AKŞAM karanlığından hemen önce Kaptan ve Mühendis biraz temiz hava almak için dışarı çıktılar. Bir toprak yığınının üstüne oturmuş, yakut kırmızısı Güneş’in görünen son parçasına bakıyorlardı. “Buna asla inanamazdım,” dedi Mühendis. “Ben de öyle.”

“Reaktör gerçekten sağlam yapılmış.”

“Elbette. Güvenilir Dünya işçiliği.” Bir süre hiç konuşmadılar. “İyi bir başlangıç,” dedi Kaptan.

“Evet, ama yapılması gerekenlerin ancak yüzde birini yaptık ve…”

“Biliyorum,” diye cevap verdi Kaptan sakince. “Ve henüz bilmediğimiz şeyler var, örneğin…”

“Evet, idare körükleri, alt iç güvertenin tümü.”

“Ama yapacağız.”

“Evet.”

Mühendis’in gözleri tepenin üstündeki uzun tümseğe takıldı; yaratığı gömdükleri yerdi burası. “Tamamen unut muştum…” dedi hayretle. “Sanki bir yıl önce olmuş gibi.”

“Ben unutmadım. O zamandan beri sürekli onu düşünüyorum. Doktor’un, akciğerlerinin içinde bulduğu şey yüzünden.”

“Ne buldu?”

“Bir iğne.”

“İğne mi?!”

“Ya da değil, gördüğünde kendin karar verirsin. Kütüphanede, bir kavanozun içinde duruyor. Çok ince bir tüp parçası; bir ucu kırık ve diğer ucu sivri, enjeksiyon için kullanılmış gibi.”

Mühendis ayağa kalktı. “Garip, ama, her nasılsa bu bana çok ilginç gelmiyor. Şu an hissettiklerim, sanki, yabancı bir havaalanında beş dakikalığına mola vermiş birinin hissettikleri gibi. Tanımadığı kalabalığın arasına karışıyor ve esrarengiz, anlaşılmaz şeyler görüyor. Ama o, kaygısız, bütün bunlar ona uzak görünüyor; çünkü, oraya ait olmadığını ve az sonra uçup gideceğini biliyor.”

“O kadar çabuk olmayacak ama…”

“Biliyorum, ben ne hissettiğimi anlattım sadece.”

“Hadi dönelim. Yatmadan önce, reaktörü boşa alabilmek için geçici anahtarları çıkarıp yerine kendi sigortalarını takmalıyız.”

“Pekâla, gidelim.”

Geceyi gemide ve küçük ışıkları açık bırakarak geçirdiler. Arada bir, içlerinden biri uyanıyor, uykulu gözlerle ampullerin yanıp yanmadığını kontrol ediyor ve yeniden rahatlamış olarak uykuya dalıyordu.

Sabah olduğunda, ilk harekete geçirilen ekipman birimi temizleme robotuydu. Hemen her on beş dakikada bir, her yeri örten enkazın içine saplanıp kalıyordu. Sibernetikçi, elinde bir dolu aletle arkasından koşturup onu süprüntüden kurtarıyor, tutma ünitesi için çok büyük gelebilecek parçaları uzaklaştırdıktan sonra yeniden çalıştırıyordu. Robot ileri birkaç adım atarak diğer süprüntü yığınına geçiyor ve az sonra yeniden sıkışıp kalıyordu. Kahvaltıdan sonra Doktor, tıraş makinesini denedi. Sonuç, bronz yarım maske takmış bir adam oldu; alnı ve göz kenarları Güneşten yanmış ama yüzünün alt kısmı beyaz kalmıştı. Hepsi teker teker tıraş oldular.

“Daha iyi beslenmeliyiz,” dedi Kimyager. Aynadaki zayıf aksi onu şaşırtmıştı.

“Yeni avımıza ne dersin?” diye bir öneri getirdi Sibernetikçi.

Kimyager’in tüyleri diken diken oldu. “Hayır, teşekkür ederim. Bana sözünü bile etme. Kâbuslar görüyorum, o… o şeyle ilgili…”

“Hayvan mı?”

“Hayvan ya da…”

“Başka ne olabilir ki?” Herkes konuşmayı dinliyordu.

“Yüksek bir uygarlık düzeyinde her şey, şu ya da bu şekilde, bir giysi giyerdi herhalde,” dedi Mühendis. “Ve bu iki Canlı çıplaktı.”

“İlginç… ’çıplak’ dedin,” diye işaret etti Doktor.

“Yani?”

“Yani bir sığıra veya maymuna ’çıplak’ demezdin, öyle değil mi?”

“Tüyleri var da ondan.”

“Hipopotamların ve timsahların da tüyleri yok, ama onlara da ’çıplak’ demezsin.”

“Bu kadar uzatmaya ne gerek var? Sadece, en doğru sözcük buymuş gibi geldi.”

“Kesinlikle.”

Bir süre sessiz kaldılar.

“Saat on olmuş,” dedi Kaptan. “Yeteri kadar dinlendik, sanırım yeni bir geziye çıkabiliriz. Ama bu kez farklı bir yöne gideceğiz. Mühendis jektörleri hazırlayacaktı. Durumları nasıl?”

“Beş adet var ve hepsi şarj edildi.”

“Güzel. Önce kuzeye gitmiştik, bu kez doğuyu deneyelim. Mecbur kalmadıkça jektörleri kullanmayın. Özellikle de şu… İkicanlılarla karşılaşırsak”

“İkicanlılar,” diye mırıldandı Doktor kendi kendine, öğrenmeye çalışır gibi. Pek hoşlanmışa benzemiyordu.

“Gidiyor muyuz?” diye sordu Fizikçi.

“Pekâlâ. Ama yeni sürprizlerle karşılaşmamak için önce girişi_emniyete alalım.”

“Jipi almayacak mıyız?” diye sordu Sibernetikçi.

“Onu çalıştırmak için en azından beş saate ihtiyacım var,” dedi Mühendis. “Eğer geziyi yarına ertelersek?”

