18 CAEMLYN YOLU

Caemlyn Yolu İki Nehir’den geçen Kuzey Yolu’ndan çok farklı değildi. Elbette çok daha genişli ve daha fazla kullanıldığı belliydi, ama yine de sert topraktı ve iki yanında, İki Nehir’dekilerde yadırganmayacak türden ağaçlar diziliydi, özellikle de yalnızca yaprak dökmeyen ağaçların yeşillikleri vardı.

Ama arazi farklıydı, çünkü gün ortasında, yol alçak tepelere geldi. İki gün boyunca yol tepelerin arasından geçti –yollarını keserek, bazen, eğer yol, onlara yönlerini şaşırtacak kadar genişlese de, çok fazla güçlük yaşamalarına yol açacak kadar da büyük değildi. Her gün güneşin yaptığı açı değişirken, göze düz görünen yolun doğuya uzanırken hafifçe güneye büküldüğü belli oluyordu. Rand al’Vere Efendi’nin haritalarına bakarken gündüz düşleri kurmuştu –Emond Meydanı çocuklarının yarısı gibi. Yolun, güneyde Absher Tepeleri denen bir şeyin çevresinde kıvrıldığını ve sonunda Beyazköprü’ye ulaştığını hatırlıyordu.

Lan zaman zaman tepelerden birinin üzerinde atlarından inmelerini söylüyordu. Orada; ilerideki, gerideki yolu ve çevre araziyi görebiliyorlardı. Diğerleri bacaklarını uzatırken ya da ağaçların altında oturup yemek yerlerken manzarayı inceliyordu.

“Eskiden peyniri severdim,” dedi Egwene, Baerlon’dan ayrıldıktan sonraki üçüncü gün. Sırtını bir ağaç dalına vermiş, akşam yemeğine yüzünü buruşturuyordu. Kahvaltıda aynısını yemişlerdi ve daha sonra yine aynısını yiyeceklerdi. “Çay yok. Güzel, sıcak bir çay.” Pelerinine daha sıkı sarındı ve dönen rüzgardan kaçınmak için boşuna çabalayarak ağacın çevresinde yer değiştirdi.

“Ayıböğürtleni çayı ve andılay kökü,” diyordu Nynaeve Moiraine’e, “yorgunluğa birebirdir. Zihni açar, yorgun kaslardaki yangını azaltır.”

“Eminim öyledir,” diye mırıldandı Aes Sedai, Nynaeve’e yan yan bakarak.

Nynaeve çenesini sıktı, ama aynı ses tonu ile devam etti. “Şimdi, eğer uyumadan devam edeceksen…”

“Çay yok!” dedi Lan Egwene’e keskin bir sesle. “Ateş yok! Onları henüz göremiyoruz, ama arkada bir yerdeler, bir ya da iki Soluk ve Trollocları, ve bu yolu takip ettiğimizi biliyorlar. Onlara tam olarak nerede olduğumuzu söylemenin gereği yok.”

“İslemiyordum,” diye mırıldandı Egwene pelerininin içinde. “Yalnızca özlüyordum.”

“Eğer bu yolda ilerlediğimizi biliyorlarsa,” diye sordu Perrin, “neden doğrudan Beyazköprü’ye gitmiyoruz?”

“Lan bile yolda kırlarda olduğu kadar hızlı ilerleyemez,” dedi Moiraine, Nynaeve’in sözünü keserek, “özellikle de Absher Tepelerinde.” Hikmet, çileden çıkmışcasına içini çekti. Rand onun neyin peşinde olduğunu merak etti; ilk gün boyunca Aes Sedai’yi tamamen görmezden gelen Nynaeve, son iki günü onunla bitkileri hakkında konuşmaya çalışarak geçirmişti. Hikmet sözlerine devam ederken Moiraine ondan uzaklaştı. “Neden yolun onlardan kaçınmak için kıvrıldığını sanıyorsunuz? Ve zaman içinde yine bu yola dönmek zorunda kalırdık. Onları peşimizde değil, önümüzde bulabilirdik.”

Rand kuşkulu görünüyordu ve Mat “uzun yolu seçmek” ile ilgili bir şey mırıldandı.

“Bu sabah hiç çiftlik gördün mü?” diye sordu Lan. “Ya da bir bacadan çıkan duman? Görmedin, çünkü Baerlon ile Beyazköprü’nün arası tamamen ıssızdır. Ve Arinelle’i Beyazköprü’den geçmemiz gerek. Saldaea’da, Maradon’un güneyinde Arinelle’i geçen tek köprü odur.”

Thom hıhladı ve bıyıklarını üfledi. “Beyazköprü’de bir şeyin, birinin bizi bekliyor olmasını sağlamalarını ne engelleyecek?”

Batı yönünden, bir borunun keskin haykırışı geldi. Lan’in başı hızla arkalarında bıraktıkları yola döndü. Rand ürperdi. İçinde bir parça, on beş kilometre, daha fazla değil, diye düşünecek kadar sakin kalmıştı.

“Onları hiçbir şey engelleyemez, Âşık,” dedi Muhafız. “Işık’a ve talihimize güveniyoruz. Ama artık peşimizde Trolloc olduğunu kesin olarak biliyoruz.”

