TEPECİĞE vardıklarında Güneş ufka değmişti. Gemi, açıklığın kum örtüsünün üstünde uzun bir gölge bırakıyordu. İçeri girmeden önce civarı iyice gözden geçirdiler, ama yokluklarında gelmiş herhangi bir ziyaretçinin izine rastlamadılar. Atom reaktörü kusursuz çalışmaya devam ediyordu. Temizleme robotu laboratuvarı kaplayan kalın bir plastik ve cam kırığı tabakasına saplanıp kalmadan önce koridorları ve kütüphaneyi temizlemeyi başarmıştı.
Aç kurtlar gibi saldırdıkları akşam yemeğinden sonra Doktor, Kaptan’ın yarasını dikmek zorunda kaldı, çünkü kanama durmamıştı. Bu arada ırmaktan aldıkları örnekler üzerinde analiz yapan Kimyager, suyun içilebilir olduğunu saptadı; yüksek demir oranı biraz tadını bozuyordu, o kadar.
“Bir savaş toplantısı yapmanın zamanı geldi,” dedi Kaptan. Kütüphanedeki hava yastıklarının üstünde ve diğerlerinin ortasında oturuyordu. Beyaz bandajı şapka gibi görünüyordu.
“Neler biliyoruz?” diyerek söze başladı. “Gezegende, Mühendis’in ’İkicanlı’ dediği zeki varlıkların yaşadığını biliyoruz. Bu isim… şeye uymuyor… Ama önemli değil bu. İkicanlı uygarlığının elinden çıkmış çeşitli eserler gördük. İlk olarak, terkedilmiş ve bozuk olduğuna karar verdiğimiz, kendiliğinden çalışan bir fabrika — ki ben bundan henüz emin değilim. İkinci olarak, tepe doruklarında, henüz bilmediğimiz bir fonksiyonu gerçekleştiren aynaya benzer sivri kubbeler var. Üçüncü olarak, bir tür enerji üreten direkler var, tabiî onların da fonksiyonlarını bilmiyoruz. Dört, bir çatışma sonrası birini ele geçirdiğimiz ve kullanıp kırdığımız şu uçan diskler. Beş, detayları seçemeyeceğimiz bir uzaklıktan da olsa, onların şehrini gördük. Altı, sözkonusu çatışmada, bir İkicanlı, küçük bir ateş topu fırlatmak üzere yönlendirilmiş ve biz öldürene kadar da, idareyi ya da kontrolu sağlayan bir hayvanı üzerimize saldırttı. Yedinci ve son olarak, gezegende yaşayanların ölü bedenleriyle dolu bir hendeğe tanık olduk. Evet, hepsi bu, tabiî hatırladığım kadarıyla. Eğer bir hata yaptıysam ya da atladığım bir şey varsa düzeltin.”
“Hemen hemen hepsi bu,” dedi Doktor. “Önceki gün gemide olup bitenin dışında…”
“Doğru. Ve haklıydın; yaratık ’çıplak’tı. Belki de kaçmaya çalışıyordu ve paniğe kapılıp, gördüğü ilk deliğe, yani gemiye açılan tünelin ağzına dalıverdi.”
“Evet, bu çekici bir hipotez, ama riskli,” dedi Doktor. “İnsan olarak, tabii ki insanca bağlantılar kurup, yine öyle yorumlar yapıyoruz. Dünya’dan getirdiğimiz insan kurallarını uygulayıp, gerçekleri de insani kalıplara sokuyoruz. Ben kesin olarak biliyorum ki, bu sabah hepimiz aynı şeyi düşündük Vahşetin, katliamın kurbanlarıyla karşılaştığımızı. Ama gerçekten bilmiyoruz ki…”
“Bir dakika, sen buna inanmıyorsun galiba,” dedi Mühendis.
“Konu benim neye inandığım değil. Aden bizim inançlarımıza ters düşüyor. Şu hipotez, örneğin, İkicanlının — demin söyleneni aynen yineliyorum-elektrikli köpeğini ’üzerimize salması’…”
“Hipotez de ne demek oluyor? Bu, gerçeğin ta kendisi,” dedi Kimyager’le Mühendis, hemen hemen aynı anda.