Ama hiç kimse ertelemek niyetinde değildi, bu yüzden, ekipmanlarını hazırladıktan sonra on bir civarında yola koyuldular. İçlerinden biri önermediği halde, ayarlanmış gibi çift olarak yürüyorlar ve birbirlerine yakın kalıyorlardı. Silahı olmayan tek kişi Doktor’du ve o da ortadaki ikiliden biriydi. Bu kez, ya arazi yürümeye daha elverişliydi, ya da daha hızlı ilerliyorlardı; ama bir saatten az bir süre içinde roket tamamen gözden kaybolmuştu. Manzara değişiyordu. Uzak durdukları ince kalikslerden burada çok daha fazla vardı ve çok ileride, kuzeyde, araziyle kayalık uçurumlarda birleşen kubbeye benzer tepeler gördüler. İlerledikçe, bunların yer yer, topraktan daha koyu renkli bir bitki örtüsüyle kaplı olduğu ortaya çıkıyordu.

Ayaklarının altında hışırdayan bitkiler kül rengindeydi. Bunların, etrafları minik boncuklarla dolu yeni sürgünleri, damarları andıran beyazımsı borucuklardı.

“Burada en çok neyi özlüyorum biliyor musunuz?” dedi Fizikçi. “Ot, bildiğimiz ot. Daha önce otun bu kadar…” söz cüğü arıyordu, “…gerekli olduğunu düşünmemiştim.”

Güneş yabaniydi. Tepelere yaklaştıkça uğultulu bir ses duymaya başladılar.

“İlginç. Rüzgâr yok, ama sesi var,” dedi, ilk ikiliden biri olan Kimyager.

“Yüksekten geliyor,” dedi arkasındaki Kaptan. “Bakın, şunlar Dünya ağaçları!”

“Renkleri farklı…”

“İki renk var,” dedi Doktor. Gözleri oldukça keskindi. “Almaşık renkler. Bazen menekşe rengi, bazen de sarı detaylarla, mavi oluyorlar.”

Açıklıktan uzaklaşarak, çamurdan duvarları incecik bir sis tabakasıyla kaplı geniş bir kanyona çıktılar. Daha yakından bakıldığında bu sisin, gevşek fiberglas İzolasyonuna benzeyen bir tür liken olduğu anlaşılıyordu.

Burada gördükleri ilk ağaç kümesi, oniki metre kadar ’ yüksekteki bir kayalığın kenarında yetişmişti.

“Ama bunlar kesinlikle ağaç değil!” diye haykırdı, sıranın en sonundaki Sibernetikçi; hayal kırıklığına uğramıştı.

“Ağaç"ların kalın, yağlanmış gibi duran çok parlak gövdeleri vardı. Çok tabakalı, bazen koyulaşan, bazen de genleşip soluklaşan, arasından Güneşin yüzlerce nokta halinde pırıldadığı dal ve yaprakları ise ritmik olarak atıyordu. Bu görüntüye bir de ses eşlik ediyordu; “fss… hhaa… fss… hh…” seslerinden oluşan bir fısıltı korosuydu bu. En yakın ağacın helezonik dallarına dikkatle baktıklarında, bunlarda, üzerleri üzüme benzer şişliklerle dolu, muz büyüklüğünde kabartılar olduğunu farkettiler; bunlar şişiyor ve kararıyor, ardından, çöküp soluklaşıyor ve bunu ritmik bir biçimde nabız atışı gibi tekrarlıyorlardı.

“Nefes alıyorlar,” diye mırıldandı Mühendis. İyice kendini kaptırmış, sürüklenip gelen ve kanyonu dolduran sesi dinliyordu.

“Dikkat ettiysen, her birinin kendine özgü bir ritmi var,” dedi Doktor heyecanla. “Ne kadar küçük olursa, o kadar hızlı soluk alıyor! Bunlar… bunlar akciğerağaçlar!”

“Hadi, yola devam edelim!” diye bağırdı, grubun on on iki adım ötesinde duran Kaptan.

Onu izlediler. Kanyon giderek daraldı ve tabanı, kademe kademe yükselerek onları iki ağaç kümesinin arasındaki kubbe yükseltilerden birine getirdi.

Fizikçi, Mühendise, “Gözlerini kapatınca insan kendini deniz kıyısında gibi hissediyor. Bir dene!” dedi.

“Ben gözlerimi açık tutacağım, teşekkürler,” diye homurdandı Mühendis. Yürüyüş sırasından çıkarak yükseltinin en tepesine yöneldi.

Bu kez karşılarındaki, nefes alan koyu yeşil ve koyu kırmızı ağaçların oluşturduğu şuraya buraya dağılmış koruluklarla dolu, inişli çıkışlı bir manzaraydı. Bal renginde çamur yokuşlu tümsekler ve Güneşte gümüşi, gölgede ise gri-yeşil olan yosun öbekleri vardı. Bütün bu geniş alan, birbirleriyle arada bir kesişerek farklı yönlere giden ince, dar çizgilerle doluydu. Bunlar vadilerin arasından geçiyor ama tepelere uğramıyordu. Bazıları kırmızımsı, bazıları kumla kaplanmış gibi beyaz ve bazıları da kömür gibi siyahtı.

“Yollar!” diye bağırdı Mühendis, ama sonra hemen düzeltti: “Hayır, yol olamayacak kadar dar bunlar… Ne olabilirler?”

“Örümcek koruda da buna benzer bir şey bulmuştuk,” dedi Kimyager, dürbününü gözlerine kaldırırken.

“Hayır, o farklıydı,” dedi Sibernetikçi.

“Bakın! Bakın!” Doktor’un bağırtıları hepsini yerinden sıçrattı.

Şeffaf bir şey, geçen sarı bir çizgi boyunca kayıyor ve yarım mil kadar uzaktaki iki tepenin arasına doğru alçalıyordu. Güneşte solgun bir parlaklığı vardı; sürekli dönen ve merkezde birleşen çubukları olan yarı şeffaf bir tekerleğe benziyordu. Havalandı ve görünmez oldu ama daha aşağıda, çamur kayalarının ayaklarında, fırıl fırıl dönen bir bulut gibi, daha belirgin parıldamaya başladı ve dümdüz ilerleyerek nefes alan ağaçlardan bir öbeği geçtikten sonra, uzaktaki bir kanyonun ağzında gözden kayboldu.

Doktor, arkadaşlarına döndü, gözleri parlıyordu ve gülümsüyor gibi dişleri görünüyordu. Ama yüzünde neşe yoktu. “İlginç, öyle değil mi?”

