5 KIŞ GECESİ

Araba çiftlik evine ulaştığında güneş akşama yatmıştı. Büyük bir ev değildi; doğudaki, zaman içinde geniş aileleri barındıracak şekilde büyümüş yaygın çiftlik evleri kadar büyük değildi. İki Nehir’de evler genellikle, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, kuzenler ve yeğenler dahil iki ya da üç nesli bir çatı altında barındırırdı. Tam ve Rand, Batı Ormanı’nda çiftçilik yapmaları kadar, yalnız yaşayan iki adam olmaları yüzünden de sıradışı sayılırdı.

Burada odaların çoğu tek kat üzerindeydi, kanatları ya da eklentileri olmayan temiz bir dikdörtgen. Dik, saz damın altında iki yatak odası ve bir tavanarası vardı. Kış fırtınalarından sonra sağlam, ahşap duvarlardaki badananın çoğu silinmişse de, ev hâlâ derli toplu ve bakımlıydı, çatı onarılmış ve kapılar ile kepenkler yerli yerindeydi ve kasalarına iyi oturuyorlardı.

Ev, ahır ve taş koyun ağılı çiftlik avlusunda bir üçgen oluşturuyordu. Birkaç tavuk soğuk toprağı eşelemek için dışarı çıkmıştı. Açık bir kırkma kulübesi ve taş bir yalak ağılın yanında duruyordu. Çiftlik ile ağaçların arasındaki alanda sıkı duvarlı bir kurutma kulübesinin yüksek konisi görülüyordu. İki Nehir’deki pek az çiftçi, tüccarlara satacak yün ve tütünleri olmadan yapabilirlerdi.

Rand taş ağıla göz attığında, sürünün iri boynuzlu koçu bakışlarına karşılık verdi, ama siyah yüzlü diğerleri uzandıkları yerde ya da kafaları yemliğin içinde kaldı. Tüyleri gür ve kıvırcıktı, ama hava kırkma için hâlâ soğuktu.

“Siyah pelerinli adamın buraya geldiğini sanmıyorum,” diye seslendi Rand, mızrak elinde, evin çevresinde dolaşarak yeri inceleyen babasına. “Çevrede birisi olsaydı koyunlar bu kadar sakin olmazdı.”

Tam başını salladı, ama durmadı. Evi son bir kez tamamen dolaştıktan sonra aynısını ahır ve ağıl için yaptı. Tütsü ve kurutma kulübelerini bile kontrol etti. Kuyudan bir kova su çekti, avcuna doldurdu, suyu kokladı, sonra dikkatle dilinin ucunu dokundurdu. Aniden bir kahkaha kopardı, sonra hızla içti.

“Gelmemiş anlaşılan,” dedi Rand’a, elini ceketinin önüne silerek. “Göremediğim ve duyamadığım atlar ve adamlar hakkındaki bunca konuşma her şeye iki kez bakmama sebep oluyor.” Kuyu suyunu bir başka kovaya doldurdu ve bir elinde kova, diğerinde mızrak, eve yöneldi. “Akşam yemeği için yahni yapacağım. Burada olduğumuza göre, birkaç işi halletsek iyi olur.”

Rand Kış Gecesi’ni Emond Meydanı’nda geçirmemesine üzülerek yüzünü buruşturdu. Ama Tam haklıydı. Çiftlikte iş hiç bitmezdi; ne zaman birini bitirsen, diğer iki tanesi seni bekliyor olurdu. Tereddüt etti, ama yine de yayını ve sadağını el altında tuttu. Kara atlı görünürse, onunla elinde bir çapadan başka bir şey yokken yüzleşmek istemiyordu.

İlk önce Bela’yı ahıra yerleştirmesi gerekiyordu. Atın koşumlarını çıkardı, ahırda, ineğin yanındaki bölmeye götürdü, sonra pelerinini bir kenara koydu ve kısrağı avuç avuç kuru samanla ovdu, sonra bir çift çalıyla kaşağıladı. Dar merdiveni kullanarak samanlığa tırmandı ve atın yemesi için saman attı. Birkaç kepçe de yulaf verdi, ama pek az yulafları kalmıştı ve hava yakın zamanda ısınmazsa, başka kalmayabilirdi. İnek sabah, hava aydınlanmadan sağılmış, her zamanki sütünün ancak çeyreğini vermişti; kış oyalandıkça sütü çekiliyor gibiydi.

Koyunlara iki gün yetecek kadar yem kalmıştı. Şimdiye dek otlağa çıkmış olmalıydılar, yeterince ot bitmemesine karşın sularını yine de ağzına kadar doldurdu. Tavukların yumurtalarını da topladı. Yalnızca üç tane vardı. Tavuklar yumurtalarını saklamak konusunda akıllanıyor gibiydi.

Tam dışarı çıkıp, koşumları onarmak için ahırın önündeki sıraya oturup, mızrağını yana dayadığında, çapayı sebze bahçesine götürü– yordu. Bu, Rand’ın bir adım ötede, pelerininin üzerinde duran yayı hakkında kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu.

Pek az ot baş vermişti, ama yine de ortalıkta ottan başka bir şey görünmüyordu. Lahanalar gelişmemişti, fasulye ve bezelyeler henüz filizlenmişti ve pancarlardan iz yoktu. Her şey ekilmiş değildi elbette; yalnızca bir kısmı, kiler boşalmadan önce soğuk birşeylerin yetişmesine izin verecek kadar kırılır umuduyla ekilen birkaç şey. Çapalama işini bitirmesi uzun sürmedi, geçmiş yıllarda bu onu memnun ederdi, ama şimdi, bu sene hiçbir şey yetişmezse ne yapacaklarını düşünüyordu. Hoş bir düşünce değil. Ve daha kesmesi gereken odunlar vardı.

