HAVA kararıyordu. Etrafında dolanırken metal bir rampa zannettikleri şeyin, ne metal, ne de rampa olduğunu gördüler. Bu, büyüklüğünü ancak şimdi farkettikleri bir lav ırmağının en öteye uzanan, donup matlaşmış koluydu. Irmak vadinin üst seviyesinden inmiş ve katılaştığı yerlerde, yüzeyi çatlak havuzlar ve şelaleler oluşturmuştu. Bayırın alt bölümünün tamamı ırmağın posa tümsekleriyle kaplıydı ve açının çok dikleştiği üst bölümde, çıplak kaya damarları bu hareketsiz selin arasından çıkıntı oluşturuyordu. Tam karşısındaki diğer bayırda, bütünüyle kuruyup yayılmış çamur bir tabanı olan yarım mil genişliğinde bir geçit, bitki örtüsüyle kaplı gibi görünen yüksek bir dağ sırtının arasından geçiyordu.

Vadi, tepeden bakan birinin tahmin edebileceğinden çok daha büyüktü. Somuna benzer magma tümsekleri arasından yassı düzlüklere ayrılıyordu. Sağa doğru yer, çıplak denebilecek kadar boş setler halinde gri bulutlara doğru yükseliyordu. O anda bir kaya sırasının arkasında kalmış olan kaynağın yukarıdan gelen sesini duyabiliyorlardı; her püs kürmede vadiyi uzun, yankılı bir tıslama dolduruyordu.

Manzara giderek rengini kaybediyordu; şekiller suya gömülmüş gibi bulanıklaşmıştı. Uzakta, bulutların Güneş’i örtmesine rağmen, karmaşık biçimlerine, batan Güneş’in ışıklarının vurduğu izlenimi uyandıran kızıl duvarlar — ya da tepeler-gördüler.

Daha yakında, geçidin her iki yanında, uzatılmış balonlara benzeyen, beyzbol sopası biçimli dikey, koyu, dev şekillerden bir dizi vardı. Adamlar aralarından geçerlerken alacakaranlık bu koca sütun gölgeleriyle daha da kararmıştı. Kaptan farları yaktı ve üçlü ışığın dışındaki her yer geceye gömüldü.

Tekerlekler, üzerinde döndükleri posa tabakalarını cam gibi parçalara ayırıyordu. Farların dokunduğu sütunlar cıva parlaklığında ışıldıyordu. Buralarda çamur bitiyordu; yer, tekerleklerin girdikçe su sıçrattığı, oyuklarında gölcükler oluşmuş katı lavın girintili çıkıntılı yapısına bürünmüştü. Adamlar bulutlara karşı, birbirinden kabaca yüz metre uzaklıktaki sütunları birleştiren, örümcek ağı inceliğinde siyah hatlar gördüler. Sonra farların ışığı, altlarındaki kırıkların arasından bir şeylerin çürümüş tutamlarının sarktığı ters dönmüş birçok makinanın üstüne düştü. Yolun diğer yanına geçtiler. Makinalar uzun zaman önce terkedilmiş, baştanbaşa pas tutmuştu.

Hava giderek nemli bir hal alıyordu, sütunlardan hasta edici bir yanık kokusu geliyordu. Kaptan en yakın sütuna doğru yöneldi, kenarları kırılıp çökmüş ve her iki yanında çentiklerle dolu eğik yüzeylerin yeraldığı düzgün bir dilimin üzerinde ilerliyorlardı. Tabanda, simsiyah görünen bir giriş vardı. Bunun da üzerinde silindirik bir duvar yükseliyor, mantarı andıran bir başlıkla gökyüzünü kapatıyordu. Kırışık, şekilsiz bir şeydi bu; sanki inşa eden yarım bırakmıştı.

Dev başlığa vardıklarında Kaptan ayağını gaz pedalından çekti. Girişte yarık vardı, farklar derinlikte kayboluyordu. Geniş ve sığ iki oluk sağa ve sola doğru uıuyor, spiraller çizerek yukarı çıkıyordu. Cip durdu ve yavaşça sağdaki oluğa doğru ilerlemeye başladı.

Karanlığa dalmışlardı. Farların ışığında, oluğun kenarları boyunca sıralı yarı açık direkler bir görünüp bir kayboluyordu. Sonra bunların üzerinde bir şeyler parlamaya başladı; yukarı baktıklarında dizi dizi solgun hayaletler gördüler. Kaptan ışıkların birini arttırarak oraya yöneltti. Işık hücreli, beyaz yaratıkların birinden diğerine atlayarak baştan aşağı taradı. Karanlıktan çıktıklarında, her biri, önce parlıyor, sonra görünmez oluyor, aynı anda binlerce küçük yansıma adamların gözlerini kamaştırıyordu.

“Bu, işe yaramıyor.” Kaptan’ın sesi yankıların arasında farklı çıkmıştı. “Ama, durun bir dakika, fişeklerimiz var!”

Cipten indi, farların ışığında oluğun ağzına doğru eğildi. Bir çınlama ile birlikte bağırdı:

“Buraya değil, yukarı bakın!” Cipe atlamıştı. Hemen hemen aynı anda magnezyum kulak tırmalayıcı bir tıslama ile alev aldı ve bir ışık topu karanlıkta yuvarlandı.

İçinde durdukları oluk, biraz daha yukarıda, kubbesinden köpük köpük hücrelerin sarktığı cam bir kovan gibi, delip geçen bir gümüş tüpü andırırcasına kselen çok dik eğimli şeffaf bir koridor ya da çıkış tüneline açılıyordu. Fişek hücrelerde yayıldıkça, bunların içlerinde, neredeyse kıvılcım saçan kar beyazı kemikler, spatüla organlar ve uzun, oval bir kemik diskinden çıkıp etrafa yayılan kemik yelpazelerinden oluşan iskeletlerin olduğunu gördüler. Ön kısımlarındaki açık toraksların her birinin içinde küçük, ince başka iskeletler yarı yana yaslanmışlardı; dişsiz, küresel kafatasları ile bir kuş ve maymun karışımını akla getiriyorlardı. Bu cam yumurta dizileri sayılamayacak kadar çoktu ve helezonik olarak yukarı yükseliyordu. Hücreler ışığı sürekli yansıttıklarından gerçek şekillerini anlayabilmek olanaksızdı.

Adamlar altı saniye kadar koltuklarına adeta yapışmış, oturdular. Fişek sönmüş olmasına rağmen kemikler karanlıkta san ışık saçmaya devam ediyordu; cipin farlarının açık olduğunu farkettiler. Farların soluk ışığı cam kürelerin altına vuruyordu.

Kaptan cipi, oluğun bir boru halini aldığı çıkış tüneline doğru sürdü ve yan tarafa park etti; böylece frenler tutmasa da cip geriye kaymayacaktı. indiler.

Şeffaf boru çok dik yükseliyordu ama yürüyerek çıkabileceklerdi. Farlardan birini yuvasından söktüler, arkalarında bir kablo sürükleyerek çıkış tüneline girdiler.

