildiğim tek bir şey var,” diye ekledi, söylediğini düzeltmek ister gibi. “Bu farklar bazı türlerin arasındaki farklar gibi değil. Gözler ve burun, görme ve koku alma duyuları, bunlar çok önemli.”

“Dünyada karıncalar bile bir sürü türe ayrılıyor. Bazılarının gözleri var, bazılarının yok. Bazıları uçabiliyorlar, bazıları uçamıyorlar. Bazıları yiyecek toplayıcı, bazıları savaşçı. Şimdi sana biyoloji mi öğretmek gerekiyor?”

Doktor başını iki yana salladı: “Gördüğünüz her şey size, Dünya’dan bildiğiniz, önceden yerine oturtulmuş kavramları çağrıştırıyor. Bu kavrama uymayan bir detay ya da gerçeği önemsemiyorsunuz. Şimdi size bu söylediklerimi kanıtlayamam, ama şunu biliyorum — kesinlikle biliyorum-bunun soylarla, özelliklere ayrılmayla bir ilgisi yok. Gemide yaratığı incelerken bulduğum şu iğneyi hatırlıyorsunuz, öğle değil mi?”

“Şu anda herkesin ve benim de tahminlerimize göre, bu yaratık öldürülmüş. Ama vücudunda bir uzantı var — bir tür özümseyici gibi sanki-ve metal tüp ona sokulmuştu. Sanki birisi bir trakeotomi sırasında içeri bir tüp yerleştirmiş gibi. Elbette, bunun, soluk borusunu açma ameliyatıyla bir ilgisi yok; zaten orada yaratığın soluk borusu da yok. Ne için olduğunu bilmiyorum, ama, en azından, bir şeyleri bilmediğimin farkındayım!”

Cipe bindikten sonra Kaptan’a sordu:

“Ya sen ne düşünüyorsun?”

“Gitmemiz gerektiğini,” dedi Kaptan, ellerini direksiyona koyarak.

Загрузка...