Rand’a, kesmesi gereken odun olmadığı zamanların üzerinden yıllar geçmiş gibi geliyordu. Ama şikayet etmek evi ısıtmayacaktı, bu yüzden baltayı aldı, okunu ve sadağını kütüğe dayayarak ve işe koyuldu. Çabuk, sıcak bir ateş için çam, uzun uzun yanması için meşe. Kısa süre sonra ceketini bir kenara koyacak kadar ısınmıştı. Kestiği odunların oluşturduğu yığın yeterince büyüdüğünde onları evin yanına, önceki odunların yanına sıraladı. Çoğu, saçaklara kadar uzanıyordu. Normalde yılın bu zamanında odun yığını küçük ve sayısı az olurdu, ama bu sene değil. Kes, yığ, kes, yığ, kendini baltanın ve odun yığmanın temposunda unuttu. Onu kendine Tam’in, omzundaki eli getirdi ve bir an şaşkınlık içinde gözlerini kırpıştırdı.

O çalışırken gri alacakaranlık çökmüştü ve hızla geceye doğru soluyordu. Dolunay ağaç tepelerinin üzerinde duruyor, kafalarına düşecekmiş gibi solgun ve şişkin, ışıldıyordu. Rüzgar da o fark etmeden soğumuştu ve lime lime bulutlar kararan gökyüzünde sürükleniyordu.

“Gidip yıkanalım, evlat, sonra akşam yemeğimizi yiyelim. Yatmadan önce sıcak banyo yapmamız için içeri su taşıdım bile.”

“Sıcak olan her şey kulağıma güzel geliyor,” dedi Rand, pelerinini alıp omuzlarına atarken. Gömleği terden sırılsıklam olmuştu ve baltayı sallarken unuttuğu rüzgar, çalışmayı bıraktığından bu yana terini dondurmaya çalışıyor gibiydi. Esnemesini bastırdı, eşyalarının kalanını toparlarken titredi. “Ve uyku da. Festival boyunca uyuyabilirim.”

“Bu konuda iddiaya girmek ister misin?” Tam gülümsedi, Rand da karşılık olarak sırıttı. Bir hafta boyunca uyumasa bile Bel Tine’ı kaçırmazdı. Bunu kimse yapmazdı.

Tam mumlar konusunda cömert davranmıştı ve büyük, taş şöminede bir ateş çıtırdıyordu, bu yüzden oturma odası sıcak, neşeli bir his veriyordu. Odada şömine dışında geniş, meşe bir masa vardı. On iki, hattâ daha fazla kişinin oturabileceği kadar uzun bir masa, ama Rand’ın annesi öldüğünden beri nadiren o kadar kişi o masanın başında toplanmıştı. Tam’in beceriyle yaptığı birkaç dolap ve sandık, duvarların dibine dizilmişti. Masanın çevresinde yüksek sırtlı sandalyeler vardı. Tam’in okuma sandalyesi adını verdiği yaslıklı sandalye ateşe dönük duruyordu. Rand o ateşin önündeki halıya uzanarak okumayı tercih ediyordu. Kapının yanındaki kitap rafları Badeçay Hanı’ndakiler kadar uzun değildi, ama kitap bulmak zordu. Pek az çerçi birkaç kitaptan fazlasını taşırdı ve onların da isteyen herkese ödünç verilmesi gerekirdi.

Oda, çoğu çiftçi karısının evleri kadar temiz görünmese de –Tam’in pıpoluğu ve Uzakgezgini Jain’in Yolculukları kitabı masanın üzerinde duruyordu, bir başka ahşap ciltli kitap okuma sandalyesinin yastığının üzerinde yatıyordu; onarılacak bir koşum parçası şöminenin yanındaki sırada duruyordu ve yamanacak bazı gömlekler sandalyenin üzerine yığılmıştı– o kadar lekesiz olmasa da, yine de yeterince temiz ve düzenliydi, ateş kadar sıcak ve huzur verici bir yaşanmışlık hissi taşıyordu. Burada, duvarların ötesindeki soğuğu unutmak mümkündü. Burada sahte Ejder yoktu. Savaşlar ve Aes Sedailer yoktu. Siyah pelerinli adamlar yoktu. Ateşin üzerindeki yahni tenceresinden yükselen kokular odaya yayılıyor, Rand’ı kurt gibi acıktırıyordu.

Babası, uzun saplı, tahta bir kaşıkla yahni tenceresini karıştırdı. “Biraz daha pişsin.”

Rand ellerini ve yüzünü yıkamaya seyirtti; kapının yanındaki masanın üzerinde bir lavabo ve bir sürahi vardı. Asıl istediği, teri ve dışarının soğuğunu yıkayıp götürecek sıcak bir banyoydu, ama önce arka odadaki büyük güğümü ısıtmaları gerekecekti.

Tam, bir dolabın arka taraflarını araştırdı ve eli kadar uzun bir anahtar buldu. Kapının üzerindeki iri, demir kilide soktu ve çevirdi. Rand’ın sorarcasına bakması üzerine konuştu: “Emin olmak en iyisi. Belki hayal görmeye başlıyorum ya da belki hava ruhumu karartıyor, ama…” İçini çekti ve anahtarı avcuna vurdu. “Arka kapıya bakacağım,” dedi ve evin arka tarafında yok oldu.

Rand, her iki kapının da kilitlendiğini hiç hatırlamıyordu. İki Nehir’de kimse kapısını kilitlemezdi. Buna gerek yoktu. En azından şimdiye kadar olmamıştı.

Yukarıdan, Tam’in yatak odasından, bir şey yerde sürükleniyormuş gibi bir sürtünme sesi geldi. Rand kaşlarını çattı. Tam, aniden mobilyaların yerini değiştirmeye karar vermemişse, ancak yatağının altındaki büyük sandığı çekiyor olabilirdi. Rand’ın hatırladığı kadarıyla hiç yapmadığı bir başka şey.

Çay için bir çaydanlığı suyla doldurdu ve ateşin üzerindeki çengele astı, sonra masayı kurdu. Tasları ve kaşıkları kendisi oymuştu. Öndeki kepenkleri henüz kapatmamışlardı ve zaman zaman dışarıya bakıyordu, ama henüz tam anlamıyla gece olmamıştı ve tek görebildiği, ayın düşürdüğü gölgelerdi. Kara atlı rahatlıkla dışarıda olabilirdi, ama bunu düşünmemeye çalıştı.