Tünel kubbenin içine dönerek giriyordu. Her iki yanda yer alan hücreler, üstünde yürüdükleri içbükey tabanın biraz yukarısındaydı. Yorucu bir işti bu, ama sonradan eğim biraz azaldı. Her hücre, bir diğeriyle bitiştiği noktada yassılaşıyor ve her birinden, yuvarlak, buğulu bir merceğin sıkıca örttüğü hortuma benzer bir parça çıkıp, tünele saplanıyordu. Yürümeye devam ettiler. Arkalarında iskeletlerin iğrenç koridoru uzuyordu. iskeletler farklılaşmaya başlamıştı. Adamlar önce bunu farketmediler, çünkü bitişik olanlar hemen hemen özdeşti. Farklar, ancak, birisi spiralin daha uzaktaki bölümleriyle karşılaştırırsa ortaya çıkabilecek şekildeydi.

Yukarı doğru tırmandıkça toraks delikleri küçülüyordu, diğer organlar için de aynı şey sözkonusuydu; oval kemik diski bunların giderek daha fazla bölümünü zaptediyor gibiydi. Ama bu arada, göğüslerdeki küçük canavarların kafaları büyüyordu; ilerledikçe, kafataslarının ilginç bir şekilde basıklaştığını ve yanlara doğru yayıldığını görüyorlardı.

Tek sıra halinde ilerleyerek bir buçuk dönüş çıkmışlardı ki ani bir sarsıntıyla durduruldular; ışıkla cip arasındaki kablo makaranın sonuna gelmişti. Doktor feneri kullanarak devam etmek istedi, ama Kaptan izin vermedi. Ama çıkış tüneli her üç, üçbuçuk metrede, başka tünellere ayrılıyordu, bu yüzden bu cam labirentte kaybolmak işten bile değildi. Geri döndüler. Yollarının üstündeki birkaç kapağı açmaya çalıştılar, ama mercekler şeffaf konteynerlerin kenarlarıyla tamamen kaynaşmıştı.

Hücrelerin tabanı beyaz, katışıksız bir tozla kaplıydı ve aralardan ince, siyah, ne olduğu anlaşılmayan birtakım işaretler — ya da rakamlar-görünüyordu. En arkadaki Doktor her bir hücrenin önünde durup yeniden baktı, ama iskeletlerin nasıl böyle havadan sarktığını ya da neyle desteklendiğini anlayamadı. Yanlara uzayan koridorlardan birindeki bir kümeyi de incelemek istedi, ama Kaptan acele edince, özellikle de farı taşıyan Kimyager uzaklaşıp onları karanlıkta bırakınca, çaresiz, vazgeçmek zorunda kaldı.

Aceleyle indiler ve cipe vardıklarında derin nefeslerle ciğerlerine hava doldurdular; cam tüneldeki hava bayat ve ağırdı.

“Şimdi gemiye mi dönüyoruz?” diye sordu Kimyager.

“Henüz değil,” diye cevap verdi Kaptan, geniş olukta cipi döndürürken. Meyilli yolda, günün son ışıklarını uzun, alçak bir ekran gibi gösteren girişe doğru yöneldiklerinde farlar karanlığın içinde bir yay çizdi.

Dışarıda, Kaptan, sütunun koni biçimindeki metal dökümlü tabanının çevresinde bir tur atmaya karar verdi. Ama, çevrenin yarısını bile tamamlamamışlardı ki, jilet gibi keskin kenarlı, birbirine geçmiş dikdörtgen bloklar yollarını tıkadı. Kaptan farın birini yukarı kaldırdı.

Kahverengi-siyah bir lav kütlesi sütunun arkasında göğe doğru uzuyordu. Karanlıkta belli olmayan bir yükseklikten inen magma, alanın üzerinde, ilerlemesini sık dizili direkler ve yaklaşmayı engelleyen desteklerin kontrol ettiği yarımay biçimli bir duvar oluşturmuştu. Yapıların bu karmaşık düğümü birbirine bağlı setlerden bir ağ örtüsünü hareketsiz kaya seline doğru adeta bastırmıştı. Metal parmaklıklarda döküntüler bırakarak bariyerin üzerinde parçalanıp düşmüş ve kırıkları siyah cam gibi parlayan birçok büyük, ağır blok vardı. Magmanın şişkin orta bölümü bu kısımdaki setleri birbirinden ayırmış, direkleri eğmiş ve bunları, bağlı oldukları takoz biçimli bloklarla beraber sökmüştü.

Gezegenin doğal güçleri karşısında verilen, bu, yenilgiye mahkûm ama cesur savaşımın fotoğrafı adamlara, oradan yüreklenerek ayrılmalarını sağlayacak kadar tanıdık gelmişti. Cip iki dev sütun arasındaki bir boşluktan geri dönerek, vadiye uzayan biçimsiz caddeye doğru dümdüz ilerledi.

Mısır tarlaları gibi uzun, dikdörtgen arazi yamalarının içinde yetişen kalikslere geldiler; geminin yanındaki açıklıkta yetişenlerin aynıydı bunlar. Gri üst dokularının altından pembe renk veren yılanbitkiler ışığın vurmasıyla, uyanıyor gibi kıpırdamaya çalıştılar, ama hareket denemeyecek kadar cansız bir kıpırtıydı bu; yalnızca, farların ışığı altında on metre ötelerindeki çaresiz bir seğirme dalgası.

Adamlar bir kez daha ve bu kez son sütunun yanında durdular. Girişin önü yığılan parçalardan bir kütleyle kapanmıştı. Fenerleriyle içeriyi görmeye çalıştılar, ama fenerlerin ışığı çok zayıf kaldığından, yine cipin farlarından birini sökerek içeri girdiler.

Karanlık, kimyasal maddelerin erittiği organik madde kokusu gibi ekşi bir kokuyla doluydu. Dizlerine kadar kırık cama batmışlardı. Kimyager bir tel yumağına dolandı. Silkelenip kurtulduğunda, yıkıntıların arasından sarı parçalar göründü. Farı yukarı doğrulttuklarında ise, kubbede, arasından bazıları kırık ve boş hücre kümelerinin sallandığı dipsiz bir yarık gördüler. Her yer kemik parçalarıyla doluydu. Enkazın arasından kendilerine yol açarak cipe geri döndüler.

Bir oyuktaki bir grup gri döküntünün önünden geçtiler. Farların ışığı tepedeki kalkan setlere doğru genişleyen ve yere çengellerle tutturulmuş köşeli payandaların desteklediği bir başka kaya kütlesinin üstüne düşmüştü. Cip beton gibi pürüzsüz bir yüzeyin üstüne geldiğinde sarsılmadan ilerlemeye başladı. Ötede ve biraz yukarıda yollarını tıkayacak bir şeyler gördüler. Kolonlardan oluşmuş arka arkaya iki diziydi bunlar. Kavisli ayak kemerlerinden bir kalabalık, her yandan açık bir bina izlenimi uyandırıyordu. Her yayın kendi kolonundan çıktığı noktanın altında, sanki yapımı ileride tamamlanacak yayların kökleriymiş gibi, yukarıya doğru yaprak şeklinde açılmış eklemsiz şeyler vardı.