“Yanlış düşünüyorsunuz. Bize neden saldırdığı hakkında bir fikrimiz yok. Belki de burada yaşayan bazı hamamböcekleri idik onlar için veya av hayvanlarına benzetilmiş olabiliriz… Ama biz bunu saldırganlık olarak aldık, çünkü, kafamızda, etkisiyle sakin düşünme yeteneğimizi kaybettiren, şu bulduğumuz şeyle birleştirmiştik.”
“Evet, tabiî, eğer sakinliğimizi koruyup hemen ateş etmeseydik, o gömülüp dağıtılan küller bizimkiler olacaktı,” diye homurdandı Mühendis kızgın kızgın.
Hiçbir şey söylemeyen Kaptan’ın gözleri, bir onun, bir diğerinin üzerinde dolaşıyordu.
“Biz, yapmamız gerekeni yaptık,” diye yanıtladı Doktor.”… ama bir yanlış anlama olasılığı çok yüksek. Her iki tarafta da… Bu bulmacanın tüm parçalarını yerine oturttuğumuzu mu düşünüyorsunuz? Tahminlerimize göre fabrika birkaç yüzyıl önce terkedilmiş, bu konuda ne diyeceksiniz? Fabrikayı bulmacanın hangi bölümüne yerleştirdik?”
Sessizlik oldu.
“Doktor haklı,” dedi Kaptan. “Hâlâ çok az şey biliyoruz. Tek avantajımız ise, onların bizim hakkımızda hiçbir şey bilmiyor olmaları gibi görünüyor; elbette, yolları — ya da olukları-buralardan geçmediği sürece. Ve ayrıca sırrımızın bilinmediğine de uzun süre güvenemeyiz. Her neye karar verirsek verelim, bunu da hesaba katmamız gerekiyor.”
“Gerçeği söylemek gerekirse, şu anda bu yıkıntının içinde savunmasızız,” dedi Mühendis. “Bizi fare gibi boğmak için yapmaları gereken tek şey, tüneli tıkamak. Hızlı hare ket etmeliyiz, çünkü her an keşfedilebiliriz ve İkicanlının saldırganlığının yalnızca ’insanca bir iletişim’ olabileceği hipotezine rağmen, ben başka sonuç çıkaramıyorum. Bütün üniteleri ve motorları onarmaya başlamamızı öneriyorum, hem de hiç vakit kaybetmeden.”
“Peki, bu onarım ne kadar sürecek?” diye sordu Doktor. Mühendis tereddüt etti. “Görüyorsun ya,” dedi Doktor, yorgun bir sesle. “Neden kendimizi kandıralım ki? Biz bitirmeden önce nasılsa bizi bulacaklar. Ben uzman değilim, ama haftalarca süreceğini biliyorum bunun…”
“Ne yazık ki bu doğru,” diye kabul etti Kaptan. “Ayrıca su stokumuzu tamamlamamız ve taban düzeyine taşan şu radyasyonlu sudan kurtulmamız gerekiyor. Bütün zararın onarılıp onarılamayacağını da bilmiyoruz tabiî.”
“Bir başka gezi gerekecek,” dedi Mühendis. “Hatta birkaç gezi. Geceleri çıkabiliriz. Ama bazılarımız — iki ya da üçümüz-gemide kalsa iyi olur. Bu arada, neden yalnız biz konuşuyoruz?” diye sordu, bir süredir çıtı çıkınayan üç adama dönerek.
“Gemide mümkün olduğunca sıkı çalışmamız iyi olur, ama şu İkicanlı uygarlığı üzerinde de durmamız gerekiyor,” dedi Fizikçi alçak sesle. “Ve bu iki çalışma birbiriyle çakışıyor. Bilinmeyenlerin sayısının çokluğu ise bir strateji belirlememize engel. Kesin olarak tek bir şey var: Hangi yönde hareket etmeye karar verirsek verelim, büyük riskle karşı karşıyayız.”