Moiraine, ellerinin tozunu silkeledi. “Yola koyulma zamanı geldi.” Aes Sedai beyaz kısrağına bindi.

Bu, atları kargaşaya boğdu, ikinci bir boru sesi ile kargaşa arttı. Bu sefer başkaları ilkine yanıt verdi, ince sesler batıdan ağıt gibi süzüldü. Rand Bulut’u dörtnala koşmaya hazırladı ve diğerleri de dizginleri aynı telaşla kavradılar. Lan ve Moiraine dışında herkes. Muhafız ve Aes Sedai uzun uzun bakıştılar.

“Onları harekete geçir, Moiraine Sedai,” dedi Lan sonunda. “Elimden geldiğince çabuk dönerim. Başarısız olursam anlarsın.” Elini Mandarb’ın eyerine koydu, siyah aygırın sırtına sıçradı ve tepeden aşağı dörtnala sürdü. Batıya doğru. Borular yine öttü.

“Işık seninle olsun, Yedi Kulenin Son Efendisi,” dedi Moiraine, Rand’ın neredeyse duyamayacağı kadar yumuşak bir sesle. Derin bir nefes aldı ve Aldieb’i doğuya çevirdi. “Yola devam etmeliyiz,” dedi ve yavaş, istikrarlı bir tırıs ile atını yürüttü. Diğerleri sıkı bir sıra halinde onu takip ettiler.

Rand bir kez eyerinde dönüp Lan’i aradı, ama Muhafız alçak tepelerin ve yapraksız ağaçların arasında kaybolmuştu bile. Yedi Kulenin Son Efendisi, demişti ona. Bunun ne anlama geldiğini merak etti. Ondan başka kimsenin duymadığını sanmıştı, ama Thom bıyıklarının uçlarını çiğniyordu ve yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Âşık çok şey biliyor gibiydi.

Borular yine öttü ve bir kez daha arkalarından yanıtlandı. Rand eyerinde kıpırdandı. Bu sefer daha yakındılar; emindi. On iki kilometre. Belki on bir. Mat ve Egwene omuzlarının üzerinden arkalarına baktılar, Perrin bir şeyin arkadan çarpmasını bekliyormuşcasına sırtını kamburlaştırdı. Nynaeve Moiraine ile konuşmak için hızlandı.

“Daha hızlı gidemez miyiz?” diye sordu. “O borular gittikçe yaklaşıyor.”

Aes Sedai başını iki yana salladı. “Orada olduklarını bize neden belli ediyorlar? Belki de ileride ne olduğunu düşünmeden acele edelim diyedir.”

Aynı sabit hızda devam ettiler. Zaman zaman borular arkalarından feryat ediyordu ve her seferinde sesler daha yakından geliyordu. Rand ne kadar yakın olduklarını düşünmemeye çalıştı, ama her feryatta, düşünce çağrılmadan geliyordu. Yedi kilometre, diye düşünüyordu endişeyle, ki Lan aniden arkalarındaki tepeden dörtnala fırladı.

Moiraine’in yanına gelip aygırını dizginledi. “En az üç öbek Trolloc ve her birinin başında bir Yarı-insan. Belki beş.”

“Onları görecek kadar yaklaşmışsan,” dedi Egwene endişeyle, “onlar da seni görmüş olabilir. Tam arkamızda olabilirler.”

“Görülmedi.” Nynaeve herkes ona bakınca dikleşti. “Onun izini takip ettim, unuttunuz mu?”

“Susun,” diye emretti Moiraine. “Lan bize peşimizde belki beş yüz Trolloc olduğunu anlatıyor.” Bunu, şaşkınlık dolu bir sessizlik izledi, sonra Lan yine konuştu.

“Ve arayı kapatıyorlar. Bir saatten az sürede bizi yakalayacaklar.”

Aes Sedai, yarı kendi kendine, “Daha önce de bu kadar çok varsa, neden Emond Meydanı’nda kullanılmadılar? Eğer yoksa, o zamandan bu yana nasıl buraya geldiler?” dedi.

“Bizi önlerinde tutmak için yayılmışlar,” dedi Lan. “Asıl grubun önünde keşif kolları var.”

“Bizi nereye sürüyorlar?” diye düşündü Moiraine. Ona yanıt verircesine, batıdan bir boru sesi geldi, bu sefer tüm diğerlerinin yanıt verdiği uzun bir inleme, ve hepsi önlerindeydi. Moiraine, Aldieb’i durdurdu; diğerleri de aynısını yaptı. Thom ve Emond Meydanı halkı korkuyla çevrelerine bakındılar. Arkalarından, önlerinden boru sesleri geldi. Rand seslerde bir zafer tınısı olduğunu düşündü.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Nynaeve öfkeyle. “Nereye gidiyoruz?”

“Yalnızca kuzey ya da güney kaldı,” dedi Moiraine, Hikmet’e yanıt vermekten çok kendi kendine düşünerek. “Güneyde ıssız ve ölü. Absher Tepeleri var ve bir de Taren, geçmek için yol yok, tekne trafiği yok. Kuzeyde, gece çökmeden Arinelle’e ulaşabiliriz ve bir tüccar teknesi bulma olasılığı var. Eğer Maradon’da buz kırılmışsa.”