Cip diş büyüklüğünde bir dizi basamaktan yukarı çıkarak kolonların arasına daldı. Bunların dikkat çekici bir şekli vardı; geometrik olmaktan çok, botaniktiler, hepsi birbirine benzer görünmelerine karşın tamamen özdeş değildiler; oranlarda küçük değişiklikler vardı, ayrıca nodların yerleri ve kemerlerin birbirine sarıldığı noktalardaki şişkinlikler de farklılık gösteriyordu.

Cip, kolonları, kıpırdayan gölgeleriyle birlikte geride bırakarak taş yüzeyde gürültüsüz ilerledi. Son dizi de kaybolduğunda önlerinde koca bir boşluk ve hafif, belirsiz bir ışık ortaya çıktı. Katı kayanın üstünde çok daha yavaş ilerleyerek, beklenmedik bir koyağın bir metre gerisinde durdular.

Altlarında Dünya’daki eski kaleleri andıran karanlık surlar vardı. Surların tepe noktası adamların ayakta durdukları yerle aynı hizadaydı. Bunların içlerini; dar, dönemeçli sokakları görebiliyorlardı. Sokaklar boyunca giden duvarlar yuvarlak köşeli dörtgen deliklerle doluydu ve gökyüzüne yönelmiş gibi yana eğikti. Uzakta, bir sonraki duvar serisinin arkasında, göremedikleri bir şey, taşları ince, altın bir sisle kaplayan soluk bir ışık veriyordu.

Kaptan farlardan birini en yakındaki geçidin içine doğru yöneltti. Işık yirmibeş, otuz metre kadar ötede, eğik duvarların arasında yükselen, fener direği gibi tek bir kolonu gösterdi. Bunun iki yanından pırıltılı bir su sessizce aşağıya akıyordu. Kolonun etrafında, üçgen tepe kaplamalarının üstünde ırmak kumu vardı ve ışığın ucu, ters çevrilmiş ve bir tarafı açık bir konteyneri aydınlatıyordu. Gece esintisini hem hissedebiliyor, hem işitebiliyorlardı; aşağıdaki sokaklarda betonun üzerinde sürüklenen kuru yapraklar hışırdıyordu.

“Bir yerleşim bölgesi…” dedi Kaptan yavaşça, farı ileriye doğru çevirirken. Gemi pruvaları gibi tepede dışa dönen dikey duvarların çerçevelediği, geçit gibi küçük sokaklar kuyunun küçük karesinden çıkıp etrafa yayılıyordu. Geri dönerek yatay çizen bir duvarın deliklerinden geçen siyah damarlar sönmüş bir yangının izlerini andırıyordu. Işık belirgin köşelerin üzerinde dolaştı, bir mahzen girişinin siyah yarığını geçerek dolambaçlı sokakları izledi.

“Kapat onu!” dedi Doktor.

Kaptan kapattı ve önlerindeki manzaranın değiştiğini ancak karanlıkta farketti.

Daha uzaktaki duvarların üst kısımlarına değen hayal meyal ışık bir tür boru ya da delik siluetlerini belirginleştirerek soluklaşıyor, ışık kümelerine bölündükten sonra, gecede tek bir kıvılcım veya ışıltı kalmayıncaya dek, dışarıdaki merkezinden çıkıp yayılan bir karanlık dalgasına dönüşüyordu.

“Burada olduğumuzu biliyorlar…” dedi Kimyager.

“Belki de,” dedi Doktor. “Ama o halde ışıklar neden yalnızca oradaydı? Ve… nasıl yok olduklarına dikkat ettiniz mi? Merkezden.”

Kaplan cipteki yerini aldı ve diğer iki ışığı söndürdü. Karanlık siyah bir şapka gibi üstlerini örttü. “Oraya ciple gidemeyiz. Ve eğer yaya gidersek, birilerinin ciple birlikte burada kalması gerekecek.”

Birbirlerinin yüzlerini göremiyorlardı ve tek duyabildikleri rüzgardı. Sonra, arkalarında, kolonların yönünden belli belirsiz bir ses geldi; birileri dikkatle yürüyor gibiydi. Kaptan son anda farketti; farı yavaşça sesin geldiği yere döndürdü ve birden açtı.

Görünürde hiçbir şey yoktu.

“Kim olabilir?” diye sordu.

Kimse cevap vermedi.

“O halde bendim,” dedi. Cipi çalıştırdı ve duvarın kıyısı boyunca sürmeye başladı. Kırk, elli metre sonra kayanın içinde aşağıya inen merdivenlerle karşılaştılar. Basamaklar küçük ve alçaktı.

“Ben burada kalacağım,” dedi.

“Ne kadar zamanımız var?” diye sordu Kimyager.

“Saat dokuz. Bir saat içinde burada olun. Yönünüzü bulmakta güçlük çekebilirsiniz, bu yüzden şu andan itibaren tam kırk dakika sonra fişekle işaret vereceğim ve bundan on dakika sonra bir ikincisi ve bundan da beş dakika sonra üçüncüsü gelecek. Işığı aşağıdan görebiliyor olsanız bile yüksek bir yerlere çıkmaya çalışın. Şimdi saatlerimizi ayarlayalım.”

Sessizce, sadece rüzgarı dinleyerek, saatlerini ayarladılar. Hava giderek soğuyordu.

“Atıcıyı almayın, burada onu kullanabileceğimiz yeterli alan yok zaten,” dedi Kaptan. Sesini farkında olmadan alçaltmıştı. “Jektörler yeterli. Ayrıca biz iletişim kurmak istiyoruz ama elbette, her ne pahasına olursa olsun değil. Anlaşıldı mı?” Bunu, başı öne eğik olan Doktor’a söylemişti. Kaptan devam etti, “Gece en uygun zaman değil. Belki de yalnızca ortalığa şöyle bir göz atarsınız. En mantıklısı da bu. Tabiî ki buraya yeniden gelebiliriz. Birbirinizi kaybetmeyin. Arkanızı sürekli kontrol edin ve çıkmazlara girmeyin.”

“Ne kadar bekleyeceksin?” diye sordu Kimyager. Kaptan’ın yüzü farların ışığında solgun görünüyordu. Gülümsedi.

“Ne kadar beklemem gerekirse. Evet, şimdi, yolunuz açık olsun beyler.”