Tam geri döndüğünde, Rand şaşkınlık içinde bakakaldı. Tam’in belinden kalın bir kemer sarkıyordu ve kemerden, siyah kının ve uzun kabzasının üzerine bronz birer balıkçıl işlenmiş bir kılıç asılıydı. Rand’ın kılıç taktığını gördüğü tek insanlar tüccarların koruyucularıydı. Ve Lan, elbette. Babasının bir kılıcının olduğu aklına asla gelmeyecek bir şeydi. Balıkçıllar dışında, kılıç Lan’in kılıcına çok benziyordu.

“Onu nereden buldun?” diye sordu. “Bir çerçiden mi aldın? Ne kadar verdin?”

Tam yavaşça silahı çekti; parlak metalin üzerine ateş ışıkları yansıdı. Rand’ın tüccarların koruyucularında gördüğü düz, kaba kılıçlara hiç benzemiyordu. Üzerinde mücevher ya da altın süslemeler yoktu, ama yine de ona görkemli geliyordu. Hafifçe kıvrılmış, bir kenarı keskin çeliğinin üzerine bir başka balıkçıl işlenmişti. Kabzanın kenarı örgüye benzer kısa kesiklerle süslenmişti. Tüccarların koruyucularının kılıçları ile karşılaştırıldığında neredeyse kırılgan görünüyordu, onlarınki genellikle iki kenarı keskin ve bir ağacı kesecek kadar kalın olurdu.

“Uzun zaman önce edindim,” dedi Tam. “Buradan çok uzaklarda. Ve kesinlikle çok fazla ödedim; iki bakır metelik bunlardan biri için çok fazladır. Annen onaylamadı, ama zaten o benden daha bilgeydi. O zamanlar gençtim ve fiyatına değer gelmişti. Annen hep ondan kurtulmamı istedi ve bir kez onun haklı olduğunu, kılıcı birine verip kurtulmam gerektiğini düşündüm.”

Ateşi yansıtan kılıç alev almış gibiydi. Rand irkildi. Sık sık bir kılıç sahibi olmak konusunda hayaller kurmuştu. “Vermek mi? Böyle bir kılıcı nasıl verebilirsin?”

Tam hıhladı. “Koyun güderken pek işe yaramıyor, değil mi? Onunla tarla sürebilir misin, ya da ekin biçebilir misin?” Elinde böyle bir şeyle ne yaptığını merak edermişcesine uzun uzun kılıca baktı. Sonunda derin bir iç çekti. “Ama kara hayallere kapılmıyorsam, eğer şansımız yaver gitmezse, belki önümüzdeki birkaç gün onu eski bir sandığa tıktığım için memnun olacağız.” Kılıcı hiç zorlanmadan kınına soktu ve yüzünü buruşturarak elini gömleğine sildi. “Yahni hazır olmalı. Sen çayı demlerken ben tabaklara koyayım.”

Rand başını salladı ve çay kutusunu aldı, ama her şeyi bilmek istiyordu. Tam neden bir kılıç satın almıştı? Aklına bir neden gelmiyordu Ve Tam kılıca nerede rastlamıştı? Ne kadar uzakta? Kimse İki Nehir’den ayrılmazdı; ya da en azından pek az kişi ayrılırdı. Hep babasının uzaklara gitmiş olması gerektiğini düşünmüştü –annesi yabancıydı– ama bir kılıç…? Masaya oturduklarında soracağı çok soru vardı.

Çay suyu şiddetle kaynıyordu. Çaydanlığı çengelden alabilmek için sapına bir kumaş parçası sarmak zorunda kaldı. Isı hemen kumaştan geçti. Ateşten doğrulurken, kapı kilidi sarsarak vuruldu. Kılıç ve elindeki sıcak çaydanlık hakkındaki tüm düşünceler aklından uçtu, gitti.

“Komşulardan biri,” dedi kararsızca. “Dautry Efendi yine birşeyler ödünç almak istiyordur…” Ama en yakındaki komşuları olan Dautrylerin çiftliği gün ışığında bile bir saat uzaktaydı ve Oren Dautry, ne kadar utanmaz bir ödünç alıcı olsa da, evini karanlıkta terk edecek bir adam değildi.

Tam yavaşça yahni dolu tabakları masaya bıraktı. Sessizce masadan uzaklaştı. İki eli de kılıcın kabzasındaydı. “Bence…” diye başladı ve kapı hızla açıldı, demir kilidin parçaları dönerek yere düştü.

Kapıda bir silüet belirdi, Rand’ın gördüğü tüm insanlardan daha iriydi, dizlerine kadar uzanan siyah bir zincir zırh giymişti, bileklerinde, dirseklerinde ve omuzlarında çiviler vardı. Bir eli, ağır, tırpan gibi bir kılıç tutuyordu; diğer eli ışığa karşı gözlerine siper edilmişti.

Rand tuhaf bir rahatlama hissetti. Bu her kimse, siyah pelerinli atlı değildi. Sonra kapıya sürtünen kıvrık koç boynuzlarını, ağzın ve burnun olması gereken yerde tüylü bir hayvan ağzı olduğunu gördü. Bütün bunları derin bir nefes alacak kadar zamanda gördü ve hiç düşünmeden, kaynar çaydanlığı yarı insan kafaya fırlatırken bir dehşet çığlığı kopardı.

Sıcak su yüzüne çarparken yaratık kısmen acıyla, kısmen hayvansı bir hırlama ile kükredi. Çaydanlık çarpar çarpmaz Tam’in kılıcı parladı. Kükreme o anda bir hırıltıyla dönüştü ve dev şekil arkaya devrildi. O düşmeyi bitirmeden bir başkası öne geçmek için pençeleyerek yolunu açmaya başlamıştı bile. Tam yeniden saldırmadan, Rand şekilsiz bir kafanın üstünde sivri boynuzlar gördü ve sonra iki dev beden kapıyı tıkadı. Babasının ona bağırmakta olduğunu fark etti.

“Kaç, evlat! Ağaçlığa saklan!” Kapıdaki cesetler, kapıdakiler onları çekip yolu açmaya çalışırken sarsıldılar. Tam, omzunu dev masanın altına soktu; homurdanarak kaldırıp kargaşanın tepesine indirdi. “Tutulmayacak kadar çok var burada! Arkaya! Koş! Koş! Ben arkandan gelirim!”