“Orası Trollocların asla gitmeyeceği bir yer,” dedi Lan, ama Moiraine’in başı hızla o yana döndü.

“Hayır!” Muhafız’a işaret etti ve konuşmaları dinlenmesin diye kafa kafaya verdiler.

Borular öttü ve Rand’ın atı sinirli sinirli dans etti.

“Bizi korkutmaya çalışıyorlar,” diye hırladı Thom, atını sakinleştirmeye çalışarak. Sesi yarı öfkeli geliyordu, sanki Trolloclar yarı başarılı oluyormuş gibi. “Paniğe kapılıp kaçmamız için bizi korkutmaya çalışıyorlar. O zaman bizi ele geçirecekler.”

Egwene’in başı borunun her ötüşü ile dönüyordu. Önce önlerine, sonra ilk Trollocları ararmış gibi arkasına bakıyordu. Rand da aynı şeyi yapmak istiyordu, ama belli etmemeye çalışıyordu. Bulut’u kıza yaklaştırdı.

“Kuzeye gidiyoruz,” diye bildirdi Moiraine.

Onlar yoldan ayrılırken ve çevredeki tepelere tırmanırken borular tiz sesle öttüler.

Tepeler alçaktı, ama yolları bir iniyor, bir çıkıyordu, çıplak dallı ağaçların altında ve ölü çalıların arasında hiç düz yer yoktu. Atlar zahmetle bir tepeyi tırmanıyor, sonra koştura koştura aşağı iniyorlardı. Lan hızlı bir tempo belirlemişti, daha önce, yolda gittiklerinden daha hızlı.

Dallar Rand’ın yüzünü ve göğsünü dövüyordu. Yaşlı sürüngen bitkiler ve sarmaşıklar kollarına dolanıyor, bazen ayağını üzengiden çekip çıkarıyordu. Boru sesleri artık daha yakından ve daha sık geliyordu.

Lan ne kadar zorlarsa zorlasın, pek hızlı uzaklaşamıyorlardı. İlerledikleri her metre için iki metre aşağı iniyorlar ya da yukarı tırmanıyorlardı ve her metre için çaba göstermeleri gerekiyordu. Ve boru sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Üç kilometre, diye düşündü Rand. Belki daha az.

Lan bir süre sonra bir bir yana, bir ötekine bakmaya başladı. Yüzünün sert çizgileri, Rand’ın gördüğü, endişeye en yakın hatlardı. Muhafız bir kez üzengilere basarak doğruldu ve geldikleri yöne baktı. Rand’ın tek görebildiği ağaçlardı. Lan yine eyerine oturdu ve düşünmeden pelerinini arkaya atıp kılıcını açığa çıkardı. Sonra ormanı taramaya devam etti.

Rand, Mat’in soru dolu gözlerine baktı, ama Mat yalnızca Muhafız’ın sırtına yüzünü buruşturdu ve çaresizce omuz silkti.

O zaman Lan, omzunun üzerinden konuştu. “Yakında Trolloclar var.” Bir tepeye tırmandılar ve diğer yandan inmeye başladılar. “Diğerlerinin önünde ilerleyen keşif kollarının bir kısmı. Muhtemelen. Eğer yüz yüze gelirsek, ne pahasına olursa olsun yanımda kalın ve benim yaptığımı yapın. Takip ettiğimiz yolda devam etmemiz gerek.”

“Kan ve küller!” diye mırıldandı Thom. Nynaeve Egwene’e yakında durmasını işaret etti.

Tek gerçek saklanma fırsatını, dağınık, her daim yeşil ağaçlar sağlıyordu, ama Rand her yöne aynı anda bakmaya çalışırken gözucuyla gördüğü gri ağaç gövdeleri Trolloclara dönüşüyordu. Boru sesleri daha da yakından geliyordu. Tam arkalarından. Bundan emindi. Arkada ve gittikçe yaklaşıyorlardı.

Bir başka tepeyi tırmandılar.

Aşağıda, ucunda halat halkaları ya da uzun çengeller olan sırıklar taşıyan Trolloclar yamacı tırmanmaya başlamıştı. Bir sürü Trolloc. Hat diğer yana doğru uzanıyor, uçları görünmüyordu, ama merkezinde, Lan’in tam altında, bir Soluk at sürüyordu.

İnsanlar tepede belirince Myrddraal tereddüt eder gibi oldu, ama bir sonraki an Rand’ın midesi bulanarak hatırladığı siyah bir kılıç çekti ve başının üzerinde salladı. Trolloc hattı öne atıldı.

Myrddraal daha kıpırdamadan, Lan’in kılıcı elindeydi bile. “Benimle kalın!” diye bağırdı ve Mandarb yamaçtan aşağı, Trolloclara doğru atıldı. “Yedi Kule için!” diye bağırdı Lan.

Rand yutkundu ve gri atını mahmuzladı; tüm grup Muhafız’ın ardından aktı. Rand, Tam’in kılıcını elinde bulunca şaşırdı. Lan’in haykırışını taklit ederek, kendine has bir nida buldu. “Manetheren! Manetheren!”

Perrin onu yankıladı. “Manetheren! Manetheren!”

Ama Mat, “Carai an Caldazar! Cami an Ellisande! Al Ellisande!” diye bağırdı.