Kimyager ellerini kullanabilmek için jektörü kayışından omzuna astı. Fenerini açtı ve merdivenlere yöneldi. Doktor, çoktan İnmeye başlamıştı. Birden yukarıdan parlak bir ışık yayıldı; Kaptan yollarını aydınlatıyordu. Işığı duvar boyunca izleyerek, her yanı, sanki duvardan çıkıyormuş gibi yarıdan sonrası görünen kolonlarla kuşatılmış büyük bir girişe gelene dek yürüdüler. Üst eşik, yüksek kabartmadan taş tomurcuklarla kaplıydı. Antrenin karanlığından, cipin farları yalnızca yarım daire oluşturabiliyordu. Eşik, üzerinde sayısız ayak tepinmiş gibi aşınmıştı. Yavaşça girdiler. İçerisi anormal bir büyüklükteydi, devler için yapılmıştı adeta ve iç duvarlarda hiç ayırt yoktu; bütün bu yapı sağlam kayaların oyulmasıyla ortaya çıkarılmış gibiydi. Koridor kör, içbükey bir duvarla sınırlanıyordu. Her iki yanda da oyuklardan oluşmuş birer dizi vardı. Her oyuğun tabanı ise sanki diz çökmek için düşünülmüş gibi çukur biçimindeydi. Bunun da yukarısında, duvarda, üçgen şeklinde, sıralanmış birer delik yeralıyordu.

Geri döndüler. Dokuz, on metre kadar ötede, duvarda düzenli aralıklarla yerleştirilmiş acayip, çok yüzeyli şekillerle çevrili bir geçit vardı. Dönüp buraya girdiklerinde arkalarındaki yarım yamalak ışık da söndü. Kimyager etrafını görmeye çalıştı; Kaptan farları söndürmüş, tamamen karanlıkta kalmışlardı.

Kimyager yukarı baktı. Gökyüzünü göremedi ama onun uzaktaki soğuk varlığını hissettiğini düşündü.

Adımları yankılanıyordu. Taş duvarlar sesleri geri gönderiyordu. Tek kelime etmeden her ikisi de sol elleriyle yanlarındaki duvara dokundular. Cam kadar pürüzsüzdü.

Doktor fenerini açtı ve kendilerini bir kuyunun dibine benzer küçük bir açıklıkta buldular. Dar sokak girişleri için bölünen duvarların çift sıra halindeki pencereleri göğe doğru eğimliydi ve bu yüzden aşağıdan görmek zordu. En dar sokakta yukarı çok dik çıkan basamaklar ve bunların da önünde, duvardan duvara uzanan yatay, taş bir kiriş vardı. Buna kum saati biçiminde bir varil asılıydı. Adamlar en geniş sokağı seçtiler. Az sonra, etraflarını saran hava değişmeye başlar gibi oldu. Fenerlerini tepeye tuttuklarında kalbur gibi delik deşik bir kemer gördüler; birileri taşa yüzlerce üçgen biçimli delik açmış gibiydi.

Yürümeye devam ederek yüksek galerilere benzeyen, üstü kapalı ara sokaklardan geçtiler. Biçimsiz kampanalar ve varillerin asıldığı kubbelerle, bitki şeklindeki süslerle kaplı üst eşiklerden sarkan ve rüzgarla uçuşan örümcek ağlarının altından yürüdüler. Çok geniş ama boş hollere içeri girmeden baktılar. Bunların, iri kayalarla tıkanmış büyük yuvarlak deliklerle dolu yarım silindir birer kemer biçiminde tavanları vardı. Sokaklardan çıkıp, eğile büküle kıvrılarak yukarı doğru açı yapan acayip oluklar merdiven izlenimi uyandırıyordu. Ara sıra, ılık bir hava adamların yüzlerine çarpıyordu.

Açıklıktan kırk, elli metre kadar ötede sokak ikiye ayrılıyordu. Sağ tarafı tercih ettiler ve yürüdükçe alçalmaya başladılar. Yolda birçok ağır payanda duruyordu ve bunların da her birinde içi kuru yapraklarla dolu birer oyuk vardı. Yürürken kaldırdıkları toz, fenerlerinin ışığında dönerek yükseliyordu. Her iki yandan çatlamış yeraltı kemerleri dışarıya hayat bir koku sızdırıyordu ve içleri, görünüşte hareketsiz duran anlamsız birtakım şekillerle doluydu. Sokak iyice alçaldıktan sonra yeniden yükseldi ve temiz hava etrafı sardı.

Adamlar başka birçok ara sokak, galeri ve açıklığı geçti ler. Fenerleri hareket ettikçe gölgeler sürü halinde uçuşup kaçışıyor ya da duvardan çıkıp birbirine dayanan kolonların kapattığı girişlerde yere çöküyordu. Ayak seslerinin gürültülü yankısı her yerde onlara eşlik ediyordu.

Arasıra civarda birilerinin varolduğu sezgisine kapılıyorlardı. Birden önlerine çıkan bir duvarla durdular, fenerleri ise sönmüştü. Kalpleri hızla çarpıyordu. Hışırtılı, sürünmeye benzer karışık bir gürültü duydular. Bir yeraltı suyunun çağıltısı gibi, ama yine de acayip bir yankıydı bu. Belki de kayalara oyuk açmış bir kaynaktan küf kokularıyla birlikte gelen bir iniltiydi ama bunun, bir yaratığın sesi mi, yoksa yalnızca, çukur bir bölümde rüzgarın yarattığı gürültü mü olduğunu kestirebilmek mümkün değildi. Etraflarında birtakım şekillerin dolaştığı hissine kapıldılar. Hemen sonra, geçitlerden birinden küçük bir yüzün dışarı baktığını gördüler. Solgun ve karışıktı. Ama oraya gittiklerinde tek buldukları ince bir maden tabakasıydı.

Doktor hiçbir şey söylemedi. Çok iyi biliyordu ki, bu koşullarda, gecenin bu saatinde tam anlamıyla delilik olan bu tehlikeli araştırmaya kendisi yüzünden girişilmişti; çünkü, mürettebatın geri kalanından farklı olarak, iletişim kurulması gerektiği konusunda ısrarla direnen oydu ve bu yüzden, zaman ilerlemiş olmasına rağmen Kaptan riski göze almıştı. Kendi kendine, bir sonraki köşeye ve sokağa varır varmaz geri döneceklerini tekrarladı ama devam ettiler. Her yanı dairesel, mat cam tabakalarından oluşmuş yüksek bir galeriye girdiklerinde, tavana alttan tutturulmuş vagon biçimli balkonlardan bir bitki tohumu önlerine düştü. Eğilip aldılar; ılıktı, sanki biri yeni bırakmıştı.

Onları en çok şaşırtan karanlıktı. Kesinlikle bu gezegende yaşayanların gözleri vardı ve geldikleri de biliniyordu. Bu sakinlik huzursuz ediciydi; herhangi bir nöbetçiyle, ya da en azından bir hareketle karşılaşmaları gerekirdi. Çünkü yukarıdan gördükleri ışıklar burada birilerinin olduğunun kanıtıydı.

Artık bu araştırma daha çok, bir kabusa benzemeye başlamıştı. Işığı özlemişlerdi, fenerleri etraflarındaki kasveti arttırmaktan başka işe yaramıyor gibiydi ve tek gördükleri, anlaşılmaz cisim parçalarıydı.