Rand daha dönerken, babasına bu kadar çabuk itaat ettiği için içini utanç doldurdu. Nasıl yapacağını hayal edemese de, orada kalıp babasına yardım etmek istiyordu, ama korku onu boğazından yakalamıştı ve bacakları kendi iradeleri ile hareket ediyordu. Hayatında hiç koşmadığı kadar hızlı, odadan evin arkasına doğru fırladı. Ön kapıdaki çatırtılar ve bağrışmalar peşinden geldi.

Elini arka kapının üzerindeki sürgüye koyduğu anda gözleri, daha önce hiç kilitlenmemiş olan demir kilide takıldı. Bu gece Tam onu kilitlemişti. Sürgüyü olduğu yerde bırakarak yan pencereye fırladı, camı kaldırdı, kepenkleri açtı. Alacakaranlığın yerini gece almıştı. Dolunay ve sürüklenen bulutlar, avluda benekli gölgelerin birbirini kovalamasına sebep oluyordu.

Gölgeler, dedi kendi kendine. Yalnızca gölgeler. Dışarıdaki birisi ya da bir şey açmaya çalışırken arka kapı gıcırdadı. Rand’ın ağzı kurudu. Bir çatırtı kapıyı sarstı ve Rand a hız verdi; yerdeki deliğine dalan bir tavşan gibi pencereden dışarı kaydı ve evin yanına büzüldü. Odanın içinde, ahşap gökgürültüsü gibi çatırdayarak kıymık kıymık parçalandı.

Kendini doğrulup çömelmeye, sonra pencereden içeriyi gözetlemeye zorladı. Yalnızca tek gözüyle, pencerenin köşesinden. Karanlıkta fazla bir şey seçemiyordu, ama görmek istediğinden fazlasını gördü. Kapı çarpılmış, menteşesinden sarkıyordu. Gölgeli şekiller ihtiyatla odada yürüyor, alçak, gırtlaktan gelen seslerle konuşuyorlardı. Rand söylenenlerden hiçbir şey anlamadı; dil sert, insan dili için uygunsuz geliyordu kulağa. Baltalar, mızraklar ve sivri uçlu şeyler ay ışığının parıltılarını donuk donuk yansıtıyordu. Çizmeler yerde sürtülüyordu ve toynak gibi ritmik tıkırtılar duyuluyordu.

Ağzını ıslatmaya çalıştı. Derin bir nefes alıp, elinden geldiğince yüksek sesle bağırdı. “Arkadan geliyorlar!” Sözcükler gaklama gibi çıktı, ama en azından çıkmışlardı. Bunu yapabileceğinden emin değildi. “Ben dışarıdayım! Kaç, baba!” Son sözcükle, koşarak evden uzaklaşmaya başladı.

O garip dilde boğuk bağırışlar arka odada yükseldi. Cam, keskin bir şangırtı ile parçalandı ve bir şey bütün ağırlığı ile arkasında, yere indi. Rand içlerinden birinin, açıklıktan geçmeye çalışmak yerine camı kırdığını tahmin etti, ama haklı olup olmadığını görmek için arkasına bakmadı. Av köpeklerinden kaçan bir tilki gibi, ormana yönelmiş gibi yaparak, ayın düşürdüğü en yakın gölgeye koştu, sonra karnının üzerine uzandı ve ahıra, onun geniş ve koyu gölgelerine doğru süründü. Bir şey omuzlarına düştü ve Rand savaşmaya mı, yoksa kaçmaya mı çalıştığını bilemeden çırpındı, ta ki Tam’in yonttuğu yeni kazma sapı ile mücadele ettiğini anlayana kadar.

Salak! Bir an nefesini düzenlemeye çalışarak orada yattı. Coplin aptalı salak! Sonunda, kazma sapını da yanında sürükleyerek ahırın arkası boyunca süründü. Fazla değildi, ama hiç yoktan iyiydi. Köşeden ihtiyatla avluya ve eve baktı.

Arkasından atlayan yaratıktan iz yoktu. Her yerde olabilirdi. Kuş– kusuz onu arıyordu. O anda bile üzerine geliyor olabilirdi.

Solunda, ağılı korku dolu melemeler doldurdu; sürü kaçmaya çalışır gibi karıştı. Gölgeli şekiller evin ışıklı pencerelerinin önünden geçti ve çeliğe çarpan çeliğin sesi karanlıkta çınladı. Aniden pencerelerden biri bir cam ve tahta yağmuru ile patladı ve Tam, kılıcı elinde, dışarıya sıçradı. Ayaklarının üzerine kondu, ama koşarak evden uzaklaşmak yerine, kırık pencereden ve kapıdan çıkmaya çalışan canavar gibi şeyleri görmezden gelerek arka tarafa fırladı.

Rand gözlerine inanamaz bir halde bakakaldı. Neden uzaklaşmaya çalışmıyordu? Sonra anladı. Tam, Rand’ın sesini en son evin arkasından duymuştu. “Baba!” diye bağırdı. “Buradayım!”

Tam, adımının ortasında döndü, Rand’a doğru değil, ondan uzağa koşmaya başladı. “Kaç, evlat!” diye bağırdı, kılıcı ile ilerideki birine işaret eder gibi yaparak. “Saklan!” Arkasından bir düzine iri şekil aktı, havayı sert bağırışlar ve tiz ulumalar doldurdu.

Rand ahırın arkasındaki gölgelere çekildi. İçeride yaratık kaldıysa, oradan onu göremezlerdi. Güvendeydi; en azından şimdilik. Ama Tam değildi. Tam, o şeyleri Rand’dan uzaklaştırmaya çalışmıştı. Elleri kazma sapını kavradı ve aniden kahkaha atmamak için dişlerini sıkmak zorunda kaldı. Kazma sapı. O yaratıkların biriyle elinde bir kazma sapıyla yüzleşmek, Perrin ile değnek oynamaya pek benzemeyecekti. Ama Tam’in onu kovalayanlarla yalnız başına yüzleşmesine izin veremezdi.

“Tavşan izi sürüyormuş gibi hareket edersem,” diye fısıldadı kendi kendine, “asla beni göremezler ve duyamazlar.” Ürkütücü haykırışlar karanlıkta yankılandı ve Rand yutkunmaya çalıştı. “Aç kurtlardan bir sürüye benziyorlar.” Sessizce ahırdan uzaklaştı, ormana doğru kaydı. Kazma sapını öyle sıkıyordu ki, elleri acıyordu.