Soluk’un başı Trolloclardan saldırıya geçen atlılara döndü. Siyah kılıç başının üzerinde dondu ve başlığın önündeki açıklık yaklaşan atlıları tarayarak döndü.

Sonra, Lan Myrddraal’e saldırdı ve insanlar Trolloc hattı ile karşı karşıya geldi. Muhafız’ın kılıcı Thakan’dar’ın demirhanelerinden gelen siyah çelik ile, büyük bir çan gibi çınlayarak, boş seslerle yankılanarak, mavi bir ışık çakması havayı şimşek gibi doldurarak karşılaştı.

İnsanların her birinin çevresini hayvan burunlu, neredeyse insansı şekiller sarmıştı. Halkalı ve çengelli sırıklar savruluyordu. Yalnızca Lan ve Myrddraal’den uzak duruyorlardı; o ikisi açık bir çemberin içinde dövüşüyorlar, siyah atların her adımı, kılıçların her darbesi birbirini karşılıyordu. Hava, ışık çakmaları, gürlemeler ile dolmuştu.

Bulut şahlanarak, çevresindeki hırlayan, keskin dişli yüzleri tekmeleyerek gözlerini yuvarladı ve kişnedi. Ağır bedenler omuz omuza vermiş, çevrelerini almıştı. Rand topuklarını acımadan atın böğrüne bastırarak gri atı ilerlemeye zorladı ve kılıcını Lan’in öğretmeye çalıştığı beceriyi pek az hatırlayarak, odun kesermiş gibi savurdu. Egwene! Gri atı tekmeleyerek çaresizce kızı aradı, çalı kesermiş gibi kıllı bedenlerin arasında kendine yol açtı.

Moiraine’in beyaz kısrağı, Aes Sedai’nin dizginlerdeki elinin en ufak dokunuşu ile atıldı, döndü. Asasını savururken kadının yüzü Lan’inki kadar sertti. Trolloclar aleve boğuldu, sonra kükreyen ateşler yerde kıpırtısız yatan şekilsiz yığınlar bıraktı geride. Nynaeve ve Egwene çılgına dönmüş bir şekilde Aes Sedai’ye yakın kalmaya çalışıyorlardı. Dişlerini en az Trolloclar kadar vahşi sırıtışlarla çıkarmışlardı. Hançerleri ellerindeydi. Trolloclar yakına gelecek olsa o kısa bıçaklar hiçbir işe yaramayacaktı. Rand Bulut’u onlara doğru çevirmeye çalıştı, fakat at, gemi azıya alınıştı. Rand dizginleri ne kadar sert çekerse çeksin, gri at kişneyerek, tekmeleyerek ilerlemeye çalıştı.

Trolloclar Moiraine’in asasından kaçınmaya çalışırken üç kadının çevresinde bir açıklık oluştu, ama onlar kaçtıkça Aes Sedai kovalıyordu. Ateşler kükrüyor, Trolloclar öfke ve acı içinde uluyordu. Kükremelerin ve ulumaların üzerinde, Muhafız’ın kılıcı Myrddraal’in kılıcı ile çınlayarak çarpışıyor, çevrelerindeki hava mavi mavi çakıyordu.

Bir sırığın ucundaki halka, Rand’ın başına doğru atıldı. Rand kılı– cını beceriksizce savurarak sırığı ikiye kesti, sonra onu tutan keçi suratlı Trolloc’u biçti. Bir çengel arkadan omzunu yakaladı ve pelerinine takılıp, onu arkaya çekmeye başladı. Çılgınca, neredeyse kılıcını düşürerek eyerin topuzunu yakaladı. Bulut kişneyerek döndü. Rand ümitsizce eyere ve dizginlere tutundu; santim santim kaydığını hissedebiliyordu. Bulut döndü; Rand bir an eyerinde kaykılmış, baltasını üç Trolloc’tan kurtarmaya çalışan Perrin’i gördü. Trolloclar bir kolunu ve bacaklarını yakalamıştı. Bulut atıldı ve Rand, Trolloclardan başka hiçbir şey görmez oldu.

Bir Trolloc atılıp Rand’ın bacağını yakaladı ve üzengiden çıkarmaya çalıştı. Rand Trolloc’a saldırmak için nefes nefese eyer topuzunu bıraktı. Aynı anda çengel onu eyerden kaldırdı ve Bulut’un sağrısına çekti; onu yere düşmekten alıkoyan tek şey, dizginlere yapışması oldu. Bulut şahlandı ve kişnedi. Aynı anda çekilme hissi yok oldu. Bacağını yakalayan Trolloc ellerini çekti ve bir çığlık attı. Trollocların hepsi feryat etti, sanki bütün dünyadaki köpekler deliye dönmüş, uluyorlardı.

İnsanların çevresinde Trolloclar saçlarını yolarak, kendi yüzlerini pençeleyerek yere düştüler. Tamamı. Yeri, havayı ısırarak, durmaksızın uluyarak kıvrandılar.

Rand o anda Myrddraal’i gördü. Hâlâ çılgın gibi sıçrayan atının üzerindeydi ve siyah kılıcı hâlâ savruluyordu, ama başı yoktu.

“Gece çökene kadar ölmeyecek,” diye bağırdı Thom, derin nefesler alarak, çığlıkların üzerinden. “Tamamen değil. En azından benim işittiğim bu.”