“Kahretsin, dürbünümü unuttum. Seninkini versene,” dedi Mühendis, Sibernetikçi’ye dönerek. “Boşver,” dedi sonra; geç kalmıştı.

Sibernetikçi jektörünü kaldırdı. “Silahlarımız yeterli değil,” diye mırıldandı.

“Neden bir saldırıya uğrayacağımızı düşünüyorsun?” diye sordu Kimyager, ona hiddetle bakarak.

Bir süre çevrelerindeki manzaraya gözlerini dikerek hiç konuşmadılar.

“Artık gidelim mi?” diye önerdi Sibernetikçi.

“Evet,” dedi Kaptan. “Durun! Bir tane daha!”

Öncekinden çok daha hızlı hareket eden ikinci bir bulut, tepelerin arasında bir içeri bir dışarı ilerliyordu. Yerden fazla yüksek değildi. Adamların hizasına geldiğinde ise, onu gözden kaybettiler; bu bulanık döner daireyi görmek, yalnızca yön değiştirdiğinde mümkün oluyordu.

“Bir tür araç,” dedi Fizikçi yavaşça. Elini Mühendis’in omzuna koymuştu, gözleri halâ küçük koruların arasında dolaştıkça küçülen ışıltılı buluttaydı.

“Ben doktoramı yaptım,” dedi Mühendis, kendi kendine konuşur gibi, “Ama bu… her neyse, içinde dışbükey bir şey vardı, bir pervane göbeği gibi.”

“Evet. Ve diğer kısmından daha parlaktı,” dedi Kaptan. “Boyutları neydi dersin?”

“Eğer aşağıdaki ağaçlar kanyonun üstündekilerle aynı yükseklikte ise, en az dokuz metre çapında olduğunu söyleyebilirim.”

Doktor bir tepe sırasını işaret etti. “Her ikisi de orada kayboldu. Bence oraya doğru yönelmeliyiz, kabul mü?” Ve yokuş aşağı inmeye başladı. Ötekiler de arkasından seğirttiler.

“Kendimizi bir iletişime hazırlasak iyi olur,” dedi Sibernetikçi. Sinirle dudaklarını yalıyordu.

“Ne olacağı hakkında henüz bir fikrimiz yok. En iyisi sakin kalmak, kendimize hâkim olmaya çalışmak,” dedi Kaptan. “Ama yürüyüş düzenimizi değiştireceğiz. Bir kişi önde, bir kişi arkada ve biraz daha yayılarak yürüyelim.”

“Böyle ortalıkta mı olacağız?” diye sordu Fizikçi. “Biraz gözden uzak kalmamız daha iyi olabilirdi.”

“Kendimizi çok fazla gizlemek istemiyoruz; bu şüpheli görünecektir. Ama, doğru, mümkün olduğunca gözlenmeden gözlem yapabilmemiz daha iyi…”

Elli, altmış metre indikten sonra, çizgilerin iİkine ulaşmışlardı.

Eski dönemlerde kullanılan bir sabanın izini andırıyordu; ufalanmış toprak, genişliği iki karıştan fazla olmayan bir oluğun her iki yanına atılmıştı. İlk gözlemlerinde karşılaştıkları, yer yüzeyinin biraz altında, yosunla örtülü şeritlerinkine yakın boyutları vardı, ama burada yosun yoktu, yalnızca çıplak, kırık toprak beyazımsı bir tabakanın arasından geçiyordu.

“Garip,” diye söylendi Mühendis ayağa kalkarken. Ellerini tulumuna kuruladı.

“Kuzeye giden oluklar, sanırım, daha eski,” dedi Doktor, “… ve uzun zamandır da kullanılmamış. Bunların…”

“Bu mümkün,” diye onayladı Fizikçi. “Ama bunları oluşturan ne? Bir tekerlek olmadığı kesin; tekerleğin açtığı bir yol tamamen farklı olurdu.”

“Bir tür tarım makinası olabilir mi?” diye sordu Sibernetikçi.

“Toprağı neden dört inçlik bir derinlikte sürsünler ki?”

Çizginin karşısına geçip yürüdüler. Konuşmaya bile engel olacak kadar gürültülü bir korunun yanından geçiyorlardı ki, arkalarında duydukları kulak tırmalayıcı bir ıslıkla, içgüdüsel olarak ağaçların arasına daldılar. Saklandıkları yerden gördükleri, çayırın üst tarafında, bir ekspres tren hızıyla ilerleyen ışıltılı, dikey bir anafordu. Kenar koyuydu ve parlak merkezi, dönüşümlü olarak mor ve turuncu yanıp sönüyordu. Merkezin çapı iki, ikibuçuk metre arasıydı.

Araç hızla kayıp gittikten sonra aynı yönde ilerlemeye devam ettiler. Koru sona erdiğinde açık bir kırlık alanı geçmek zorunda kaldılar ve bu onları huzursuz etti. Sürekli olarak omuzlarının üzerinden etrafı kolaçan ediyorlardı. Tüyler ürpertici yeni bir ıslık geldiğinde tepe zincirine çok yakındılar. Bu kez, altında gizlenebilecekleri hiçbir şey olmadığından hepsi kendini yere attı. Merkezi koyu mavi, dönen bir disk hızla fırladı.

“Bu onbeş metreden daha yüksek olmalı!” diye fısıldadı Mühendis heyecanla. Ayağa kalkıp üstlerini silkelediler. Tepelerle aralarında uzanan vadi acayip renkli bir kurdele ile ikiye bölünüyordu: Yüzeyinden kum rengindeki parlak yatağının görülebildiği bir ırmakla. Akan su, her iki taraftan, yanardöner mavi birer bitki şeridiyle sınırlanıyordu, bunu gül kurusu bir başka şerit izliyordu. Bunun ardından bir insan kafası büyüklüğünde tüy gibi kürelerin, aralarına serpiştirildiği ince, gümüşi bitkiler geliyordu; her bir küreden, kar beyazı dev bir çiçeğin kadeh biçiminde, üç loblu goncası yükseliyordu.