Ağaçlar çevresini sardığında, başta onlarda teselli buldu. Çiftliğe saldıran yaratıklar her ne ise, onlardan saklanmasına yardımcı oluyorlardı. Ama ağaçların arasından geçerken ayın gölgeleri kaydı ve sanki ormanın karanlığı da kayıyor, değişiyor gibi geldi. Ağaçlar uğursuz uğursuz tepesinde yükseliyor, dallar ona doğru kıvranıyordu. Ama onlar yalnızca ağaçlar ve dallar mıydı? Onu beklerken neredeyse gırtlaklarında bastırdıkları boğuk kahkahaları duyabiliyordu. Tam’i kovalayanların ulumaları artık geceyi doldurmuyordu, ama onun yerini alan sessizliğin içinde, ne zaman rüzgar bir dalı bir başkasına sürtse irkiliyordu. Gittikçe daha fazla eğildi ve gittikçe daha yavaş hareket etmeye başladı. İşitilme korkusu ile nefes almayı bırakacaktı neredeyse.

Aniden arkadan bir el ağzının üzerine kapandı ve demirden bir el bileğini kavradı. Serbest eliyle, ona saldıranı yakalayabilmek için çılgınca arkasını pençeledi.

“Boynumu kırma, evlat,” dedi Tam’in boğuk fısıltısı.

Rand’ın içini bir rahatlama duygusu doldurdu, kasları gevşeyiverdi. Babası onu bıraktığında, kilometrelerce koşmuş gibi nefes nefese, ellerinin ve dizlerinin üzerine çöktü. Tam bir dirseğine dayanarak yanında çöktü.

“Son birkaç yılda ne kadar büyüdüğünü düşünebilseydim bunu yapmaya kalkmazdım,” dedi Tam alçak sesle. Konuşurken gözleri devamlı dolanıyor, karanlığı dikkatle gözlüyordu. “Ama sesini yükseltmediğinden emin olmak zorundaydım. Bazı Trollocların kulakları köpek kadar keskindir. Belki daha keskin.”

“Ama Trolloclar yalnızca…” Rand sözünü bitirmeden sustu. Yalnızca masal değil, bu geceden sonra değil. O şeyler Trolloc ya da Karanlık Varlık bile olabilirdi. “Emin misin?” diye fısıldadı. “Yani… Trolloclar hakkında?”

“Eminim. Ama onları İki Nehir’e ne getirmiş olabilir…? Bu geceden önce hiç Trolloc görmemiştim, ama gören adamlarla konuştum, bu yüzden biraz bilgim var. Belki bizi hayatta tutmaya yetecek kadar. Dikkatle dinle. Bir Trolloc karanlıkta bir insandan daha iyi görür, ama parlak ışık onları körleştirir, en azından bir süreliğine. Bu kadar çok Trolloc’un arasından kaçabilmemizin tek sebebi muhtemelen bu. Bazıları ses ya da koku ile iz sürebilir, ama tembel oldukları söylenir. Eğer onlardan yeterince uzun süre uzak kalabilirsek, pes edeceklerdir.”

Bu, Rand’ın kendini yalnızca biraz daha iyi hissetmesini sağladı. “Hikayelerde insanlardan nefret ediyorlardı ve Karanlık Varlık’a hizmet ediyorlardı.”

“Eğer Gecenin Çobanı’nın sürülerine ait olan bir şey varsa, evlat, o da Trolloclardır. Sırf öldürme zevki için öldürürler, böyle duydum. Ama bilgim bu kadar, senden korkmadıkları sürece güvenilmemeleri gerektiği dışında ve o zaman da fazla değil.”

Rand ürperdi. Bir Trolloc’un korktuğu herhangi bir şeyle karşılaşmak istediğini sanmıyordu. “Sence hâlâ bizi arıyorlar mıdır?”

“Belki, belki değil. Çok zeki görünmüyorlar. Ormana girdiğimiz zaman zorluk çekmeden peşimdekileri dağlara doğru yolladım.” Tam sağ tarafı ile uğraştı, sonra elini yüzüne yaklaştırdı. “Ama peşimizdelermiş gibi davransak en iyisi.”

“Yaralanmışsın.”

“Sesini alçak tut. Yalnızca bir çizik ve zaten şu anda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. En azından hava ısınıyor gibi.” Derin bir iç çekiş ile sırt üstü uzandı. “Belki geceyi dışarıda geçirmek çok kötü olmaz.”

Kafasının bir tarafından, Rand ceketi ve pelerini hakkında sevgi dolu düşünceler geçiriyordu. Ağaçlar rüzgarın şiddetini kesiyordu, ama aradan geçen kısmı yine de donmuş bir bıçak gibi keskindi. Tereddütle Tam’in yüzüne dokundu ve irkildi. “Ateş gibisin. Seni Nynaeve’e götürmeliyim.”

“Biraz sonra, evlat.”

“Harcanacak zamanımız yok. Karanlıkta uzun yol gideceğiz.” Ayağa kalktı ve babasını kaldırmaya çalıştı. Tam’in sıktığı dişlerinden kaçan bir inleme Rand’ın onu telaşla yere indirmesine sebep oldu.

“Bırak biraz dinleneyim, evlat. Yorgunum.”

Rand yumruklarını kalçasına vurdu. Çiftlik evinin rahatında, bir ateş ve battaniye, bol bol su ve söğüt kabukları ile, Bela’yı alıp Tam’i köye götürmek için beklemeye gönüllü olabilirdi. Ama burada ateş yoktu, battaniye, araba, Bela yoktu. Ama onlar hâlâ evin arkasındaydılar. Tam’i onlara taşıyamıyorsa, belki en azından onları buraya, Tam’e getirebilirdi. Eğer Trolloclar gitmişse. Eninde sonunda gitmek zorundaydılar.