Birden, çok belirgin bir hareket sezdiler ve o yöne doğru koşmaya başladılar. Dar sokağı koşturmacanın kapalı duvarlara çarpıp kırılan yankıları doldurdu. Adamlar, önlerinde fenerleri koştukça, gri gölgeler tepe kemeri boyunca geziniyor, iyice yakınlaşana kadar alçalıyordu. Hareketin gürültüsü sustu, sonra yeniden başladı. Karanlık ara sokak girişleri geride kaldıkça, tavan, dalgalar halinde inip çıkıyordu. Adamlar, bitkin, durdular.

“Baksana… sence bizi… tuzağa mı sürüklüyorlar?” diye soludu Kimyager.

“Aptallaşma!” dedi Doktor, kızgın kızgın.

Duvarları siyah deliklerle dolu bir kuyunun yanında duruyorlardı. Deliklerin birinden solgun, yassı bir yüz göründü, ama fenerlerini oraya çevirdiklerinde delik boştu.

Devam ettiler. Diğerlerinin varlığı artık bir tahmin değildi, onları her yerde hissedebiliyorlardı. Doktor ise, karanlıkta olabilecek bir saldırı veya çarpışmayı, bu, hiçbir sonuç çıkmayacak anlamsız araştırmaya tercih edebileceğini düşünmeye başladı. Saatine baktı. Neredeyse yarım saat geçmişti; az sonra geri dönmeleri gerekecekti.

Birkaç metre ötede, duvardaki bir dirsekte, tepesinde sivri, belirgin bir kemerin durduğu bir giriş bulunuyordu. Eşiğin her iki tarafında yumru biçimli taş gövdeler yükseliyordu. Kimyager fenerini içeri tuttu. Işık bir sıra oyuğu atladıktan sonra hareketsiz bir çıplak vücut yığınının üstüne düştü.

“Oradalar!” dedi, nefes nefese geri çekilirken. Doktor, arkasında Kimyager’in ışığı, içeri girdi. Çıplak gövdeler birbirine kenetlenmiş, donmuş halde duvara yapışmıştı. Önce ölü olduklarını düşündüler, ama parıldayan su damlacıkları sırtlarından aşağı süzülüyordu.

“Hey!” dedi Doktor yavaşça, durumun anlamsızlığını hissederek Dışarıdan ve yukarıdan uzun, tiz bir ıslık geldi; arkasından, birçok sesin oluşturduğu bir inilti taş odada tekrarlandı. Yaratıkların hiçbiri kıpırdamıyor, yalnızca inliyorlardı. Ama sokakta hareket vardı; adamlar ayak sesleri duyuyorlardı, birileri koşuyordu ve birçok karanlık şekil büyük sıçrayışlarla geçiyordu. Yankılar durduğunda Doktor dışarı baktı; yolda hiçbir şey yoktu. Şaşkınlığı kızgınlığa dönüşmüştü. Fenerini söndürerek girişte dışarıyı dinlemeye başladı.

Karanlıkta yine ayak sesleri duyuldu.

“Geliyorlar!”

Doktor, Kimyager’in silahına yapıştığını görmedi ama hissetti ve “Ateşleme!” diye bağırdı.

Sokak birdenbire doldu. Hörgüçler, Kimyager’in fenerinin ışığında sağa sola, yukarı aşağı atlayıp zıplıyor, vücutların birbirine çarpışının yumuşak gümbürtüsü duyuluyordu. Dev gölgeler uçuşuyor ve kanat gibi çırpınıyordu. Boğuk seslerin feryatlarına bir hırıltı karıştı ve ağır bir şey Kimyager’in ayaklarına düşerek onu yere devirdi. Bir saniye için gözü, küçük bir yüze ilişti, beyaz gözler ona bakıyordu. Yere çarpan feneri sönmüştü, şimdi her yer koyu karanlıktı. İşlek bir caddenin ortasında kalmış, elleriyle soğuk asfaltı yoklayan kör bir adam gibi, korkudan deliye dönmüş, el yordamıyla feneri aramaya başladı.

Doktor’u çağırdı ama sesi yetmedi. Birbirine toslayan düzinelerce vücut geçmeye devam ediyordu.

Kimyager fenerinin metal silindirini yakalayıp ayağa fırladı, ama çok güçlü bir esinti onu duvarlardan birine savurdu. Yukarıdan bir yerden bir ıslık yine çınladı ve vücutlar durdu. Onlardan gelen ısıyı hissediyordu. İtilip kakılmaya başladı; iyice sersemlemişti, kaygan vücutları ve onların soluklarını her yanında duydu. Çaresizlik içinde bağırmaya başladı. Fenerin düğmesine tekrar dokundu, ortalık tekrar aydınlandı.

Gördüğü, dev cüsseler ve minik yüzlerin afallamış gözleriydi. Sonra, arkasından çıplak yaratıklar yaklaşmaya başladı. Sıcak, ıslak bedenlerin arasında sıkışıp kalmıştı ama kendisini savunmak için hiçbir çaba göstermedi ve onların sürüklemesine bıraktı. Et kokusu nefesini tıkıyordu. Yanındaki yaratıklar ona korkuyla bakıyorlardı; kaçışmaya çalıştılar ama oda veya başka bir şey yoktu. Boğuk ulumalar sürüyordu. Küçük bedenler, göğüs kaslarının tümsekleri arasında tere benzer bir sıvıya bulanmışlardı.

Onu saran grup birdenbire çıkışa yöneldi. Birbirine dolanmış organların arasından, bir saniye için, bir ışık çizgisi ve Doktor’un yüzünü farketti; ağzı, bağırıyormuş gibi açıktı. Kimyager’in, göğsüne bastırdığı feneri yukarı aşağı hareket ediyor ve her biri halsiz, terli, gözsüz, burunsuz, ağızsız küçük yüzleri gösteriyordu. Bir an için basınç azalır gibi oldu; sonra yeni bir darbeyle omuzları hızla duvara çarptı; bir kolundu bu, bir yerini yakaladı ve bütün gücüyle yapışmaya çalıştı. Ayaklarını bir yere koyması gerekiyordu, çünkü düşerse ezilerek öleceği kesindi. Taşta bir basamak hissetti; bir çıkıntıydı bu. Ayaklarını ona koyarak nihayet yükseldi ve fenerini ortalığa tuttu.

Manzara korkunçtu: Başlardan oluşan bir sel duvardan duvara sürükleniyordu. Durduğu oyukta ona sonuna kadar açılmış gözlerle bakıyorlardı. Kendisinden kaçmak için çaresizlikle çırpınmalarını izledi. Ama sokak boyunca sürüklenen ve en dıştakileri duvara sıkıştıran kalabalıkta bir şey yapamıyorlardı. Kimyager Doktor’u gördü; etrafını saran dev gölgelerin akıntısına kapılmış, sürükleniyordu. Kimyager’in feneri yeniden düşüp söndü. Gürültü, karanlıkta devam ediyor, gövdeler birbirine çarparak inliyordu. Sırtını soğuk taşa dayayarak nefesini tutmaya çalıştı. Ama şimdi ayak seslerini ve sıçramaları ayrı ayrı duyabiliyordu; bu, cehennem kalabalığının azaldığı anlamına geliyordu. Dizlerinde artık güç kalmamıştı. Doktor’a seslenmek istedi ama sesi çıkmadı. Birden karşı duvarın tepesinden bir aydınlık göründü. Bunun, bir magnezyum ateşlemesiyle dönüş yolunu gösteren Kaptan olduğunu ancak birkaç dakika sonra anlayabildi.