“Atınızı sürün!” diye bağırdı Lan öfkeyle. Muhafız çoktan Moiraine ile iki kadını toparlamış, bir sonraki tepenin yarısını tırmanmıştı. “Bunlar sürünün tamamı değil!” Gerçekten de, yerdeki Trollocların feryatlarının üzerinden, doğudan, batıdan ve güneyden borular yine öttü.

Neyse ki, Mat’den başka atından düşen yoktu. Rand atını ona doğru sürdü, ama Mat ürpererek bir halat halkasını yere attı, yayını aldı ve yardım almadan, boğazını ovuşturarak eyerine tırmandı.

Borular, geyik kokusu almış köpekler gibi uludu. Avlarını çeviren köpekler gibi. Lan daha önce hızlı bir tempo belirlemişse, şimdi onu da ikiye katlamıştı, öyle ki, atlar şimdi tepeleri, daha önce indikleri hızdan daha hızlı tırmanıyor, sonra kendilerini aşağı fırlatıyorlardı. Ama borular yaklaşmaya devam ediyordu, ta ki boru sesleri arasında gırtlaktan gelen bağırışlar duyulmaya başlayana kadar. Sonunda insanlar bir tepeyi tırmandı ve tam arkalarındaki tepenin zirvesinde Trolloclar belirdi. Tepe Trolloclarla karardı, uluyan hayvan burunlu yüzler ve korku verici üç Myrddraal. İki grubu yalnızca yüz adım ayırıyordu.

Rand’ın yüreği kuru üzüm gibi büzüldü. Üç tane!

Myrddraallerin kılıçları aynı anda yükseldi; Trolloclar yamaçtan aşağı döküldüler, kalın, zafer dolu haykırışlar duyuldu, koşarlarken sırıklar sıçradı.

Moiraine, Aldieb’in sırtından indi. Sakin sakin kesesinden bir şey çıkardı ve örtüsünü açtı. Rand siyah fildişini gördü. Angreal. Aes Sedai angreali bir eline, asasını diğerine aldı, ayaklarını açtı, koşturan Trolloclara ve Solukların siyah kılıçlarına döndü, asasını yükseğe kaldırdı ve toprağa sapladı.

Yer, tokmak vurulmuş demirden bir çaydanlık gibi çınladı. Boş tangırtı uzaklaşıp soldu. Sonra bir an, her şey sessiz kaldı. Her şey. Rüzgar dindi. Trollocların haykırışları sustu; hattâ koşturmaları bile yavaşladı ve durdu. Bir yürek atımı süreyle her şey bekledi. Donuk çınlama yavaş yavaş geri döndü, alçak bir gürlemeye dönüştü, yükseldi, yükseldi, ta ki toprağın kendisi inlemeye başlayana kadar.

Zemin, Bulut’un toynaklarının altında titriyordu. Bu, hikayelerde anlatılan türden bir Aes Sedai işiydi; Rand yüz elli kilometre ötede olmayı diledi. Titreme sarsılmaya dönüştü, çevredeki ağaçları salladı. Gri at sendeledi, düşecek oldu. Mandarb ve sürücüsüz Aldieb bile sarhoş olmuş gibi sallandı. At üzerindekiler düşmemek için, dizginlere, yelelere, ellerine ne geçerse ona tutunmak zorunda kaldılar.

Aes Sedai hâlâ başladığı zamanki gibi duruyordu. Angreal elinde, dik tuttuğu asası tepenin zirvesine saplanmış ve çevresindeki toprak sarsıldığı, titrediği halde ne o, ne de asası bir santim bile oynamamıştı. Şimdi toprak dalgalanıyor, kadının asasının önünde atılıyor, bir havuzdaki dalgalar gibi Trolloclara doğru yayılıyordu. Dalgalar ilerledikçe yükseliyor, kum çalıları yere yıkıyor, ölü yaprakları havaya fırlatıyor, Trolloclara doğru yuvarlanıyordu. Çukurdaki ağaçlar küçük çocukların elindeki değnekler gibi sallanıyordu. Uzak yamaçta Trolloclar yığınlar halinde yere düştüler, öfkeli toprağın üzerinde yuvarlandılar.

Ama, sanki her yönde toprak yükselmiyormuş gibi, Myrddraaller tek hat halinde ilerliyor, ölüm-siyahı atları uygun adım yürüyorlardı. Trolloclar siyah atların çevresinde yerde yuvarlanıyor, uluyor, onları havaya fırlatan yamaca tutunmaya çalışıyordu, ama Myrddraaller yavaş yavaş ilerliyordu.

Moiraine asasını kaldırdı ve toprak durdu, ama kadının işi henüz bitmemişti. Asası ile tepelerin arasındaki çukura işaret etti ve yerden, altı metre yüksekliğinde alevler fışkırdı. Kadın kollarını iki yana açtı ve ateş gözle görülmez bir hızla sağa ve sola yayıldı, insanları Trolloclardan ayıran bir duvar oluşturdu. Isı, tepede olmalarına rağmen Rand’ın yüzünü elleri ile örtmesine sebep oldu. Myrddraallerin siyah atları, nasıl tuhaf güçlere sahip olurlarsa olsunlar, ateşi görünce kişnemeye, şahlanmaya, Myrddraaller onları kırbaçlarken, alevlerin arasından geçmeye zorlarken sahipleri ile mücadele etmeye başladılar.