Adamlar bu alışılmamış renk cümbüşüne yaklaştılar. Tüy kürelere ulaştıklarında en yakındaki çiçekler birdenbire titremeye başladı ve yavaşça havalandı. Bir süre başlarının üzerinde, yumuşak bir mırıltıyla küme halinde süzüldükten sonra daha da yükseldiler. Güneşin altında döndükçe ışıldayarak ırmağın, karşı tarafındaki küre öbeklerinin yanına kondular. Irmağın, saban iziyle kesişen iki kıyısını, üzerinde düzenli aralıklarla dairesel delikler açılmış camsı bir maddenin oluşturduğu yay şeklinde bir çizgi birleştiriyordu. Mühendis, ayağıyla bu köprünün direncini kontrol etti ve tedbirli bir şekilde karşı tarafa geçti. Oraya ulaşır ulaşmaz, bir öbek beyaz çiçek, ayaklarının altından havalanıp, ürkmüş güvercinlerin endişesiyle başının üzerinde daireler çizmeye başlamıştı.

Mataralarını doldurmak için ırmakta durdular. Elbette, içmek niyetinde değildiler; daha sonra incelemek üzere almışlardı. Doktor gül rengi şeritteki küçük bitkilerden birini koparıp, çiçekmiş gibi, tulumunun iliklerinden birine taktı. Sapı, yarı şeffaf, et renginde minicik nodlarla doluydu bunun ve kokusu da enfesti. Hiçbiri bir şey söylemedi ama bu güzel yerden ayrıldıklarında epey üzüldüler.

Tırmandıkları yamaç, ayaklarının altında hışırdayan yosunlarla kaplıydı.

“Tepede bir şey var!” dedi Kaptan. Gökyüzünde belli belirsiz bir şekil kıpırdadı. Işığın göz kamaştırıcı ani pırıltıları vardı. Doruğun elli, altmış metre yükseğinde cismi görebildiler; yavaşça dönen bir kubbeydi bu. Yüzeyinde, döndükçe, kâh Güneşi, kâh peyzajın parçalarını yansıtan aynalar vardı.

Gözlerini sırta çevirdiklerinde, bir başka benzer kubbe yakaladılar, ya da düzenli parıltılardan, öyle sandılar. Ufka kadar uzanan sırt boyunca buna benzer daha birçok pırıltılı nokta vardı.

Sonunda, tepenin doruğundan, şimdiye kadar görmedikleri bir bölgenin içini seyretme fırsatını bulabildiler. Hafif eğimli bayırlar, sivri uçlu direklerden dizilerin üzerinde çapraz hatlar çizdiği meydanlar oluşturuyordu. En uzaktaki direkler, araya giren atmosferle pek seçilemeyen büyük, mavi bir yapının ayaklarında bulanıklaşıyordu. En yakın direklerin üzerinde hava, yoğun ısıdan kaynaklanıyormuş gibi, düşey kolonlar halinde titreşiyordu. Direk dizilerinin arasından, düzinelerce oluk aynı yöne, doğuya doğru uzanıyordu. Orada, ufukta, düzensiz açıların ortaya çıkardığı karmaşık bir mozaiğin içinde burçların ve altın, gümüş sivriltilerin oluşturduğu bina kalabalığı uzaklıktan ötürü, solgun pırıltılı, mavimsi bir yığına karışıyordu. Gökyüzü parlak değildi orada ve bazı yerlerde sütümsü bir buhar, incecik bir bulut tabakasına mantar gibi yayılmıştı; bunun sınıfına dikkatle baktıklarında bir görünüp bir kaybolan siyah noktacıklar farkettiler.

“Bir şehir…” diye fısıldadı Mühendis.

“Kazadan önce gördüğüm buydu…” dedi, onun yanında duran Kaptan.

Aşağı inmeye başladılar. İlk direk ya da pilon dizisi, üzerinde yürüdükleri patikanın hizasında, bayırın eteğinden başlıyordu. Bunların yerden iki, üç metre kadar yüksekteki tabanları simsiyah birer koni biçimindeydi ve yukarı uzayan bölümleri, her birinde bir tür metalden yapılmış merkezi bir mil bulunan yarı saydam sırıklardan oluşuyordu. Havanın yukarıda titreştiğini hissettiler. Ardından sabit, yankılı bir vızıltı duyuldu.

“Havalandırma borusu mu?” diye sordu Fizikçi.

Koni biçimli tabanlara önce tedbirli bir şekilde, sonra da rahatça dokundular. Titreşim yoktu.

“Hava akımı hissetmiyorum,” dedi Mühendis. “Bunlar belki de emitördür…”

Hafifçe dalgalanan meydanlarda ilerlediler. Şehir artık görüş alanlarından çıkmıştı, ama kaybolmaları mümkün değildi; direkler ve oluklar yönü gösteriyordu. Arasıra, dönen, parlak bir araç uçuyordu, ama bu hep çok uzakta olduğun dan kendilerini gizleme gereği duymuyorlardı.

İleride biraz yüksekte, ağaçlardan yeşil-sarı bir yama halinde bir koru göründü. Önce, direk dizisini takip ederek bunun etrafından dolaşmayı düşündüler, ama bu türlü, yol her iki yana da fazlaca uzuyordu. Bunun yerine kestirmeden gitmeye karar verdiler.

Çevreleri nefes alan ağaçlarla sarıldı. Kuru yapraklar her adımda ayaklarının altında çıtırdıyordu. Altlarındaki toprak küçük borucukbitkileri ve beyaz yosunla kaplıydı. Kalın köklerden çıkmış solgun başakçiçekleri şuraya buraya dağılmıştı. Kokulu reçine damlacıkları yamrı yumru gövdelerden süzülüyordu.

Sıranın başında yürüyen Mühendis yavaşladı. “Kahretsin! Bu yoldan gelmeyecektik!” diye söylendi.

Ağaçların arasında derin bir çukur açılmıştı; kil özelliğindeki duvarlarında, yılan biçimli sarılgan bitkiler kabartma gibi duruyordu. Geri dönmeyecek kadar uzaklaşmışlardı, bu yüzden sarmaşıklara tutunarak, dibinden incecik bir su çizgisinin geçtiği çukura indiler. Karşı duvar oldukça dikti, onlar da tabanı izleyerek, yukarı tırmanabilecekleri bir yer aradılar. Otuz, kırk metre kadar sonra yanlar biraz daha alçalmış, ışık görünmüştü.