“Sanırım tüm söylediklerini anlıyorum,” dedi Doktor, aynı yorgun, alçak sesle. “Şu anda güçlü atom saldırıları yapabilecek durumda olduğumuzu gözönüne alarak — elbette kendimizi korumak için-daha derin araştırmalar yapmak istiyorsunuz. Bu, gezegenin tümünü kapsayacak anlamına geliyorsa, ben yokum beyler. Büyük kayıplarla kazanılacak bir Pirüs zaferinde yeralmaya hiç niyetim yok, ki onlarda atom enerjisi olmasa da bu böyle olacak…. Haa, ayrıca, olmadığını da iddia edemem. Diskleri ne tür bir motor çalıştırıyordu, sizce?”
“Bilmiyorum,” dedi Mühendis. “Ama atom enerjisi değildi. Bundan hemen hemen eminim.”
“Bu ’hemen hemen’ bize pahalıya patlayabilir.” Doktor geriye uzandı, gözlerini kapattı ve yere düşmüş bir kitap çantasının üstünde başını dinlendirmeye başladı. Daha fazla konuşmak istemiyor gibiydi.
“Boşa kürek çekmek bu,” diye mırıldandı Sibernetikçi.
“Peki, biz… iletişim kurmayı denesek?” dedi Kimyager.
Doktor doğrulup dimdik oturdu, ona baktı ve “Teşekkür ederim. Bunu hiç kimse söylemeyecek sanıyordum!” dedi.
“İletişim kurmaya kalkışmak, kendimizi onların insafına bırakmak demek!” diye haykırdı Sibernetikçi ayağa kalkarak.
“Neden?” diye sordu Doktor donuk bir sesle. “Örice silahlanabiliriz, hatta atom atıcıları da dahil olmak üzere. Ama bir gece sinsice, kasabalarına ve fabrikalarına sokulmamız gerekmez.”
“Pekala… İletişimi hangi yolla kurmayı planlıyorsun?”
“Evet, onu söyle,” dedi Kaptan.
“Bunu şimdi deneyemeyeceğimizi kabul ediyorum,” diye yanıtladı Doktor. “Gemide elimizden geldiği kadar çok aleti onardıktan sonra gerçekleşmesi daha iyi olur, şüphesiz. Atom ateşleyicileri ile olması gerekmese de, elbette silahlanacağız… Sonra bazılarımız gemide kalacak ve bazılarımız da, örneğin üçümüz diyelim, şehre yaklaşacak. Bunlardan biri onlarla iletişim kurmaya çalışırken, diğer ikisi de yakın mesafede kalıp izleyecek…”
“Her şeyi hesaplamışsın. Bahse girerim ki, şehre hangimizin gireceğini de biliyorsundur,” dedi Mühendis, sert bir sesle.
“Evet, biliyorum.”
“Güzel. Ama, sen intihar etme girişiminde bulunurken ben arkanda olmayacağım!” Mühendis ayağa kalkıp Doktor’un tepesinde dikildi. Doktor ise, ona bakmıyordu bile. Hiçbiri Mühendis’i böyle hırçın görmemişti. “Eğer bu kazadan kurtulabildiysek ve mezara dönen bir gemiden dışarı çıkabildiysek — özellikle, bu gezegen, bir parkmış gibi gezinti yapmaya kalkışmanın büyük riskini göze aldıysak-bu kahrolası, saçma sapan laflar edilsin diye değil…” Öfkeden soluğu tıkanmıştı. “Bu filmi gördüm ben. İnsanlık görevi! Yıldızlarda barış ve iyi niyet! Sen delinin tekisin! Sakın bana bugün birilerinin bizi öldürmeye çalışmadığını söyleme! Ya da gördüğümüzün bir toplu mezar olmadığını!”
Doktor başını kaldırdı. “Evet, bizi öldürmeye çalıştılar. Ve o ölüler de büyük olasılıkla katledilmişlerdi.” Herkes onun sakinliğini korumak için nasıl çaba harcadığını görebiliyordu. “Ama şehre gitmeliyiz.”
“Bundan önce halletmemiz gerekenler nelerdir?” diye.sordu Kaptan.
Doktor bir an ürperdi. “Doğru,” dedi. “Yaktığımız ceset… evet. Sence doğru olan neyse, onu yap. Sen karar ver. Ben gidiyorum.” Kalktı, kapının yatay çerçevesinin üzerinden geçerek çıkıp gitti. Ötekiler, onun fikrini değiştirip geri ı dönmesini beklediler.
