MEZAR kazma işi, Kimyager böyle söylüyordu, onları öğle sonrasının geç saatlerine kadar oyaladı. Tulumlarını kirletmemek için yarı çıplak çalışarak, berbat parçaları, ellerine geçirdikleri her türlü kova, kutu benzeri eşyayla taşıyıp geminin iki yüz adım kadar ötesindeki tepenin üstüne gömdüler. Her ne kadar, Kaptan, suyu idareli kullanmalarını rica ettiyse de, iş bittikten sonra temizlenmek için beş kova su harcadılar. Yaratığın kanı, pıhtılaşmadan önce, insan kanına benziyordu, ama sonradan turuncuya dönüştü ve toz halini aldı.

Güneş batarken yorgun mürettebat geminin yanında, yere uzanmıştı. Hiç kimsenin iştahı yoktu, bu yüzden sadece su veya kahve içip, onarıma nereden başlayacaklarını bile konuşmadan birer birer uyuyakaldılar. Uyandıklarında hava çoktan kararmıştı. Yiyecek kutularını açmak, ısıtıcıyı yakmak, pişirmek, yemek ve bulaşık gibi bazı hazırlıklar için tekrar ambara girdiler. Geceyarsı, hepsi iyice dinlendiğini hissedince uyumayıp onarım işine girişıneye karar verdiler.

Gerektiğinde manivelaları kullanarak jeneratör kaplamasının üzerinden metal ve plastik parçalarını ayırırken kalpleri hızla çarpıyordu. Kaybolan parçaları enkazın altından çıkarmakla çok uğraştıklarından, yardımcı jeneratör normal çalışma düzenine gelene kadar saatler geçti; parçalanan duyu bir yenisiyle değiştirdiler ve Mühendis hava kompresörünü neredeyse ilkel denebilecek kadar basit bir hileye başvurarak onardı: Pervane kanatlarının yeterli yedeği olmadığı için, diğer bütün kanatları söktü. Motor bu şekilde azalmış verimle çalışacaktı; ama, sonuçta, çalışacaktı. Sabah üçte, Kaptan işi bırakmalarını söyledi.

“Dışarıda birkaç araştırma daha yapmalıyız,” dedi. “Hem Su, stokumuzu arttırmak, hem de diğer ihtiyaçlar için. Bu yüzden, normal uyku düzenimize dönsek iyi olur. Şafak sökene kadar uyuyup, sonra işe başlayalım.”

Gecenin geri kalanı olaysız geçti. Sabah, hiçbirinin dışarı çıkmak ister gibi bir hali yoktu, onarım işi oldukça endişelendiriyordu hepsini. Mühendis bazı temel aletleri bir araya getirerek önceden bir takım oluşturmuştu, böylece basit bir sornun ya da anahtar için kabinlere koşuşup durmayacaklardı.

Önce distribütörü kontrol ettiler. O kadar çok kısa devre ile doluydu ki diğer ünitelerden aldıkları parçalarla en baştan oluşturmak zorunda kaldılar. Sıra, jeneratörün doğru dürüst çalışmasını sağlamaya gelmişti. Mühendis’in kafasına koyduğu plan çok riskliydi: Dinamitleri, oksijen silindiriyle çalışan bir hava kompresörünü türbin niyetine kullanarak harekete geçirmek. Normal koşullar altında acil ünitesinin, reaktörden gelen yüksek basınçlı su buharıyla çalışması gerekirdi; arpa elbette, reaktör, geminin kalbi olarak, en iyi korunan birim olduğu sürece. Oysa bütün devrelerin harap olduğu şu durumda, bu tamamen olanaksızdı. Sonuçta yedek oksijeni kullanmaları gerekecekti. Bu seçenek, makina odası faaliyete geçtikten sonra tankları atmosferik oksijen ile doldurabileceklerinden, göründüğü kadar ölümcül bir yol değildi. Atomik kütleyi, yani reaktörü elektrik olmadan harekete geçirmek delilik olduğundan, başka çare yoktu. Ama Mühendis, hiç kimseye söz etmediği halde, oksijen planının başarısızlığa uğraması durumunda bu yolu bile denemeye hazırdı; çünkü, bir ihtimal, sıkıştırılmış gaz atom reaktörü harekete geçmeden bitebilirdi.

Motor odası platformunun tam altındaki küçük bir galeride duran Doktor, yukarıda kan ter içinde çalışan diğer beş kişiye düşen basıncı oksijen manometrelerinin göstergelerinden bağırarak okuyordu. Fizikçi, Dünya’daki herhangi bir teknisyeni dehşete düşürecek kadar eğreti bir kontrol tablosunun önüne yerleşmişti. Mühendis, yağdan kapkara olmuş bir halde, jeneratör sargısının altından tepetaklak sarkmış, kontak fırçalarını hızlandırıyordu. Kimyager kurye gibi oradan oraya koşuşturup aletleri yetiştirmeye Çalışırken, Kaptan ile Sibernetikçi de nötron sayacı göstergesini izliyorlardı.