“Bu da ne?” diye sordu Mühendis aniden. Hafif bir esinti, bir şey yanıyor gibi tatlımsı ama hoş olmayan bir koku getirmişti. Durdular. Günışığı benekleri, üzerlerinde dolaştı, ardından yine ortalık karardı. Yukarıda ağaçlar hışırdıyordu.

“Yakında bir şeyler var,” diye fısıldadı Mühendis.

Artık tırmanabilirlerdi, ama bunun yerine, birbirlerine yaklaşıp yavaşça çömelerek, çukurun sonundaki, rüzgârın arasıra kıpırdattığı saplarının arasında silik, uzun bir kütle gördükleri çalılığa doğru ilerlediler. Yer giderek çamurlu ve vıcık vıcık oluyordu ama aldırmadılar. Salkımlar halinde budaklarla dolu sapların bölündüğü yerde Güneşlik bir alan göründü. Alanın ortasından, kendisini dik açıyla kesen bir hendekte son bulan, deşilmiş balçığın çizdiği tek bir oluk geçiyordu. Çalılığın kenarında hareketsiz durdular. Saplar budaklarıyla, tulumlarına tembelce dokunduğunda hışırdıyor ve ardından, biri çekiyormuş gibi geri kaçıyordu. Mürettebat gözlerini görüntüye dikti.

Hendeğin kenarındaki parlak öbek başta homojen bir kütle gibi görünüyordu. Adamlar güç bela nefes alabiliyorlardı; koku feciydi. Sonradan farklı figürleri ayırt etmeye başladılar. Kiminin hörgücü yukarı bakan, kimininki yanında duran birtakım yaratıklar öylece uzanmışlardı; küçük yüzleri yukarı gelmiş zayıf vücutlar iri kasların arasına sıkışmış ve cüsseli gövdeler, küçük ellerin gevşek bir şekilde aşağı sarkan düğümlü parmaklarına karışmış, yatıyordu. Şişkin bedenler nemli, sarı yamalarla kaplıydı. Doktor her İki tarafındakilere öyle bir sıkıca yapıştı ki, eğer farkına varabilecek durumda olsalardı, kesinlikle bağırabihrlerdi.

İleri doğru yavaşça bir adım attılar, kolları birbirlerininkine kenetlenmiş, gözleri hendeği dolduran yığında sabitleşmişti. Hendek oldukça büyüktü. Güneşte, iri sıvı damlaları gövdelerin parlak sırtlarından ve yanlarından süzülüyor, yığına gömülmüş gözsüz yüzlerde toplanıyordu. Adamlar onların da bu damlama sesini duyduklarını düşündüler.

Yaklaşan bir ıshk hepsinin yüreğini hoplattı. Bir saniye içinde çalılığa geri koşarak bitkilerin arasına daldılar ve jektörlerine sarıldılar. Fırıldak gibi dönen bir kolon karşılarındaki ağaçların arasında parlayarak alana girdiğinde, saplar hâlâ sallanıyordu.

Araç, hendeğe üç, dört metre kala yavaşladı ama ıslık daha da yükseldi ve etrafında güçlü bir ıslık dolandı. Hendeğin çevresinde döndü. Ansızın, çamur, yerden havaya doğru patladı ve kızılımsı bir bulut parlak diski yarıya kadar sardı. Parçalar çalılığın üzerine ve yere yapışmış adamların tepesine yağmur gibi püskürmüştü. Korkunç bir ses duydular; dev bir mahmuz ıslak bir yelken bezini yırtıyordu adeta. Sonra disk, alanın diğer ucuna vardı ve geri gelmeye başladı. Bir an için durdu, fırıldak sütun nişan alıyor gibi yavaşça sağa ve sola kaydı, sonra birdenbire hızlandı. Hendeğin öteki tarafı patlayan çamur bulutuyla örtülmüştü. Diskten bir homurtu çıktı, genleşiyormuş gibi sarsıldı. Adamlar, her iki yandaki ağaçların ve çalılığın küçülmüş yansımasını gösteren ayna gibi kabarcıkları gördüler. İçindeyse ayıya benzer bir şey kımıldıyordu. Keskin, titreşimli ses hafifledi ve kolon geldiği oluktan hızla uzaklaştı.

Taze çamurdan oluşan çıkıntılı sırt şimdi meydanın üzerinde yükselmişti ve yanında bir metre derinliğinde bir siper açılmıştı.

Adamlar yavaşça ayağa kalktılar; tulumlarındaki bitki liflerini temizlediler. Sonra, sanki önceden konuşulmuş gibi, geriye bir dönüş yaptılar. Oyuktan ayrılıp direk dizilerini ve ağaçları geçtiler. Dönen ayna-kubbe yönünde, bayırın yarı yoluna geldiklerinde Mühendis, “Belki de sadece hayvandılar,” dedi.

“Ya biz neyiz?” dedi Doktor, yankı gibi ifadesiz bir tonla. “Hayır, ben yalnızca…”

“Diskin içinde oturanın ne olduğunu da tam olarak gördün mü?”

“Ben bir şey görmedim,” dedi Fizikçi.

“Ortadaydı, bir balonun vagonuna benzer bir şeyin içinde oturuyordu. Gördün mü?” diye sordu Kaptan, Doktor’a.

“Gördüm. Ama emin değilim…”

“Yani emin olmamayı tercih ederdin?”

“Evet.”

Daha yükseğe tırmandılar, sırtı ve ırmağı sessizlik içinde geçtiler. Bir sonraki korudan birkaç parlak disk daha çıktı ğında yere yattılar.

“Çok ilginç, ama, bize fazla dikkat etmediler,” dedi Mühendis, ayağa kalkıp tekrar yürümeye başladıklarında.

Kaptan birden durdu. “Alçak RA kanalı zarar görmemişti, öyle değil mi, Henry?”

“Evet, sağlam. Neden?”

“Reaktörde yedek var. Bir kısmını alabiliriz.”

“Beş galon kadar!” dedi Mühendis. Yüzüne kurnaz bir gülücük yayılmıştı.

“Ne demek bu?” diye sordu Doktor.

“Silahı yüklemek istiyorlar,” diye açıkladı Fizikçi.