Eğilip fenerin nerede olabileceğini düşündü ama aşağıdaki hava öylesine berbat kokuyordu ki hemen ayağa kalkmak zorunda kaldı. Bir an sonra uzaktan gelen bir bağırış duydu, bir insan sesiydi bu.

“Doktor! Buradayım!” diye bağırdı Kimyager. Bir başka bağırış, bu kez daha yakından geldi ve bir ışık siyah duvarların arasından göründü. Doktor ona doğru geliyordu ama düzgün yürüyemiyordu; sarhoş gibi yalpalıyordu.

“Ah,” dedi, “… demek buradasın. İyi…” Kimyager’in kolunu yakaladı. “Bir ara beni sürüklediler ama kurtulmayı başardım… Sen fenerini mi kaybettin?”

“Evet.”

Doktor hâlâ kolunu tutuyordu. “Baş dönmesi,” diye açıkladı, nefesini kontrol etmeye çalışarak. “Önemli değil… Az sonra geçer…”

“Neydi bu?” diye sordu Kimyager, fısıltıyla.

Doktor konuşmadı.

Birlikte karanlığı, uzaktaki ayak seslerini, arasıra ortaya çıkan uğultuyu dinlediler. Gökyüzü ikinci kez üzerlerinde ışıldadı, yatay çıkıntıları gördüler. Ve ışık, kısa bir gün doğumu ve günbatımı gibi sarararak alçaldı.

“Hadi gidelim.” Bunu birlikte söylemişlerdi.

Belki de Kaptan’ın işaret fişekleri olmasaydı bu işi şafaktan önce halledemezlerdi. Çağrı ışıkları iki kez sokakları doldurmuş, yönlerini kaybetmemelerini sağlamıştı. Yol üstünde panikle kaçan birkaç yaratıkla daha karşılaştılar ve sürünün geçtiği bir uçurum tabanında cansız yatan, çoktan soğumuş bir gövde gördüler. Tek kelime etmeden devam ettiler. Saat on bire birkaç dakika kala, kendilerini ilk baştaki açıklık ve kuyunun yanında buldular. Doktor’un feneri bunların üzerinde henüz geziniyordu ki, cipin üçlü ışıkları yukarıdan parlamaya başladı.

Doktor ve Kimyager yukarı çıkarken Kaptan basamakların tepesinde bekliyordu. Soluk soluğa cipin basamaklarından birine oturduklarında ışıkları söndürdü ve konuşmalarını bekleyerek karanlıkta birkaç adım attı.

Ona her şeyi anlattıklarında, “İlginç,” dedi, “Böyle bitmesi sevindirici. Bu arada… onlardan bir tane de burada var…”

Ötekiler anlamadılar ama Kaptan arka ışıklardan birini yakınca ne olduklarını bilemeden yerlerinden zıpladılar. Cipten dokuz on metre kadar ötede bir İkicanlı yatıyordu.

Doktor ona bakmaya gitti. Çıplaktı, yarı uzanmıştı, dev gövdesinin üst kısmı yere değmiyordu. Şişmiş göğüs kaslarının arasından soluk mavi bir göz onlara bakıyordu. Adamlar bir kapı aralığından bakıyorlarmış gibi küçük, yassı yüzün sadece bir kısmını görebildiler.

“Buraya nasıl geldi?” diye sordu Doktor yavaşça.

“Sizden az önce aşağıdan çıktı. Son işareti verdiğimde kaçtı ama sonra geri geldi.”

“Geri geldi?”

“Evet.”

Ne yapacaklarını bilemeden onun başında duruyorlardı. Yaratık uzun bir yarıştan çıkmış gibi soluyordu. Doktor ona hafifçe vurmak için çömeldi ama hantal gövde titremeye başladı ve solgun etin üstünde sıvı damlacıkları belirdi.

“Bu… bizden korkuyor,” diye mırıldandı Doktor.

“Hadi onu bırakıp gidelim. Geç oldu,” dedi Kimyager.

Doktor bir an duraksadı. “Hayır. Bekleyin… Oturun bir dakika.”

İkicanlı kıpırdamıyordu.

Kaptan ve Kimyager, Doktor’un yaptığını yapıp yaratığın yanına, yassı taşlı yüzeye oturdular. Arasıra fışkıran kaynağın sesini uzaktan yine duydular, ardından, görünmeyen çalıları kıpırdatan rüzgarı hissettiler. Yerleşim bölgesi karanlıkta hiç görünmüyordu. Sis çizgileri havada geziniyordu. Hareketsiz duran cipin dış hatları farın parlaklığında belirginleşmişti. On dakika kadar böyle oturduktan sonra sabırsızlanmaya başladılar, ama birden, küçük baş dışarı çıkıp onlara baktı. Kimyager’in beceriksizce bir kıpırdanmasıyla da yeniden kastan torbasına girdi.

En sonunda, neredeyse yarım saatlik bir beklemenin ardından dev yaratık kalktı. İki metre boyundaydı ama, öne bükülmemiş olsa mutlaka çok daha uzun olacaktı. Hareket ettiğinde vücudunun alt yarısı, bilinçli bir şekilde, biçimsiz gövde tabanından ayak uzatıp geri çeker gibi oluyordu, ama bu, sadece, uzuvlarının çevresinde şişip kasılan bir adale kütlesiydi.

İkisi de Doktor’un bunu nasıl yaptığını anlayamamıştı — sonradan kendisi de nasıl olduğunu bilmediğini söyledi-ama birçok hafif dokunuş ve yumuşak vuruştan sonra etten yuvadan tamamen çıkan İkicanlı, minik eliyle, Doktor’un onu cipe götürmesine izin verdi. Baş ise, öne doğru bükülerek farın ışığında birarada dururlarken onlara kuşkuyla baktı.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Kimyager. “Herhalde burada konuşmaya çalışmayacaksın?”

“Onu beraberimizde götüreceğiz,” dedi Doktor. “Senin aklın başında mı?”

“İyi fikir,” dedi Kaptan. “Ama yarım ton vardır bu!”

“Cip bundan fazlasını da taşıyabilir.”

“Üçümüzü ekle. Burgu milleri kırılabilir.”

“Öyleyse yapılacak bir şey yok, bırakalım gitsin,” dedi Doktor. Ve İkicanlıyı basamaklara doğru çekti.

O anda koca yaratık kıvrıldı, derisi yanardöner damlacıklarla kaplandı.

“Ne? Ben… Hayır, ben sadece şaka yapıyordum,” dedi Doktor kekeleyerek. Yaratığın tepkisi ilgilerini çekmişti. Doktor onu sakinleştirmeyi başardı.