“Kendini kaybetmemelisin,” dedi Kaptan Mühendise. Sesi sakindi.
“Sizler çok iyi biliyorsunuz ki…” diye başlamıştı Mühendis, ama onun gözlerine baktıktan sonra, “… evet, kaybetmemeliyim,” dedi.
“Doktor bir konuda haklı,” dedi Kaptan, aşağı kayan bandajını düzeltirken. “Kuzeyde bulduğumuz şey, doğuda gördüklerimize uymuyor. Şehirle aramızdaki mesafe, fabrikayla aramızdakinin aşağı yukarı aynı. Kuşbakışı, on beş ya da yirmi mil olduğunu söyleyebilirim.”
“Daha fazla,” dedi Fizikçi.
“Belki. Şimdi bu yarıçap dahilinde güneyde veya batıda başka şeyler olup olmadığından kuşkulanıyorum. Çünkü, böyle bir durumun sözkonusu olması, bizim, şehir alanı içinde aşağı yukarı kırk mil çapında bir tür ’çöl’ adanın ortasına iniş yaptığımız anlamına geliyor. Bu, çok büyük ve inanılmaz bir rastlantı olurdu. Sizce de öyle değil mi?”
“Evet,” dedi Mühendis yere bakarak.
Kimyager başını sallayarak, “Bunları işin başında konuşmalıydık,” dedi.
“Doktor’un kuşkularını paylaşıyorum,” diye devam etti Kaptan. “Ama önerisi bu şartlar altında safça ve uygunsuz düşüyor. Yabancı bir uygarlıkla temasa geçmenin kuralları, şu anda, kendimizi içinde bulduğumuz duruma hiç uygun değil; toprağa gömülmüş bir enkazın içinde yaşayan savunmasız kazazedeler. Şurası çok açık ki, gemideki arızaları gidermemiz şart, ama aynı zamanda, ortada bir bilgi toplama yarışı var; onlarla bizim aramızda. Şu ana kadar, biz öndeyiz. Bize saldıran canlıyı yok ettik. Neden saldırmıştı, orasını bilmiyoruz. Belki onların düşmanlarından birine benziyoruz. Bunun da doğrusunu bulmamız gerekecek, eğer yapabilirsek. Gemi yakın bir zamana kadar onarılamayacal< olursa, her şeye hazır olmalıyız. Etrafımızı saran uygarlığın ileri düzeyde olduğu açık. Benim yaptığım — daha doğrusu yaptığımız-yalnızca, bizi bulmalarını biraz olsun geciktirecek Bu yüzden şimdi bütün gücümüzü silahlanmak için kullanmalıyız.”
“Bir şey söyleyebilir miyiz?” dedi Fizikçi.
“Evet, tabi!.”
“Ben Doktor’un bakış açısına dönmek istiyorum. Duygusal olmakla birlikte, ortada lehimize olabilecek bir tartışma var. Bu ilk temas konusu kesinlikle tarafsız değil. Bizi bul duklarında, bu, bizi aradıkları için olacak. Ve o saatten sonra, bir anlaşmaya varmak çok zorlaşacak. Kuşkusuz, bir saldırı gerçekleşecek ve biz, hayatta kalmak için savaşacağız. ’Ama, diğer taraftan, eğer biz onlarla karşılaşmaya çalışırsak anlaşmaya varma şansımız yüksek olmamakla birlikte, en azından doğacak. Bu nedenle, sadece tedbirli olmak adına, ’erdemli davranmak bir yana, önceliği bizim almamız iyi olacaktır.”
“Pekâlâ, ama bunun pratikteki anlamı nedir?” diye sordu Mühendis.
“Pratikte şimdilik farklı bir şey olamaz. Silahlanmamız gerek, hem de mümkün olduğunca çabuk. Ama bunu yapar yapmaz, ilk iletişime, şu ana kadar araştırdığımız arazinin dışında bir yerde geçmemiz iyi olur.”
“Neden başka yerde?” diye sordu Kaptan.
“Çünkü çok büyük olasılıkla, şehre ulaşamadan saldırıya Uğrarız. Diskleri kullanan yaratıklar tarafından.” i” Başka taraflarda daha barışçı canlılar bulacağımızı nereden biliyorsun?”