“Kan ve küller,” dedi Mat hafif bir sesle. Rand sersem sersem başını salladı.

Moiraine aniden sallandı, Lan atından atlayıp yakalamasaydı yere düşecekti. “İleri,” dedi diğerlerine. Sesinin sertliği Aes Sedai’yi eyerine kaldıran ellerinin nazikliği ile zıttı. “O ateş sonsuza dek yanmayacak. Acele edin! Her dakika kıymetli!”

Alev duvarı, sanki sonsuza dek yanacakmış gibi kükredi, ama Rand itiraz etmedi. Atlarının becerebildiğince hızlı, dörtnala kuzeye yöneldiler. Uzaktaki borular hayal kırıklığı içinde, sanki ne olduğunu biliyorlarmış gibi öttü, sonra sustu.

Lan ve Moiraine kısa süre sonra diğerlerine yetişti, ama Aes Sedai sallanırken, iki eliyle eyerin topuzunu kavrarken Aldieb’in dizginlerini Lan tutuyordu. “Birazdan kendime gelirim,” dedi kadın, endişeli bakışlarını görünce. Sesi yorgun, ama güvenli çıkıyordu. Ve bakışları her zamanki kadar ısrarlıydı. “Toprak ve Ateş ile çalışırken çok güçlü değilimdir. Küçük bir şey.”

İkisi hızlı bir tempoda, yine önde ilerlemeye başladı. Rand daha hızlı gitseler Moiraine’in eyerinde kalabileceğini sanmıyordu. Nynaeve Aes Sedai’nin yanında at sürüyor, bir eliyle onu tutuyordu. Grup tepeleri aşarken iki kadın bir süre fısıldaştı, sonra Hikmet’in eli pelerininin içini araştırdı ve Moiraine’e küçük bir paket verdi. Moiraine paketi açtı, içindekileri yuttu. Nynaeve bir şey daha söyledi, sonra geride kalıp diğerlerinin yanına geldi ve soru dolu bakışlarını görmezden geldi. İçinde bulundukları şartlara rağmen, Rand kadının yüzünde hafif bir tatmin ifadesi olduğunu düşündü.

Rand, Hikmet’in neyin peşinde olduğuna pek aldırmıyordu. Devamlı kılıcının kabzasını ovuşturuyordu ve ne yaptığını her fark edişinde şaşkınlık içinde kabzaya bakıyordu. Demek savaş böyle bir şey Pek bir şey hatırlamıyordu. Her şey kafasında birbirine karışmıştı, kıllı yüzler ve korkudan bir yığın. Korku ve sıcaklık. Çarpışma sürerken, yaz ortasında bir öğlen kadar sıcak gelmişti ona. Bunu anlayamıyordu. Buz gibi rüzgar şimdi yüzündeki ve bedenindeki terleri dondurmaya çalışıyordu.

İki arkadaşına baktı. Mat pelerininin kenarı ile yüzündeki teri siliyordu. Uzakta bir şeye bakan ve gördüğü şeyden hoşlanmayan Perrin alnında parlayan terlerin farkında değil gibiydi.

Tepeler alçaldı ve toprak düzleşmeye başladı, ama Lan yola devam etmek yerine durdu. Nynaeve Moiraine’in yanına gidecek oldu, ama Muhafız onu uzak tuttu. O ve Aes Sedai ilerlediler ve kafa kafaya verdiler. Moiraine’in el hareketlerine bakılırsa, tartışıyorlardı. Nynaeve ve Thom onlara baktı, Hikmet endişeyle kaşlarını çatmıştı, Âşık kendi kendine mırıldanıyor, susup geldikleri yöne bakıyordu, ama başka herkes onlara bakmaktan kaçınıyordu. Bir Aes Sedai ile bir Muhafız’ın tartışmasından ne çıkacağını kim bilebilirdi?

Birkaç dakika sonra Egwene, hâlâ tartışan çifte huzursuz bir bakış fırlatarak, sessizce Rand ile konuştu. “Trolloclara bağırdığın o şeyler.” Nasıl devam edeceğinden emin değilmiş gibi durdu.

“Ne olmuş?” diye sordu Rand. Biraz utanmıştı –savaş haykırışları Muhafızlar içindi; Moiraine ne derse desin, İki Nehir halkı öyle şeyler yapmazdı. Ama kız alay etmeye kalkarsa… “Mat o hikayeyi on kez anlatmış olmalı.”

“Ve kötü bir biçimde,” diye araya girdi Thom. Mat itiraz ederek homurdandı.

“Nasıl anlatmış olursa olsun,” dedi Rand, “hepimiz defalarca dinledik. Dahası, bir şey bağırmak zorundaydım. Demek istediğim, böyle zamanlarda bunu yaparsın. Lan’i duydun.”

“Ve hakkımız da var,” diye ekledi Perrin düşünceli düşünceli. “Moiraine hepimizin Manetheren halkından geldiğimizi söylüyor. Onlar Karanlık Varlık’a karşı savaşmışlar ve biz de onunla savaşıyoruz. Bu bize o hakkı veriyor.”