Kazma sapına baktı, sonra bıraktı. Bunun yerine Tam’in kılıcını çekti. Kılıç solgun ay ışığı altında donuk donuk parladı. Uzun kabza elinde tuhaf duruyordu. Kılıcı birkaç kez havaya savurdu, sonra içini çekerek durdu. Havayı doğramak kolaydı. Bir Trolloc’a karşı yapması gerekse, kaçmaya başlayacağından ya da yerinde donup kalacağından emindi. Sonra Trolloc o tuhaf kılıcını sallayacak ve… Kes şunu! Hiçbir faydası yok!

Kalkmaya yeltendiği zaman Tam kolunu yakaladı. “Nereye gidiyorsun?”

“Arabaya ihtiyacımız var,” dedi nazikçe. “Ve battaniyelere.” Kolunu babasının elinden ne kadar kolay kurtardığını görünce şok geçirdi. “Dinlen, ben döneceğim.”

“Dikkatli ol,” dedi Tam, soluk alırken.

Ay ışığı altında Tam’in yüzünü göremiyordu, ama gözlerini üzerinde hissedebiliyordu. “Olacağım.” Bir şahinin yunasını keşfeden bir fare kadar dikkatli, diye düşündü.

Bir gölge kadar sessiz, karanlığın içine kaydı. Çocukken arkadaşları ile ormanda kovalamaca oynadığı zamanları, elini birinin omzuna koymadan önce işitilmemek için ne kadar uğraştığını hatırladı. Bir şekilde bunun da aynı olduğuna kendini ikna edemiyordu.

Ağaçtan ağaca kayarken bir plan yapmaya çalıştı, ama ağaçlığın kenarına ulaşana kadar on plan yapmış, onundan da vazgeçmişti. Her şey Trollocların orada olup olmamasına bağlıydı. Gitmişlerse, eve yürüyüp ihtiyaç duyduklarını alması yeterli olacaktı. Hâlâ oradalarsa… Bu durumda Tam’in yanına dönmekten başka hiçbir şey gelmezdi elinden. Bundan hoşlanmıyordu, ama kendini öldürtmesinin Tam’e faydası olmazdı.

Çiftlik binalarına doğru baktı. Ahır ve koyun ağılı ay ışığı altında karanlık şekillerden başka bir şey değildi. Ama evin ön pencerelerinden ve ön kapıdan ışık süzülüyordu. Yalnızca babamın yaktığı mumlar mı, yoksa bekleyen Trolloclar mı var?

Bir gece şahininin ötüşü ile yerinden sıçradı, sonra titreyerek bir ağaca yaslandı. Bu onu hiçbir yere götürmüyordu. Karnının üzerinde uzandı, kılıcı beceriksizce önünde tutarak sürünmeye başladı. Ağılın arkasına varana kadar çenesini topraktan kaldırmadı.

Taş duvarın arkasına çökerek dinledi. Geceyi bölen tek bir ses bile yoktu. Dikkatle duvarın üzerinden bakacak kadar yükseldi. Avluda kıpırdayan hiçbir şey yoklu. Evin pencerelerinin ya da kapının önünden geçen gölgeler yoktu. Önce Bela ve araba, yoksa battaniyeler ve başka şeyler mi. Karar vermesine ışık yardım etti. Ahır karanlıktı. İçeride herhangi bir şey bekliyor olabilirdi ve çok geç olana kadar fark etmeyebilirdi. En azından evin içini görebiliyordu.

Yine çökmeye hazırlanırken, aniden durdu. Hiçbir ses yoktu. Pek olası olmasa da, koyunların çoğu sakinleşmiş ve uykuya dalmış olmalıydı, ama birkaçı gecenin ortasında bile hep uyanık olur, kıpırdanır, arada bir melerdi. Koyunların yerde oluşturduğu gölge yığınını zar zor ayırt edebiliyordu. Bir tanesi neredeyse altındaydı.

Ses çıkarmamaya çalışarak duvarın üzerinden sarktı, elini belirsiz şekile uzattı. Parmakları kıvırcık yüne dokundu, sonra bir ıslaklığa-, koyun kıpırdamadı. Rand çekilirken ciğerleri hızla boşaldı, ağılın dışında yere çökerken neredeyse kılıcını düşürecekti. Zevk için öldürürler. Titreyerek elindeki ıslaklığı toprağa sildi.

Hırsla kendine hiçbir şeyin değişmediğini söyledi. Trolloclar kasaplıklarını yapmışlar ve gitmişlerdi. Bunu aklında tekrarlayarak avluda süründü. Elinden geldiğince yere yakın kaldı, ama aynı zamanda her tarafı gözetlemeye çalıştı. Bir solucana imreneceği hiç aklına gelmemişti.

Evin önündeki duvarın yanında, kırık pencerenin altında uzandı ve dinledi. Duyduğu en yüksek ses, kendi kulaklarındaki donuk gümlemeydi. Yavaş yavaş yükseldi, içeriye baktı.

Yahni tenceresi ocaktaki küllerin üzerinde, ters duruyordu. Kırık, kıymık kıymık tahtalar odaya saçılmıştı; sağlam tek bir eşya bile yoktu. Masa bile çarpılmış, iki bacağı kesilmişti. Her çekmece çekilmiş ve parçalanmıştı; her dolap, her sandık açıktı, pek çok kapak tek menteşeden sarkıyordu. İçindekiler dağınıklığın üzerine fırlatılmıştı ve her şey beyaz bir toza bulanmıştı. Şöminenin yanına fırlatılmış yırtık çuvallara bakılırsa un ve tuz. Mobilya kalıntılarının üzerinde dört dolaşık beden yatıyordu. Trolloclar.

Rand birini koç boynuzlarından tanıdı. Diğerleri de farklı, ama benzerdi. Tiksinti verici hayvan burunları, boynuzlar, tüyler ve kürk insan yüzlerini çarpıtmıştı. Neredeyse insansı elleri her şeyi daha da kötüleştiriyordu. İkisinin çizmesi vardı; diğerleri toynaklıydı. Gözleri yanmaya başlayana kadar baktı. Trollocların hiçbiri kıpırdamadı. Ölmüş olmalıydılar. Ve Tam bekliyordu.

Ön kapıdan içeri koştu ve koku ile öğürerek durdu. Bu kokuya yakın olabilecek tek şey, aylarca temizlenmemiş bir ahırın kokusu olabilirdi. Duvarlar dışkıyla kirletilmişti. Ağzından nefes almaya çalışarak, telaşla yerdeki yığını dürtüklemeye başladı. Dolaplardan birinde bir su tulumu olmalıydı.