“Bunu bildiğimi iddia etmiyorum. Ama kuzeyde ve doğuda bize göre bir şey olmadığı ortada. En azından şimdilik. Bundan eminim.”
“Ağırlığı on dört ton. Sibernetikçi’ye sor.”
“Kontrolu iki gün sürer. En azından…” dedi Sibernetikçi. “Ama ondan önce, işlem robotlarına ihtiyacımız var.”
“Ya onları çalıştırmak ne kadar sürer?” diye sordu Kaplan.
“Şöyle bir düşünelim. İlk olarak, onarım robotuna ihtiyacım olacak, ardından da bir transpalete. Ve elbette, bunların da kontrolu gerekecek. Bu, iki gün alır, tabiî, zararın çok olmadığı varsayımıyla…”
“Kalbi savunucunun dışına çıkarıp, onu burada, ana gövdenin yanında zırhlayamaz mıyız?” diye sordu Kaptan, Fizikçi’ye bakarak.
Fizikçi başını iki yana salladı. “Hayır. Sadece mil, tek başına, bir tondan fazla gelir. Ayrıca kalp tünele sığmaz.”
“Tünel genişletilebilir.”
“Çıkış kapısından geçiremeyiz. Ambar kapağı da bildiğiniz gibi, parçalanmış kıç rezervuarının suyuyla dolu.”
“Sudaki bulaşım oranını inceledin mi?” diye sordu Mühendis.
“Evet. Stronsiyum, kalsiyum, seryum, bütün baryum izotopları. Suyu dışarı veremeyiz, toprakta üçyüz metre yarıçapında bir alana bulaşacaktır ve antirad filtreleri çalışmadığı sürece de arıtamayız.”
“Ben de robot olmadan filtreleri temizleyemem,” diye ekledi Mühendis.
Kaptan konuşan adamlara teker teker dikkatle baktıktan sonra konuştu:
“Önümüzde koca bir yapılamazlar listesi var. Ama, önceden elimizdekilerin bir hesabını yapmamız önemli. Atom atıcıları için ne söyleyeceksiniz?”
“Onlar atıcı falan değil,” dedi Mühendis suratını ekşiterek. “Hadi, kendimizi kandırmayalım. Doktor bu konuda fazla gürültü kopardı; duyan da nükleer savaş başlatacağımızı sanır. Atıcı dediklerinizin menzilleri altıyüz metre bile değil. Onlar yalnızca birer elde serpme makinası ve kullanımları da hiç pratik değil. Ateş edenin iki yüz libre ağırlığında bir kalkan kullanması gerek.”
“Gemide bir sürü ağır cisim var,” diye mırıldandı Kaptan, ama hiçbiri onun şaka yapıp yapmadığını anlayamadı.
“Ama iki atıcıyı yüz metre uzağa yerleştirip ışınlan hedefte bölecek şekilde ateşlersen tehlikeli bir konsantrasyon elde edip, zincirleme reaksiyon oluşturabilirsin,” dedi Fizikçi.
“Bir atış alanı için, söylediğin geçerli,” dedi Kimyager. “Ama bu çayır şartları altında, kesinlik göremiyorum ben.”
“Yani başka bir deyişle, gerçekte, atom atıcılarımız falan yok, öyle mi?” dedi Sibernetikçi. Hem şaşırmış, hem de kızgındı. “O halde bütün bu, boğazımıza kadar silahlanıp silahlanmayacağımız tartışmasının — hatta kavgasının-anlamı nedir? Biz düşünmüyoruz beyler!”
“Bu doğru. Düşünüp, doğru dürüst bir şey ortaya koyabilmiş değiliz,” dedi Kaptan sakin bir biçimde. “Yani henüz. Ama bu rahatlığımızı daha fazla sürdüremeyiz. Bu atıcılarla bir başka taktik de uygulayabiliriz: Biri patlayıcının yarısını ateşler ve hedefte zincirlerine reaksiyon başlar. Ayrıca bu ateşleme mümkün olduğunca iyi bir koruyucu tabakadan ve maksimum mesafeden yapılır.”
“Bu, ateşlemeden önce, yerin bir metre altına girmemiz anlamına mı geliyor?”