Egwene bu konuda ne düşündüğünü göstermek istermiş gibi burnunu çekti. “Ben bundan bahsetmiyordum. Sen… senin bağırdığın neydi, Mat?”

Mat huzursuzca omuzlarını silkti. “Hatırlamıyorum.” Kendini savunurcasına diğerlerine baktı. “Gerçekten hatırlamıyorum. Hepsi puslu. Ne olduğunu, nereden geldiğini ya da anlamını bilmiyorum.” Kendisiyle alay edercesine güldü. “Bir anlamı olduğunu sanmıyorum.”

“Ben… bence var,” dedi Egwene yavaşça. “Sen bağırırken, bir anlığına, seni anladığımı sandım. Ama şimdi hepsi gitti.” İçini çekti ve başını iki yana salladı. “Belki haklısındır. Öyle bir zamanda neler hayal edebildiğin, tuhaf, değil mi?”

“Carai an Caldazar,” dedi Moiraine. Hepsi dönüp ona baktılar. “Carai an Ellisande. Al Ellisande. Kızıl Kartal’ın şerefi için. Güneşin Gülü’nün şerefi için. Güneşin Gülü. Manetherenlilerin kadim savaş haykırışı, son krallarının savaş haykırışı. Eldrene’ye Güneşin Gülü denirdi.” Moiraine Egwene ve Mat’e gülümsedi, ama bakışları delikanlının üzerinde bir an daha uzun kalmış olabilirdi. “Arad’ın kanı İki Nehir’de hâlâ güçlü. Eski kan hâlâ şarkı söylüyor.”

Herkes onlara bakarken Mat ve Egwene birbirlerine baktılar. Egwene’in gözleri irileşmişti ve ağzı devamlı bastırdığı bir gülümseme ile kıvrılıp duruyordu. Bu eski kan meselesini nasıl karşılayacağından emin değilmiş gibiydi. Mat’in kaşlarını çatmasına bakılırsa, o emindi.

Rand, Mat’in aklında ne olduğunu biliyordu. Kendi aklında olan şeyin aynısı. Eğer Mat eski Manetheren krallarının kanından geliyorsa, belki Trolloclar üçünün birden değil, onun peşinden geliyorlardı. Bu düşünce Rand’ı utandırdı. Yanakları kızardı ve Perrin’in yüzünü suçlu suçlu buruşturduğunu görünce, onun da aklına aynı şeyin geldiğini anladı.

“Buna benzer bir şey duyduğumu söyleyemem,” dedi Thom bir dakika sonra. Silkelendi ve sesi sertleşti. “Başka zaman olsa bundan bir hikaye çıkarırım, ama şu anda… Günün kalanını burada geçirmeyi mi düşünüyorsun, Aes Sedai?”

“Hayır,” diye yanıt verdi Moiraine, dizginlerini toparlayarak.

Yanıtını vurgularmış gibi, güneyden bir boru sesi geldi. Doğudan ve batıdan başka borular yanıt verdi. Atlar kişnedi, sinirli sinirli yana kaçtı.

“Ateşi aştılar,” dedi Lan sakinlik içinde. Moiraine’e döndü. “Niyetlendiğin şey için henüz yeterince güçlü değilsin, dinlenmeden olmaz. Ve ne Myrddraaller, ne de Trolloclar oraya giremez.”

Moiraine sözünü kesmek istercesine elini kaldırdı, ama sonra içini çekti ve elini indirdi. “Pekala,” dedi sinirle. “Sanırım haklısın, ama başka seçenek olmasını tercih ederdim.” Asasını kolanın altından çekti. “Hepiniz, çevreme toplanın, Olabildiğince yaklaşın. Daha yakın.”

Rand Bulut’u Aes Sedai’nin kısrağına yaklaştırdı. Moiraine’in ısrarı üzerine, çevresinde, daha da yakına toplandılar. Öyle ki, her atın başı bir diğerinin boynunun ya da sağrısının üzerinden uzanıyordu. Aes Sedai ancak o zaman tatmin oldu. Sonra, konuşmadan üzengilerin üzerinde doğruldu ve asasını uzatıp, herkesi kapsayacak şekilde başlarının üzerinde çevirmeye başladı.

Rand, asanın başının üzerinden her geçişinde irkildi. Her seferinde içinde bir şey karıncalandı. Asayı görmeden de, insanların ürpermelerine bakarak takip edebilirdi. Etkilenmeyen tek kişinin Lan olması şaşırtıcı değildi.

Moiraine aniden asayı batıya doğrulttu. Ölü yapraklar havada döndü, dallar Aes Sedai’nin işaret ettiği yönde toz fırtınası varmış gibi sallandı. Görünmez toz fırtınası gözden kaybolurken, Moiraine de içini çekerek eyerine yerleşti.

“Trolloclar,” dedi, “izimizi ve kokumuzu o yöne doğru takip edecekler. Zaman içinde Myrddraaller anlayacaklar, ama o zamana kadar…”

“O zamana kadar,” dedi Lan, “biz izimizi kaybettirmiş olacağız.”

“Asan çok güçlü,” dedi Egwene. Nynaeve ise bunu yalnızca burnunu çekerek karşılık verdi.