Yeni yolcuya yer bulmak kolay olmayacaktı. Kaptan lastiklerdeki havanın hemen hemen tamamını boşalttı, böylece cip, kayalara değecek kadar alçaldı. İki arka koltuğu söküp, onları bagaj kafesine kayışlarla tutturdu. Bu arada atıcı da kütlenin tepesine bağlanmıştı. Ama İkicanlı araca binmek konusunda isteksizdi. Doktor onu arkasından hafifçe itti, onunla konuştu, hattâ önce kendisi içeri girip oturdu. Eğer saat on biri geçiyor olmasaydı ve karanlıkta, engebeli arazide, büyük bölümü yokuş olan altmış millik yol katedip geri dönmek zorunda olmasalardı, bunun çok komik bir manzara olduğu söylenebilirdi. Sonunda Doktor’un sabrı taştı. Küçük vücuttan sarkan kolların birini yakalayıp bağırdı:

“Arkasından itin şunu!”

Kimyager tereddüt etti, ama Kaptan koca hörgüce yüklendi. İkicanlı önce sızlandı, ancak sonra dengesini kaybetti ve kendisini cipte buldu. Şimdi her şey daha hızlı hallediliyordu. Kaptan lastikleri şişirdikten sonra, biraz yana yatması dışında, cipin çalışması sorun yaratmadı. Doktor yeni yolcunun önündeki koltuğa otururken, bu samimiyetten fazlasıyla rahatsız olan Kimyager, Kaptan’ın arkasında ayakta durmayı tercih etti.

Kolon sıralarını geçerek sopa biçimli cisimlerin caddesine geldiler. Cip düz arazide hızını almıştı ama geçitteki magma bayıra tırmanırken yavaşladı. On dakika kadar son ra balçık tepelerine ve içlerinde korkunç olayların yaşandığı kare kuyulara geldiler.

Uzun süre kalın, gevşek balçıkta ilerledikten sonra, gelirken kendilerinin bıraktığı tekerlek izlerine vardılar ve vadiye doğru bunları takip etmeye başladılar.

Tekerlekleriyle sürekli çamur sıçratan cip balçık tepelerin arasından geçiyordu. Bulanık bir ışık, karanlıkta büyüyerek onlara doğru gelmeye başladı. Bunun üç ayrı ışık olduğunu sonradan farkettiler. Ama Kaptan bunun bir yansıma olduğunu bilerek hızı ayarladı. İkicanlı huzursuzluk belirtileri göstermeye başlamıştı; kıpırdandı, homurdandı, hatta vücudunun ağırlık merkezini sola kaydırarak cipin dengesini tehlikeye bile soktu. Doktor sesiyle onu sakinleştirmeye çalıştı, ama pek başarılı olamadı bu kez. Arkasına baktığında İkicanlının, üstü yuvarlak, konik bir tepe şeklini aldığını gördü. Yaratık küçük vücudunu içine almış nefesini tutuyor gibiydi. Ve ancak, ısıdaki ani dalgalanmaların oluşması ve kendi yansımalarının da ortadan kalkması tehlikeli bölgeyi geçtikleri haberini verince rahatladı; artık kıpırdamıyordu, hatta bu gece yolculuğundan hoşlanmaya başlamışa benziyordu.

Cip uçurum eğimli bir hayırdan tırmanmaya başladı. Büyük kayaların üstünde hantal hantal ilerledikçe alçalıp yükseliyor, sağa sola yalpa vuruyordu. Zorlanan motor vınlamaya başlamıştı. Bir iki kez geriye kaydılar, tekerlekler gevşek toprakta boşa dönüyordu. Kaptan direksiyonu sert bir hareketle çevirdi ve durdular. Ardından cipi döndürdü ve tedbir olarak, hayırdan aşağı, vadiye doğru çapraz ilerlemeye başladılar.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Kimyager. Sinirliydi. Gece havasının ani esintileri su damlacıklarını yağmur gibi üzerlerine serpiyordu.

“Başka bir yolu deneyeceğiz,” dedi Kaptan.

Durup, farlardan birini kullanarak yukarı baktılar, ama görülecek bir şey olmadığından kafalarından rastgele bir yön çizip tekrar denemeye giriştiler. Eğim az sonra, ilk seferdeki gibi arttı ama burada toprak kuru olduğundan, ilerleyebildiler. Kaptan pusulayı kuzeyde sabitleştirmeye çalışıyordu ama cipin kasası arka tekerleklere vuruyor ve onu batıya gitmeye zorluyordu. Bu da, ağaçlıktan geçecekleri anlamına geliyordu. Hatırlayabildiği kadarıyla, ulaşmaya çalıştıkları platonun kıyı kesimlerinin çoğu ağaçlıktı. Ama yapılabilecek bir şey yoktu. Farlar, kasvetli alanın içinde uçuşan bir dizi beyaz figürün üstüne düştü; sonradan, bunun yalnızca sis olduğunu gördüler. Buğu damlalar rüzgar-kırandan ve koltuk iskeletlerinin metal borularından aşağı süzülüyordu. Soğuk sis yoğunlaştı, ardından inceldi ama hâlâ nereye gittikleri hakkında hiçbirinin bir fikri yoktu. Kaptan’ın ise tek düşündüğü yukarı ulaşmaktı.

Birdenbire sis dağıldı ve belirginleşen far ışıkları bayırın tepesini gösterdi. Yukarıdaki siyah gökyüzü yıldızlarla doluydu. Herkes kendini daha iyi hissetmeye başladı.

“Yolcumuz nasıl?” diye sordu Kaptan arkasına dönmeden.

“Gayet iyi. Uyuyor gibi görünüyor,” dedi Doktor.

Az sonra hayır dikleşti; cipin ağırlık merkezinin arkaya kayması ön tekerleklerin idaresini olanaksızlaştırıyordu. Birkaç metre yana kaydılar. Sonra Doktor bir öneride bulundu, “Belki ben önde, farların arasındaki tampona otursam daha iyi olacak.”

“Henüz değil,” dedi Kaptan. Tekerleklerden biraz hava boşalttı. Böylece biraz batan cip toprağa daha iyi tutundu.

Zengin bileşimli geniş bir toprak sahayı geçtiler. Karışık çalılıklara yaklaştıkça, üzerleri, tepeden sarkan siyah dev bir fırçayla örtüldü. Burayı geçmek olanaksızdı ama daha uygun bir yer bulmak için de geri dönemediler. Yukarıya doğru bir süre devam ettikten sonra iki metre yüksekliğinde bir duvarın yollarını kesmesiyle durdular. Farlar ipliksi köklerle dolu sarı bir çamuru gösteriyordu. Kimyager bir küfür savurdu.

Kaptan indi, bir kürekle çamuru kazmaya ve çıkardığı toprağı cipin arka tekerleklerinin altına yığmaya başladı. Kimyager de yardımına gitti. Doktor, duyduğu hışırtı ve çıtırtılardan onların çalılıklara doğru çalıştıklarını anlıyordu. Kaptan’ın fenerinin ışığı zayıfladı, tamamen yok oldu ve bir başka yönden tekrar belirdi.