Oksijen tısladı ve hava kompresörü gürültülü bir şekilde takırdamaya başladı, çünkü Mühendis’in üstünkörü ayarladığı rotor zayıf dengelenmişti. Jeneratörün RPM’si artıyor, feryadı tizleşiyordu. Tavandan aşağı kablolarla sarkan lambalar şimdi beyaz ve çok parlak bir ışık vermeye başlamışlardı.

“İki yüz on sekiz, iki yüz iki, yüz doksan beş,” diye sayan Doktor’un boğuk sesi geldi.

Mühendis dinamonun altından sürünerek çıktı ve tıraşsız yüzündeki yağ ve ter karışımını kuruladı. “Hazır,” diye soludu. Elleri güç harcamaktan hâlâ titriyordu.

“İİkini açıyorum,” dedi Fizikçi.

“Yüz yetmiş, yüz altmış üç, yüz altmış,” diye devam etti Doktor; takırtıyı bastırmak için sesini yükseltiyordu. Dinamo reaktöre akım üretmeye başlamıştı. RPM’sini korumak için her saniye daha çok oksijen gerekiyordu.

“Tam yükleme!” diye bağırdı Mühendis, kadranları izleyerek.

“Pekâlâ!” dedi Fizikçi ve bir püskürme olasılığına karşı yere çökerek her iki eliyle siyah kolları itti.

Kaptan farkında olmadan onun kolunu yakalamış, sıkıyordu. Hepsinin gözü dikey olarak hızla yükselen göstergelerdeydi; birisi nötron akışını, birisi de izotop bulaşımını ve termopili gösteriyordu. Dinamo uğuldadı, sargıların altından kıvılcımlar uçuştu, ama, çelik duvarların arkasındaki atom reaktörünün içi sessizdi. Buradaki göstergeler kıpırdamıyordu. Birden, Fizikçi göstergelerin titrediğini farketti. Çözlerini sıkıca kapattı ve kapağı açtı: Çalışıyorlardı!

“Başardık!” diye bağırdı. Sevinçten ağlıyordu, elleri hâlâ devir kollarına sıkıca yapışmış durumdaydı. Birden kendini çok güçsüz hissetti. Geçen bütün bu zaman boyunca bir patlama beklemişti.

“Göstergeler sıkışmış olmalı,” dedi Kaptan sakin bir sesle. Fizikçi’nin neler hissettiğinden habersiz görünüyordu. Arna güçlükle konuşuyordu; çenesi hâlâ sıkıca kenetliydi.

Doktor’un, “Doksan, seksen bir, yetmiş iki…” diyen sesi geldi.

“Şimdi!” diye haykırdı Mühendis ve eldivenli eliyle ana şalteri çekti. Jeneratör inledi, yavaşladı. Ardından hava kompresörüne koşup her iki emme subapını kapattı.

“Kırk altı, kırk altı, kırk altı,” diye tekrarladı Doktor.

Türbin artık tanktan oksijen alınıyordu. Işıklar zayıfladı, oda karardı.

“Kırk altı, kırk altı…” diye devam etti Doktor platformun altından. Aniden ışıklar yandı. Dinamo güç bela dönüyordu, ama akım oluşmuştu; bütün kadranlar akım gösteriyordu.

“Kırk altı… kırk altı…” diye tekrarladı, galerinin çelik borusundan Doktor. Olup bitenden habersizdi. Fizikçi yere oturdu ve elleriyle yüzünü kapattı. Ortalık neredeyse tamamen sessizleşti. Yalnızca, durma noktasına yaklaşarak ya vaşça gıcırdayan jeneratörün yarattığı hafif gürültü duyuluyordu.

“Ya sızıntı filtresi?” diye sordu Kaptan.

“Normal,” diye yanıtladı Sibernetikçi. “Robot, kontaktan önce atom reaktörünü mühürlemeyi başarmış olmalı.” Tekdüze bir sesle söylemişti bunları, ama hepsi onun robotla ne kadar gurur duyduğunu biliyordu. Titrememek için kendi ellerini sıkıca tuttu.

“Kırk altı…” dedi Doktor.

“Tamam,” diye bağırdı Kaptan, çelik boruya doğru. “Artık gerekmiyor. Reaktör akım üretiyor!”

Bir dakika sonra Doktor’un solgun yüzü ve siyah sakah aşağıdan göründü. “Gerçekten mi?” diye sordu. Sessizce gülmeye başlamıştı. Ötekiler göstergelere bakarken, o, galeriden yukarı tırmanarak Fizikçi’nin yanına oturdu. Bir süre ibreleri izledi ve “Biliyor musunuz?” dedi sonunda, çocuksu bir sesle. Hepsi uyanıyor gibi ona baktı. “Hiç bu kadar mutlu olmamıştım,” diye fısıldadı ve arkasını döndü.

Загрузка...