Bir sürtünme sesi iliklerine dek donmasına sebep oldu. Masanın kalıntılarına takılarak döndü. Dengesini sağladı ve çenesini ağrıyacak kadar sıkmış olmasa takırdayacak dişlerinin arasından inledi.

Trolloclardan biri ayağa kalkıyordu. İçe çökmüş gözlerin altından bir kurt burnu çıkıntı yapıyordu. Duygusuz, düz gözler, ve aşırı insansı. Tüylü, sivri kulakları durmadan seyiriyordu. Keskin, keçi toynaklarının üzerinde ölü arkadaşlarının üzerinden aştı. Diğerlerinin giydiği ile aynı zincir zırh deri pantolonuna sürtünüyordu ve dev, tırpan gibi kıvrık bir kılıç yanında asılı duruyordu.

Gırtlaktan gelen, keskin bir sesle birşeyler mırıldandı, sonra konuştu, “Diğerleri gitti. Narg kaldı. Narg akıllı.” Sözcükler çarpıktı ve zor anlaşılıyordu. İnsan dili için yapılmamış bir ağızdan çıkıyordu. Ses tonu yatıştıncı olmalı, diye düşündü Rand, ama gözlerini uzun ve keskin, yaratığın telaffuz ettiği her sözcük ile parlayan lekeli dişlerden ayıramıyordu. “Narg birilerinin geleceğini biliyordu. Narg bekledi. Kılıca gerek yok. Kılıcı indir.”

Trolloc konuşana kadar Rand Tam’in kılıcını iki elinde tutmuş, ucunu yaratığa çevirmiş, önünde salladığını fark etmemişti. Yaratığın başı ve omuzları Rand’dan yüksekti. Göğsü ve kolları Luhhan Usta’yı ufak tefek gösterecek kadar iriydi.

“Narg incitmeyecek.” İşaret ederek bir adım attı. “Kılıcı indir.” Ellerinin arkasındaki siyah tüyler kürk gibi gürdü.

“Uzak dur,” dedi Rand, sesinin titremiyor olmasını dileyerek. “Neden yaptınız bunu? Neden?”

“Vlja daeg roghda!” Hırlama hemen geniş bir sırıtmaya dönüştü. “Kılıcı indir. Narg incitmeyecek. Myrddraal seninle konuşacak.” Bir duygu çakması çarpık yüzden geçti. Korku. “Diğerleri dönecek, sen Myrddraal’le konuşacak.” Bir adım daha attı, iri eli kılıcının kabzasına gitti. “Kılıcı indir.”

Rand dudaklarını ıslattı. Myrddraal! Hikayelerin en kötüsü bu gece canlanmıştı. Eğer bir Soluk geliyorsa, bir Trolloc bunun yanında renksiz kalacaktı. Uzaklaşmak zorundaydı. Ama eğer Trolloc o dev gibi kılıcı çekerse, fazla şansı olmayacaktı. Dudaklarını titrek bir gülümseme ile büktü. “Tamam.” Eli kılıcını daha sıkı kavradı, iki elini yanlara sarkıttı. “Konuşalım.”

Kurt gülümsemesi hırlamaya dönüştü ve Trolloc üzerine atladı. Rand o kadar iri bir şeyin bu kadar hızlı hareket edebileceğini düşünmemişti. Çaresizce kılıcını kaldırdı. Canavar bedeni üzerine çarptı, onu duvara yapıştırdı. Ciğerlerindeki nefes boşaldı. Trolloc tepede, birlikle yere düşerlerken nefes almaya çalıştı. Çılgınca ezici ağırlığın altında çabaladı, ona uzanan iri ellerden, kapanan çenelerden kaçınmaya çalıştı.

Trolloc aniden kasıldı ve hareketsizleşti. Ezilmiş ve yaralanmış, tepesindeki gövde yüzünden yarı boğulmuş, Rand bir anlığına inanmazlık içinde yattı, kaldı. Ama hızla aklı başına geldi, en azından cesedin altından kıvranarak çıkacak kadar. Evet, bir cesetti. Tam’in kılıcının kanlı çeliği, Trolloc’un sırtının ortasından çıkıyordu. Tam, zamanında kalkmıştı. Rand’ın elleri de kanla kaplıydı ve gömleğinin önünde siyah bir leke oluşturmuştu. Midesi bulandı ve kusmamak için yutkundu. İçi korkuyla dolu olduğu zamanki gibi titriyordu, ama bu sefer hâlâ hayatta olduğu için rahatlama hissediyordu.

Diğerleri dönecekler, demişti Trolloc. Diğer Trolloclar çiftlik evine döneceklerdi. Ve bir Myrddraal, bir Soluk. Hikayeler, Solukların altı metre boyunda olduklarını, ateşten gözleri olduğunu ve gölgeleri at gibi sürdüklerini anlatırdı. Bir Soluk yan döndüğü zaman yok olurdu ve duvarlar onları durduramazdı. Yapmak için geldiği şeyleri yapmalı ve bir an önce gitmeliydi.

Gösterdiği çaba ile homurdanarak, kılıcı almak için Trolloc’un bedenini kaldırdı –açık gözler ona dikilince neredeyse kaçacaktı. Ölüm donukluğuna sahip olduklarını anlaması bir dakikasını aldı.

Ellerini lime lime bir paçavraya sildi –o sabah Tam’in gömleklerinden biriydi– ve kılıcı çekip kurtardı. Kılıcı temizledi, sonra paçavrayı gönülsüzce yere bıraktı. Düzenlilik için zaman yok, diye düşündü, durdurmak için dişlerini sıkmak zorunda kaldığı bir kahkaha ile. İçinde yaşanacak hale gelmesi için, evi nasıl temizleyeceklerini düşü– nemiyordu. Muhtemelen korkunç koku tahtalara sinmiş olmalıydı. Düzenlilik için zaman yok. Belki hiçbir şey için zaman yok.