“Ne lanet iş bu!” diye homurdandı Kimyager. “Bu riskli!”

“Risk olup olmadığını bilemeyecek kadar yabancıyız buraya,” diye cevap verdi Kaptan. Sesini yükselterek Doktor’a doğru bağırdı. “Küçük bir toprak kayması oluşturacağız. Bu, yolu biraz açacak. Yolcumuzun korkmamasına çalış!”

“Tamam!” diye bağırdı Doktor. Koltuğunda dönerek, yüzünü, kıvrılmış sakin oturan İkicanlıya çevirdi.

Az sonra, yer değiştiren çamurun sesi g’eldi ve parçalar bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Birkaç öbek cipe çarptıktan sonra, toprak kayması durdu, ama parçacıklar hâlâ duvardan aşağı damla damla gelmeye devam ediyordu. Doktor yaratığı kontrol etti; tepki vermiyordu. Şimdi cipin önünde, çamur yığınının içinde geniş, huni gibi bir gedik vardı. Kaptan burada küreğiyle kan ter içinde çalışıyordu.

Bagajdan çekme halatını, makarayı ve kancayı alıp halatın bir ucunu cipe, diğer ucunu da gediğin öbür tarafına, çalılığa sabitlediklerinde saat on ikiyi geçiyordu. Doktor ve Kimyager dışarı çıktılar, Kaptan ise tüm tekerlek motorlarını ve ön vinci çalıştırdı. Araç öne doğru küçük mesafelerle ve aralıklı olarak ilerlemeye başladı. Gediğin biraz daha büyük olması gerekiyordu ama yarım saat sonra cip platoya çıkmış, kuru ve kolayca kırılıveren çalıların arasında gürültülü bir şekilde yürüyordu. Sonraki bir saat içinde de pek ilerleme kaydedemediler; ancak bitkiler sona erdiğinde hızlanabildiler.

“Yolu yarıladık!” diye bağırdı Kimyager, Doktor’a. Kaptan’ın omuzlarının üzerinden odometreye bakıyordu. Kaptan ise öyle düşünmüyordu; bayırda yolu uzatmak zorunda kalmışlardı çünkü. Eğilmiş, yüzü rüzgarkırana yakın, gözleri önlerindeki açıklıktaydı. Tekerlekleri, kopuk kaya parçalarından ve oluklardan uzak tutmaya çalışıyordu. Cipin sarsılıp hamle yapmasıyla arkadaki benzin tenekesi takırdıyor, arasıra sıçrayıp düşmesiyle de amortisörler tıslıyordu. Ama görüş netliği fena değildi ve uzun mesafede, karşılaşacakları bir sürpriz yoktu. Far ışıklarının gri bir sis halinde bittiği yerde bir şey parladı; bir direkti bu, sonra bir diğeri derken, bunlardan oluşan bir sırayı geçmeye başladılar. Doktor, başını yukarı kaldırıp direklerin tepe noktalarında hava titreşimi yapan kolonların olup olmadığını görmeye çalıştı, ama çok karanlıktı. Yıldızlar hafif hafif pırıldıyordu. Arkasındaki dev yaratık sessizdi. Yalnız bir kez, sanki aynı şekilde oturmaktan yorulmuş gibi, biraz kıpırdanıp yer değiştirdi. Daha rahat etmeye çalışıyordu. Bu, insana oldukça benzer davranış, Doktor’a çok dokundu.

Şimdi, uzunlamasına sırtı olan bir platonun üstündeki olukları geçerek aşağı iniyorlardı. Farlar dil biçimli bir kireçtaşı çıkıntısının ötesinde, daha fazla oluk olduğunu gösterince Kaptan yavaşladı; sol taraftan gelen bir vızıltı, artarak yankılı bir gümbürtüye dönüştü. Koca bir nesne, farların ışığında parıldayarak önlerinden geçti ve kayboldu. Frenler feci bir cıyaklama çıkardı ve öne fırlatılan adamlar yüzlerinde sıcak, acı bir hava dalgası hissettiler. Yeni bir vızıltının duyulmasıyla Kaptan farları söndürdü. Karanlıkta, birkaç metre ötelerinde, her birini çevreleyen helezonik disklerin oluşturduğu bulanıklığın içinde fosforışıl vagonlar birbiri ardına uçuyordu. Hepsi aynı eğik manevrayı ya parak dönerken, adamlar onları saymaya çalıştılar. On beşincisi, sonuncu gibi görünüyordu. Yeniden hareket ettiler.

“İşte bu, daha önce görmediğimiz bir şeydi,” dedi Doktor.

Ama hemen ardından duydukları farklı, bu kez çok daha yavaş ve sanki yerden geliyormuş gibi bir gürültüyle birlikte Kaptan çabucak cipi çevirerek geri dönmeye başladı. Tekerlekler kireç taşı döküntülerini eziyordu. Durdular. Bir şekil karanlıkta büyük bir gürleıneyle önlerinden öyle bir geçti ki ağaçların üzerindeki yıldızlar görünmez oldu. Yer sarsılıyordu. Bunu, ağır bir topaç gibi, bir ikincisi ve üçüncüsü izledi. Görünürde vagon falan yoktu, yalnızca kor haline gelmiş gibi merkezcil ışınlar halinde, dişliye benzer birer siluet her birinin gittiği yönün tersine doğru yavaşça ilerlemişti.

Yeniden sessizlik oldu. Uzaktan hafif bir homurtu duyuldu.

“Bunlar çok büyüktü, gördünüz mü?!” dedi Kimyager.

Kaptan farları açıp, frenden ayağını çekmeden önce epeyce bekledi. Yokuş aşağı inen cip, hızını tekrar toparladı. Aslında oluklara paralel gitmeleri daha kolay olacaktı, çünkü toprak orada daha düzdü, ama Kaptan bu riski göze almamayı tercih etti; bu bulanık canavarlardan biri arkalarından onlara yetişebilirdi. Direksiyonu büyük bir dikkatle idare ederek doğu yönünde devam etti. Elbette, karşılaştıkları disklerden birinin rotayı değiştirip geri dönmesi de mümkündü. Hiçbir şey söylemedi ama huzursuzdu.

Parlak bir kuşak biraz ötede yanıp söndüğünde saat ikiyi geçiyordu. Diskleri gelip geçerken kılını kıpırdatmayan İki-canlı, şimdi etrafına bakmıyordu. Ama cip aynaya benzer şeride ulaştığında, aniden hırıldamaya ve inlemeye başladı. Bu arada sanki aşağıya atlamaya hazırlanıyormuş gibi yana doğru kaymıştı.

“Dur! Dur!” diye bağırdı Doktor. Kaptan, kuşaktan bir metre uzakta durdu.

“Neler oluyor?”

“Kaçmak istiyor!”

“Neden?”

“Bilmiyorum. Belki de şu kuşak yüzünden. Farları söndür!”

Загрузка...