“En az beş. Ve iki metrelik bir toprak setin arkasına geçmemiz gerekiyor,” dedi Fizikçi.
“Durağan bir savaş için, bu, iyi bir taktik. Ama değişken siperler için elverişsiz,” diye karşı çıkar gibi oldu Kimyager.
“Eğer gerekirse,” dedi Kaptan. “İçimizden biri bir atıcıyla, geri kaçmamıza yardım edebilir.”
“Hiç set kazmadan mı?”
“Hiç set kazmadan.”
Sessizlik oldu.
“Kullanılabilecek suyumuz ne kadar kaldı?” diye sordu Sibernetikçi.
“Üç yüz galondan az.”
“Bu yeterli değil.”
“Doğru.”
“Şimdi somut öneriler getirelim,” dedi Kaptan. Beyaz bandajının üstünde kırmızı bir benek belirmişti. “Amacımız kendimizi korumak… tabii bu gezegenin canlılarını da.”
Birden bütün başlar aynı yöne çevrildi. Duvarın ardından boğuk bir müzik geliyordu; hepsinin tamdığı bir melodi.
“Müzik seti zarar görmedi mi?” diye fısıldadı Sibernetikçi hayretle. Kimse bir şey söylemedi.
“Evet, bekliyorum,” dedi Kaptan. “Kimse konuşmayacak mı? O halde ben karar veriyorum: Araştırmalar devam edecek. Eğer uygun şartlar altında bir iletişim kurabilirsek, derdimizi anlatmak için elimizden geleni yapacağız. Su stokumuz çok azaldı. Bir yerlerden buraya taşımadığımız sürece de artıramayız. Bu nedenle işbölümü yapmalıyız. Mürettebatın yarısı gemide çalışacak, diğer yarısı keşif için çıkacak. Yarın sabah cipi onarmaya ve atıcıların montajına başlarız. Eğer başarabilirsek, akşam, motorize bir gezinti yaparız. Söyleyecek bir şeyi olan var mı?”
“Benim var,” dedi Mühendis. Ellerini yüzüne koymuş, parmaklarının arasından yere bakıyordu. “Doktor gemide kalsın.”
“Neden?” diye sordu Sibernetikçi. Ama herkes nedenini anlamıştı.
“Bizim zararımıza herhangi bir şey yapmayacaktır… Eğer düşündüğün buysa,” dedi Kaptan, sözcükleri dikkatle seçerek. Bandajındaki kırmızı benek biraz daha büyümüştü.
“Şu fabrikanın duvarında ne yaptığını biliyorsunuz,” dedi Mühendis. “Öldürülebilirdi.”
“Ama, diğer yandan, yaratığın parçalarını ezerken bana yardım eden yalnız o oldu…” dedi Kaptan, ama sözüne devam etmedi.
“Doğru,” diyerek kabul etti Mühendis. “Konuşmaya bu yüzden gönüllü değildim.”
“Başka?” Kaptan doğruldu, elini başına koyup bandajına dokunduktan sonra parmaklarına baktı. Duvarın ardından hâlâ müzik geliyordu.
“Burada, ya da dışarıda açıkta; onlarla ilk nerede karşılaşacağımızı bilmiyoruz,” dedi Fizikçi yavaşça.
“Kura mı çekeceğiz?” diye sordu Kimyager.
“Gerek yok. Burada kalanlar, gemide yapacak işi olanlar,” dedi Kaptan. Ağır ağır ve sallanarak ayağa kalktı, sonra birden dengesini kaybetti. Mühendis fırlayıp onu tuttu, Fizikçi de diğer tarafına geçmişti. Ötekiler yastıkları yere yaydılar.
“Hayır, yatmak istemiyorum,” dedi Kaptan, gözleri kapa’ lı. “Teşekkür ederim, ben iyiyim. Sanırım dikişler açıldı.”
Kimyager, “Müziği kapatayım,” diyerek kapıya yöneldi.
“Hayır,” eledi Kaptan. “Bırak çalsın…”
Doktor’u çağırdılar. Bandajı değiştirip yaraya bir agraf taktı ve Kaptan’a bir ilaç verdi. Sonra herkes uzandı. Işıklar sönüp gemi sessizliğe gömüldüğünde saat ikiye geliyordu.