İhtiyaç duyacağı bir sürü şeyi unuttuğundan emindi, ama Tam bekliyordu ve Trolloclar dönecekti. Hızla, aklına gelen her şeyi toparladı. Yukarıdaki yatak odalarından battaniyeler, Tam’in yarasını sarmak için temiz kumaşlar. Pelerinleri ve ceketleri. Koyunları otlağa götürdüğünde yanına aldığı bir su tulumu. Temiz bir gömlek. Ne zaman üstünü değiştirmek için zaman bulacağını bilmiyordu, ama ilk fırsatta üzerindeki kan lekeli gömleği çıkarmak istiyordu. Söğüt kabuğu ve başka ilaçlarla dolu küçük keseler dokunmaya cesaret edemediği karanlık, çamurlu görünüşlü yığının içindeydi.

Tam’in getirdiği bir kova su hâlâ şöminenin yanında duruyordu, mucize eseri dökülmemiş ve dokunulmamıştı. Su tulumunu kovadan doldurdu, kalanı ile telaşla ellerini yıkadı ve unutmuş olabileceği bir şey olup olmadığını görmek için hızlı bir arama yaptı. Dağınıklığın içinde yayını buldu. En kalın noktasından ikiye kırılmıştı. Parçaları bırakırken ürperdi. Şimdiye dek toparladıklarım yetmek zorunda, diye karar verdi. Hızla her şeyi kapının dışına yığdı.

Evi terk etmeden önce, yerdeki yığının içinden bir lamba buldu. İçinde hâlâ gaz vardı. Mumların birinden yakarak kepenkleri kapattı –kısmen rüzgara karşı, ama daha çok dikkat çekmemek için– ve bir elinde lamba, diğerinde kılıç, dışarıya seyirtti. Ahırda ne bulacağından emin değildi. Koyun ağılı çok şey ummasını engelliyordu. Ama Tam’i Emond Meydanı’na götürebilmek için arabaya ihtiyacı vardı ve araba için de Bela’ya ihtiyacı vardı. Zorunluluk, biraz umut beslemesini sağlıyordu.

Ahırın kapıları açıktı, biri rüzgarla, menteşelerinin üzerinde gıcırdıyordu. Ahırın içi her zamanki gibi görünüyordu en azından. Sonra gözleri boş bölmelere takıldı, bölme kapıları menteşelerinden koparılmıştı. Bela ve inek yoktu. Hızla ahırın arkasına gitti. Araba yan yatmış, tekerlerindeki çubukların yarısı kırılmıştı. Millerinden biri otuz santim kalmıştı.

Uzak tutmaya çalıştığı ümitsizlik sonunda içini doldurdu. Babası taşınmaya dayanabilse bile, Tam’i köye kadar taşıyabileceğinden emin değildi. Bunun acısı Tam’i ateşten daha çabuk öldürebilirdi. Yine de, kalan tek şansı buydu. Burada elinden gelen her şeyi yapmıştı. Gitmek için dönerken gözleri saman saçılmış yerde yatan kesik mile takıldı. Aniden gülümsedi.

Telaşla lambayı ve kılıcı saman saçılı yere bıraktı ve hemen arabayla uğraşmaya başladı. İttirerek arabayı düzeltti, bu arada daha fazla teker çubuğu kırdı, sonra omzunu dayayarak öbür tarafa yatırdı. Zarar görmemiş mil dimdik duruyordu. Kılıcı kapıp gün görmüş dişbudağa indirmeye başladı. Memnunlukla, darbeleri ile büyük parçalar koptuğunu gördü. Elinde iyi bir balta varmışçasına, hızla kesti.

Mil kurtulduğu zaman hayretle kılıcın kenarına baktı. En keskin balta bile, o sert, yaşlı odunu keserken körelirdi, ama kılıç her zamanki kadar parlak ve keskin görünüyordu. Başparmağı ile kenarına dokundu, sonra parmağını telaşla ağzına soktu. Kılıç hâlâ ustura gibi keskindi.

Ama şaşırmaya zamanı yoktu. Lambayı üfleyip söndürdü –her şeyin üstüne bir de ahırı yakmanın alemi yoktu– milleri toparladı ve evde bıraktıklarını almak için koştu.

Hepsi beraber taşıması zor bir yük oluşturuyorlardı. Ağır değildi, ama dengelemesi ve idare etmesi zordu. Araba milleri kayıyor, sürülmüş tarlada sendeleyerek yürürken kollarında dönüyordu. Ormana ulaştığında daha da kötü oldu, ağaçlara takıldılar, Rand’ı neredeyse yere düşürdüler. Sürüklemek daha kolay olurdu, ama bu, arkasında açık bir iz bırakırdı. Bunu yapmaya başlamadan önce elinden geldiğince çok beklemek istiyordu.

Tam onu bıraktığı yerdeydi, görünüşe göre uyuyordu. Uyuyor olduğunu umuyordu. İçini aniden bir korku kapladı, yükünü bıraktı ve bir elini babasının yüzüne götürdü. Tam hâlâ nefes alıyordu, ama ateşi yükselmişti.

Dokunuşu Tam’i uyandırdı, ama bu sersem bir ayıklıktı. “Sen misin, evlat?” diye soluk aldı. “Senin için endişelendim. Geçmiş günlere dair rüyalar. Kabuslar.” Alçak sesle mırıldanarak yine daldı.

“Endişelenme,” dedi Rand. Rüzgarı kessin diye Tam’in ceketini ve pelerinini üzerine örttü. “Seni elimden geldiğince çabuk Nynaeve’e götüreceğim.” Tam’den çok kendini teselli etmek için konuşmaya devam ederken, kan lekeli gömleğini çıkardı, telaşı içinde soğuğun farkına bile varmadan temiz gömleği giydi. Eski gömleğini fırlatıp atmak kendini banyo yapmış kadar temiz hissetmesini sağladı. “Kısa süre sonra köyde, güvende olacağız. Hikmet, her şeyi düzeltecek. Göreceksin. Her şey yoluna girecek.”

Ceketini giyerken ve Tam’in yarasını incelemek için eğilirken bu düşünce bir fener gibiydi. Köye ulaştıklarında güvende olacaklardı. Nynaeve, Tam’i, tedavi edecekti. Yapması gereken tek şey oraya ulaşmaktı.

Загрузка...