“Uranyumla mı?” Doktor sararmıştı. “Sakın bana aklımdan geçeni düşündüğünüzü…”

“Düşünmüyoruz,” dedi Kaptan sertçe. “O şeyi gördüğüm dakikadan beri düşünmeye son verdim. Daha sonra da düşünebiliriz. Ama şu anda…”

“Şuraya bakın!” diye bağırdı Kimyager.

Parlak bir disk uçarak geçti, sonra yavaşlayarak onlara doğru döndü. Beş jektör namlusu yerden kalktı; pınltısıyla göğün yarısını kaplayan koca şeyin karşısında çocuk tüfekleri gibi görünüyorlardı.

Disk dolandı; gürültünün şiddeti önce arttı, sonra tamamen kesildi. Dönüş yavaşlamıştı. Geniş, gök mavisi bir poligon gördüler; yana eğilmişti, neredeyse devrilecek gibiydi, ama onu tutmak üzere iki kol yere doğru uzadı. Merkezdeki, ayna pırıltısını kaybetmiş vagonun içinden küçük koyu renkli, tüylü bir şey çıktı ve birbirine gevşek zarlarla bağlı organlarnın seri hareketleriyle eğik, delikli kenardan aşağı inip yere zıpladıktan sonra, yarı çömelmiş bir şekilde adamlara doğru gelmeye başladı.

Aynı anda vagon, bir çiçeğin açılması gibi her yandan ayrıldı. Büyük, parlak bir gövde sonradan hızla büzülüp yok olacak kalın, ova! bir yüzeyin üzerinden yere süzüldü. Ya vaşça düzelip gerçek boyutlarına geldiğinde, ilginç bir değişikliğe uğramış olmasına rağmen, onu tanıdılar; gümüşi bir madde, gövdesini helezonik olarak tamamen, siyah çerçeveli bir delikten küçük, yassı bir yüzün göründüğü tepesine kadar sarıyordu.

Artık hareket etmeyen diskten zıplayan kürklü şey yerle bağlantısını kesmeden, çevikçe ve hızla üzerlerine doğru gelmeye devam ediyordu. Arkasında çok büyük, yassı, spatüla biçimli bir kuyruk sürüklediğini gördüler.

“Onu vuruyorum,” dedi Mühendis alçak sesle. Yüzünü jektörünün yatağına yasladı.

“Hayır!” diye bağırdı Doktor.

Kaptan, “Bekle!” diyecek oldu, ama Mühendis, sürünen yaratığa ateş edip ıskalamıştı bile. Elektrik ışını görünmedi; yalnızca zayıf bir tıslama duydular. Mühendis’in parmağı hâlâ tetikteydi. Gümüşi dev yaratık hareket etmemişti ama sonra birden, bir ıslık çıkararak kımıldadı, sürünen diğeri ise zıpladı; aşağı yukarı dört, beş metre katetmişti bu tek zıplamada. Yere indiğinde bir top halini aldı, tüylerini kabarttı ve garip bir şekilde şişti. Spatüla kuyruğu sertleşip dimdik olduktan sonra yayıldı ve istiridye kabuğu gibi vantuzlanmış yüzeyinden pırıltılı bir şeyler, rüzgâr getiriyormuş gibi, mürettebata sürüklendi.

“Vur!” diye haykırdı Kaptan.

Ceviz büyüklüğünde bir alev topu sağa sola hafifçe kayarak ve durmaksızın havada süzülerek onlara yaklaşıyor, bu arada, kızgın metale düşen su damlaları gibi tıslıyordu. Hiç vakit kaybetmeden, hep birlikte ateş ettiler.

Birkaç vuruştan sonra, küçük yaratık yere düşmüş ve üstünü tamamen örten yelpaze kuyruğun altında kıvrılıp kalmıştı. Hemen hemen aynı anda alev topu, yolunu kaybetmiş gibi yön değiştirdi. Adamlar üç, dört metre kadar geçerek gözden kayboldu.

Büyük gümüş yaratığın tepesinde ağa benzer bir şey belirdi ve yaratık buna tırmanarak açık vagona doğru yükselmeye başladı. Adamlar onun vücuduna isabet eden vuruşların sesini duyabiliyorlardı. Sonra büküldü ve gümbürtüyle yere düştü.

Hepsi kalkıp ona doğru koştu.

“Yukarıya bakın!” diye bağırdı Kimyager.

Ormandan çıkan iki parlak disk tepelere doğru uçuyordu. Adamlar her şeye hazır olarak oyuğa daldılar, ama garip bir şey oldu ve diskler, yavaşlamadan geçip kayboldu.

Bunu boğuk bir gümleme izledi. Arkalarına baktılar; nefes alan ağaçların korusundan gelmişti. Ağaçlardan biri ikiye bölünmüş ve dalları çatırdayarak yere devrildikten sonra bir buhar bulutu kusmuştu.

“Acele edin!” diye bağırdı Kaptan. Tüysüz, etsi kuyruğunun altından pençeleri çıkmış küçük yaratığa doğru koştu; namluyu onun üstüne doğrultup on beş saniye boyunca aralıksız ateş etti. Yanık parçalarını botlarıyla sağa sola dağıtıp toprağa bastırdı. Mühendis ise, çıkıntı oluşturan hörgüce yaklaşıp dokundu; genişliyor gibiydi.

“Yak onu!” diye bağırdı Kaptan, onlara doğru koşarken. Rengi bembeyaz olmuştu.

“Çok büyük,” dedi Mühendis.

“Göreceğiz!” dedi Kaptan, kenetlenmiş dişlerinin arasından ve yarım metrelik bir mesafeden ateşledi. Jektörünün yatağının çevresindeki hava ışıldadı. Gümüş gövdenin üstünde oluşan siyah yamalardan dönerek yükselen isin ardından, berbat bir koku havayı sardı ve yaratığı etinde kabarcıklar oluşmaya başladı. Kimyager bir süre baktıktan sonra arkasını döndü. Sibernetikçi de geriledi. Kaptan silahını boşalttıktan sonra, tek kelime etmeden Mühendis’inkine uzandı.