Moiraine tatlı bir sitemle yakındı. “Sana daha önce de söyledim, çocuğum, nesnelerin gücü yoktur. Tek Güç Gerçek Kaynak’tan gelir ve ancak canlı bir zihin onu kullanabilir. Bu bir angreal bile değil, yalnızca odaklanmaya yardım eden bir şey.” Bitkinlik içinde asasını kolanın altına kaydırdı. “Lan?”

“Beni takip edin,” dedi Muhafız, “ve sessiz olun. Trolloclar bizi duyarsa, her şey boşa gider.”

Yine kuzeye yöneldi, ama daha önceki çılgın hızda değil. Caemlyn Yolu’nda kullandıkları yürüyüş hızında. Toprak düzleşmeye devam etti, ama orman hâlâ gürdü.

Yolları artık daha önceki gibi düz değildi, çünkü Lan sert zemin üzerinde, kayalıkların etrafında dolanan bir yol izliyordu ve artık onları çalıların içinden geçmeye zorlamak yerine, çevrelerinden dolanmalarına izin veriyordu. Arada bir arkada kalıyor, dikkatle arkalarında bıraktıkları izi inceliyordu. Birinin öksürmesine bile, öfkeli bir homurtuyla karşılık veriyordu.

Nynaeve, atını Aes Sedai’nin yanında sürüyordu. Yüzünde endişe ile hoşlanmazlık savaş halindeydi. Ve bir şeyin daha izi olduğunu düşündü Rand, sanki Hikmet bir hedef görmüş gibi. Moiraine’in omuzları çökmüştü ve dizginler ile eyerini iki eliyle tutuyor. Aldieb’in attığı her adımda sallanıyordu. Sahte iz yaratmanın, deprem ve bir ateş duvarı yaratmanın yanında ne kadar önemsiz görünse de, ondan çok şey götürdüğü, ona artık kaybetmemesi gereken gücü kaybettirdiği açıktı.

Rand, boruların yine ötmeye başlamasını dileyecekti neredeyse. En azından Trollocların ne kadar uzakta olduğunu anlamalarını sağlıyordu. Ve Solukların.

Arkasına bakıp duruyordu, bu yüzden önlerinde neyin uzandığını ilk önce gören olmadı. Gördüğü zaman, şaşkınlık içinde bakakaldı. İki yanda büyük, düzensiz bir yığın uzanıyordu. Çoğu yerde tam dibinde büyüyen ağaçlar kadar yüksekti. Orada burada daha da yüksek kuleler vardı. Yapraksız sarmaşıklar ve sürüngen bitkiler kalın tabakalar halinde her yeri kaplamıştı. Bir yamaç mıydı? Sarmaşıklar tırmanmayı kolaylaştırır, ama atlan çıkarmayı asla başaramayız.

Aniden, daha yakına geldiklerinde, bir kule gördü. Bir kaya formasyonu değil, bir kule olduğu açıktı. Tepesinde tuhaf, sivri uçlu bir kubbe vardı. “Bir şehir!” dedi. Ve bir şehir duvarı. Kuleler, duvardaki nöbetçi kuleleri idi. Rand’ın ağzı açık kaldı. Baerlon’dan on kat büyük olmalıydı. Elli kat daha büyük.

Mat başını salladı. “Bir şehir,” diye kabul etti. “Ama ormanın ortasında bir şehrin ne işi var?”

“Ve halkı yok,” dedi Perrin. Ona baktıklarında, duvara işaret etti. “Halkı olsa sarmaşıkların böyle büyümesine izin verirler miydi? Sürüngen bitkilerin duvarları nasıl ufaladığını bilirsiniz. Nasıl devrildiklerine bakın.”

Rand’ın gördükleri, zihninde kendi kendilerini düzenledi. Perrin’in söylediği gibiydi. Duvardaki her alçak yerin altında, çalı kaplı bir tümsek vardı; yukarıdan devrilen duvarın molozları. Aynı boyda iki kule yoktu.

“Acaba hangi şehirdi,” diye düşündü Egwene. “Ona ne oldu acaba. Babamın haritalarından bir şey hatırlamıyorum.”

“Adı Aridhol’du,” dedi Moiraine. “Trolloc Savaşları sırasında Manetheren’in müttefiki idi.” Dev duvarlara bakarken diğerlerini, hattâ kolunu tutarak eyerde kalmasını sağlayan Nynaeve’i bile unutmuş gibiydi. “Aridhol daha sonra öldü ve buraya başka bir isim verdiler.”

“Hangi isim?” diye sordu Mat.

“Burası,” dedi Lan. Mandarb’ı bir zamanlar elli adamın yan yana geçebileceği bir kapı olan şeyin önünde durdurdu. Artık yalnızca kırık, sarmaşık kaplı nöbetçi kuleleri duruyordu; kapılardan iz yoktu. “Buradan giriyoruz.” Trolloc boruları uzakta feryat etti. Lan, sesin geldiği yöne baktı, sonra batıda, ağaç tepelerinin üzerinde eğilmiş güneşe baktı. “Sahte iz olduğunu anladılar. Gelin, karanlık basmadan bir sığınak bulmalıyız.”

“Hangi isim?” diye sordu Mat yine.

Moiraine şehre girerken yanıt verdi. “Shadar Logoth,” dedi. “Artık buraya Shadar Logoth diyorlar.”

Загрузка...