Ceset siyah, çökük ve yassıydı. Duman, üzerinde daireler çiziyor ve küller havaya yükseliyordu. Kabarcıklar şömine deki kütükler gibi çıtırdamaya başladı, ama, Kaptan, uyuşmuş parmağıyla, önünde parlak köz parçalarından bir yığın oluşana kadar tetiğe asıldı. Sonra jektörünü yukarı kaldırarak yığının üstüne zıpladı ve parçaları öteye doğru tekmelemeye başladı.

“Biri bana yardım etsin!” Bunu söylerken, tıkanmış gibiydi.

“Yapamam,” diye inledi Kimyager. Gözleri kapalı, ayakta duruyordu. Alnında boncuk terler birikmişti. Kendi kendini boğazlamaya hazırlanıyormuş gibi, iki eliyle gırtlağına yapışmıştı.

Ama Doktor, Kaptan’ın imdadına yetişerek kömür olmuş parçaları fırlatmasına yardım etti. Parçalardan, habire aşağı yukarı zıplayan iki tanesi, aslında komik görünüyordu. Yanık yumruları toprağa gömdükleri yerleri, geriye hiçbir iz kalmayıncaya dek, jektörlerinin saplarıyla tırmıkladılar.

“Nasıl oluyor da biz hâlâ onlardan iyi durumdayız?” diye sordu Doktor, mola verdiklerinde; terle yıkanmış ve soluk soluğaydılar.

“Önce o bize saldırdı,” diye ters ters baktı Mühendis, jektörünün üstündeki isi silerken. Öfkeliydi.

’Tamam, bitti!” diye diğerlerini çağırdı Kaptan. Yavaşça yaklaştılar. Havada kesif bir koku vardı ve bitki örtüsü, geniş yarıçaplı bir daire şeklinde kömür olmuştu.

“Ya şunu ne yapacağız?” diye sordu Sibernetikçi. Dört katlı bir bina gibi üzerlerinde yükselen gök mavisi aracı gösteriyordu.

“Bir bakalım, çalıştırabiliriz belki,” dedi Kaptan.

Mühendis gözlerini koca koca açtı. “Yapabileceğimizi mi düşünüyorsun?”

“Şuraya bakın!” diye bağırdı Doktor.

Korunun üzerinde birbiri ardına üç disk belirmişti. Her zamanki gibi, kendilerini yere attılar. Kaptan batarya şarjö rünü kontrol ederek bekledi, dirseklerini kalın yosunun üstünde iki yana iyice açmıştı. Diskler geçip gittiler.

“Benimle geliyor musun?” diye sordu Kaptan, Mühendise. Başıyla, yerden altı metre yukarıda asılı duran vagonu göstermişti.

Mühendis bir şey söylemeden, aracı tutan kollardan birine koştu ve bunun üzerindeki deliklerden, hızla yukarı tırmandı. Kaptan onu izledi. Vagonun çıkıntısına ulaşan Mühendis, orada bir şeyleri yerinden oynattı ve o her ne idiyse, adamlar iki metalin birbirine sürtündüğünü duydular. Sionra kendini yukarı çekerek Kaptan’a elini uzattı. Kaptan yakaladı ve her ikisi de gözden kayboldular. Uzun bir süre hiçbir şey olmadı; sonra vagonun beş açık parçası yavaşça, ama gürültüyle kapandı. Aşağıdakiler sarsıntıyla, geri çekildiler.

“O top neydi?” diye sordu Doktor, Fizikçi’ye yukarı bakarlarken. Vagonun içinde gölgeler hareket ediyordu.

“Küresel bir yıldırım gibi görünüyordu,” dedi Fizikçi, biraz tereddüt ettikten sonra.

“Ama onu püskürten, bir hayvandı.”

“Evet, gördüm. Belki lokal elektrik akımı sözkonusuydu… Bak!”

Mavi poligon birden titredi, çınladı ve dönmeye başladı. Yerde dengesini sağlayan destek kolları yayılıp büküldü ve az daha düşüyordu. Tehlikeli bir şekilde böyle sendelerken son anda, bu kez çok daha yüksek ve kulak tırmalayıcı bir çınlama çıkardı. Aracın tümü, bir bulanıklığın ardında görünmez oldu ve bir rüzgâr aşağıdakilerin üzerinden geçti. Disk bir hızlı, bir yavaş dönüyordu ama kıpırdamıyordu. Dev bir uçağın motoru gibi gümbürdüyordu; adamlar iyice gerilediler. Alttaki destek kolları birer birer yükselip parlak anaforun içinde kaybolmaya başlamıştı. Sonra, bir ateşleme gibi, disk, oluğun üzerinde hızlandı, oluğu geçti ve birden bire yavaşlayarak toprağı savurdu. Korkunç bir gürültü çıkarmıştı ama biraz ilerlemişti. Sonunda oluğa geri döndüğünde akıl almaz bir hıza ulaştı ve on beş saniye içinde ormanın olduğu çayırın üzerinde küçük bir ışığa dönüştü.

Geri dönüş yolunun üzerinde oluktan tekrar ayrıldı ve süründüğü söylenebilecek kadar yavaşladı; güçlükle ilerlediği belliydi. Havaya karışan bir pislik bulutu alt tarafını örtmüştü.

Destek kolları çınlayarak yere uzadı ve disk yeniden görünür hale geldi. Vagon açıldı, Kaptan aşağı eğilerek bağırdı: “Herkes binsin!”

“Ne?” diye bağırdı Kimyager hayretler içinde, ama Doktor durumu kavramıştı.

“Gezintiye çıkıyoruz.”

“Hepimiz sığacak mıyız?” diye sordu Sibernetikçi, metal bir halkaya tutunurken. Ama Doktor çoktan yukarı ulaşmıştı bile.

Birçok disk korunun üzerinden uçmuştu ama hiçbiri adamların farkına varmışa benzemiyordu. Vagonda dört kişinin oturabileceği bir boşluk vardı; böylece iki kişi içbükey tabanda uzanmak zorunda kaldı. Tanıdık, acı bir koku burun deliklerine ulaşıp onlara bütün olup biteni hatırlatınca bir anda keyifleri kaçıverdi.

Yerde yatan Doktor ve Kimyager hiçbir şey göremiyordu. Altlarındaki uzun paneller bir botun portatif merdiven basamaklarına benziyordu. Bir başka tiz çınlamadan sonra hareket ettiklerini hissettiler. Üstünde yattıkları paneller çok çabuk şeffaflaştı ve altlarındaki açık alanı görebilmeye başladılar. Bir balonun içinde süzülüyorlardı sanki. Ses çok yüksekti. Vagonun önündeki, kontrolu sağlayan, yüzgece benzer nesnenin yanında sıkışıp kalan Kaptan ve Mühendis yorucu ve olmadık pozisyonlara girmek zorunda kalmışlardı ama Kaptan hâlâ Mühendise hararetle bir şeyler anlatı yordu. Birkaç dakikada bir yer değiştirmek zorunda kalmaları, sonunda Fizikçi ve Sibernetikçi’nin de yerde yatan iki adamın üzerine uzanmalarına neden oldu.

“Nasıl çalışıyor?” diye sordu Kimyager Mühendise. O sırada Mühendis iki elini de yüzgecin derin oyuklarına sokmuş, rotayı kaydırmamaya çalışıyordu. Bir oluk boyunca hızla gidiyorlardı ama vagonun içinde hızlı deviri hissettirecek en ufak bir hareket yoktu; adeta süzülüyorlardı.

“Hiçbir fikrim yok,” diye inledi Mühendis. “Kramp girdi, şunu tutsana!” O diğer tarafa geçip, Kaptan da girintiye sıkışmaya çalışırken disk sarsılıp oluktan çıktı ve şiddetle fren yaparak sert bir dönüş yapmaya başladı. Kaptan ellerini kontrol mekanizmasının içine soktuktan bir dakika sonra dev topacı, dönüşünü durdurarak oluğa geri yöneltmeyi başardı. Artık daha hızlı gidiyorlardı.

“Neden oluğun dışındayken yavaş gidiyor?” diye sordu Kimyager. Dengesini korumak için Mühendis’in omuzlarına tutunuyor, açık bacaklarının arasında da Doktor yatıyordu.

“Sana söyledim, hiçbir fikrim yok,” dedi Mühendis. Dümenin iz bıraktığı bileklerini ovuşturuyordu. “Bir jiroskopla ilgisi olabilir. Kimbilir?”

İkinci bir tepe zincirini geçtiler. Aşağıdaki alan tanıdık görünüyordu; önceden yürüyerek geçmişlerdi. Diskin onları çevreleyen dış hatları flu bir şekilde görülebiliyordu. Oluk birdenbire yön değiştirdi. Gemiye gidebilmek için bu rotadan ayrılmalar gerekiyordu. Hızları saatte on beş milin altına düştü.

“Bu araçlar olukların dışında kullanılmaya elverişli değil, bunu unutmamamız gerekiyor!” diye bağırdı Mühendis gürültünün arasından.

“İdareyi al!” diye bağırdı Kaptan.

Bu kez, yer değiştirmeleri sorun yaratmadı. Dik eğimli bir bayırda, yürüyüş hızından biraz daha yüksek bir hızla yükseliyorlardı. Mühendis manzaranın içinde çamur duvarlı kanyonu gördü. Akciğerağaçlara ulaştıklarında ise yeniden kramp girdi. “Al şunu!”

Ellerini çekerken Kaptan, onun yerini almak üzere atıldı. Disk tehlikeli bir biçimde kayalığın yakınında yan yattı. O anda keskin bir darbe sesi geldi; vızıldayan aracın kenar bir ağacın tepesine çarpmıştı. Kırılan dallar uçuştu ve vagon korkunç bir patırtıyla yandan çatladı. Kökünden sökülen bir başka ağaç, dallarıyla gökyüzünü süpürdü ve toprak, aracın altından kayıp onu yukarıya kadar içine gömdüğünde, kabarcık yapraklar, üzerinde bir ıslıkla patladı. Beyaz tohumlardan bir bulut havayı doldurdu, ardından sessizlik başladı. Çökmüş vagon, kayalıklara gömülmüştü.

“Mürettebat?” dedi Kaptan. Dengesini bulmak için kafasını sağa sola sallıyordu. Kulaklarında çanlar çalıyordu.

“Bir,” diye sızlandı Mühendis, yerden.

Fizikçi’nin zayıf sesi, “İki,” dedi.

“Üç,” dedi Kimyager. Kanayan ağzını tutuyordu.

“Dört,” dedi Sibernetikçi.

“Be… eş.” Doktor vagonun tabanında en altta kalmıştı. Hepsi güldü.

Bir yolunu bulup vagonun tepesindeki deliklerden giren tüy gibi, gıdıklayıcı bir tohum tabakası her taraflarını sarmıştı. Kapıyı açmak isteyen Mühendis aracın duvarına tosladı. Bunun üzerine, açabilecek pozisyonda olanlar içbükey yüzeyi itmeye başladılar. Gövde çatısı titredi, cılız bir çatlama da duyuldu ama vagon açılmıyordu.

“Tekrar deneyin,” dedi Doktor, boğuk bir sesle. Kendisi kıpırdayamıyordu. “Bundan yorulmaya başladım. Off… üstüme basmayın!”

İçinde bulundukları durum eğlenceli bir şey olmamakla birlikte, hepsi gülüyordu. Beraberce, öndeki tarak biçimli bir çerçeveyi çekip çıkardılar ve onu tavana vurmaya başladılar. Tavan büküldü, darbelerin oluşturduğu çukurlarla kaplandı ama hâlâ açılmamıştı.

“Yeter dediysem, yeter demektir,” diye homurdandı Doktor ve kalkmaya çalıştı. Aynı anda taban çöktü ve hepsi, altı metrelik bir hayırdan aşağıya, kanyonun tabanına dökülüverdiler.

“Yaralanan var mı?” diye sordu Kaptan. İlk ayağa kalkan oydu. Üstü başı çamura bulanmıştı.

“Hayır. Ama sen kan kaybediyorsun! Bir bakayım şuna,” dedi Doktor.

Gerçekten de Kaptan’ın başında derin bir yarık vardı. Doktor, elinden geldiğince yarayı sarmaya çalıştı. Diğerleri yalnızca ufak tefek çürük ve sıyrıklarla atlatmışlardı ama Kimyager dudağını ısırmıştı ve kan damlıyordu. Parçalanmış araca bir kez bile dönüp bakmadan gemiye yollandılar.

Загрузка...