34 SON KÖY

Cary Geçidi’ne ulaştıkları zaman karanlık çökeli epey olmuştu, Kinch’in onları indirirken söylediklerine bakarak Rand’ın düşündüğünden daha fazla. Zaman kavramının tamamen bozulup bozulmadığını merak etti. Howal Gode ve Dört Kral dan sonra üç, Paitr onları Sheran Pazarı’nda şaşırttığından beri iki gece geçmişti. İsimsiz Karanlıkdostu kadın, onları Kraliçenin Adamının ahırında öldürmeye çalıştığından beri yalnızca bir gün geçmişti, ama bu bile bir yıl, hattâ bir ömür önce gibi geliyordu.

Zamana ne oluyorsa da, Cary Geçidi yeterince normal görünüyordu. En azından ilk bakışta. Düzenli, sarmaşık kaplı tuğla evler ve Caemlyn Yolu dışındaki dar sokaklar sessiz ve görünürde huzurluydu. Ama altında ne var? diye merak etti Rand. Sheran Pazarı başta huzurlu görünmüştü. Kadının saldırdığı köy de öyle… Rand, o kadının ismini öğrenememişti ve bu konuda düşünmek istemiyordu.

Boş sokaklara evlerin pencerelerinden ışık dökülüyordu. Bu, Rand için uygundu. Köşeden köşeye kayarak, dışarıda dolaşan pek az insandan kaçındı. Mat yanında, ezilen taşların sesi bir köylünün yaklaştığını haber verdiğinde yerinde donuyor, belirsiz gölge kaybolduğu zaman gölgeden gölgeye fırlıyordu.

Cary Irmağı burada ancak otuz adım genişliğindeydi ve siyah su ağır ağır akıyordu, ama kasabaya ismini veren sığlığın üzerine uzun zaman önce köprü yapılmıştı. Yüzyılların yağmuru ve rüzgarı, taş ayakları yıpratmıştı, öyle ki, artık doğal formasyonlar gibi görünüyorlardı. Yıllarca üstünden geçen yük arabaları ve tüccar kafileleri, kalın tahtaları da ezmişti. Gevşek tahtalar çizmelerin altında takırdıyor, davul kadar yüksek ses çıkarıyordu. Köyden geçip, ötedeki kırlara çıktıktan uzun zaman sonra bile Rand kim olduklarını soran bir sesin duyulmasını bekledi. Ya da daha da kötüsü, kim olduklarını bilen bir sesin.

İlerledikçe kırlar daha da çok doluyor, daha da yerleşmiş oluyordu. Görünürdeki çiftliklerde hep ışık vardı. Çalı ve tahta çitler yolların ve ötedeki tarlaların kenarlarını çeviriyordu. En yakın köyden saatlerce uzakta olsalar da sanki hep bir köyün çevresinde gibiydiler. Düzenli ve huzurlu. Ve buralarda Karanlıkdostlarının ya da daha kötülerinin bulunduğuna ilişkin en ufak işaret yoktu.

Mat aniden yolda oturuverdi. Artık ayın ışığından başka ışık olmadığından atkıyı başının üzerine itmişti. “Bir buçuk adım bir metre,” diye mırıldandı. “Bin metre bir kilometre, beş kilometre bir fersah… Sonunda uyuyacak bir yer yoksa on adım daha atmıyorum. Yiyecek birşeyler de fena olmazdı. Ceplerinde birşeyler saklamıyorsun, değil mi? Bir elma belki? Saklamışsan bozulmam. En azından bir baksan.” Rand, iki yandaki yola baktı. Gecenin içinde hareket eden bir onlar vardı. Bir çizmesini çıkarmış, ayağını ovmakta olan Mat’e baktı. Ya da artık hareket eden hiçbir şey yoktu. Kendi ayakları da acıyordu. Bacaklarından, henüz düşündüğü kadar güçlenmediklerini anlatmaya çalışıyorlarmış gibi bir titreme geçti.

Önlerindeki tarlada karanlık yığınlar duruyordu. Kışın hayvanları beslerken azalan saman yığınları, ama yine de saman yığınlarıydı işte.

Ayağının ucuyla Mat’i dürtükledi. “Orada uyuruz.”

“Yine saman.” Mat içini çekti, ama çizmesini giyip ayağa kalktı. Rüzgar yükseliyordu, gecenin soğuğu keskinleşiyordu. Çitin kaygan tahtalarına tırmandılar ve çabucak samanlara gömüldüler. Yağmuru engelleyen örtü rüzgarı da kesiyordu.

Rand, oluşturduğu boşluğun içinde dönerek rahat bir pozisyon buldu. Saman giysilerinin üzerinden derisini dürtüklemeyi başarıyordu, ama Rand buna tahammül etmeyi öğrenmişti. Beyazköprü’den bu yana içinde uyuduğu saman yığınlarını sayntaya çalıştı. Hikayelerdeki kahramanlar saman yığınlarının içinde ya da çalıların altında uyumazdı. Ama artık bir hikayedeki kahramanmış gibi yapmak kolay değildi, kısacık bir süre için bile. İçini çekerek sırtına saman girmesini engellemek için yakasını kaldırdı.

“Rand?” dedi Mat yumuşak sesle. “Rand, sence başaracak mıyız?”

“Tar Valon mu? Daha çok yol var, ama…”

“Caemlyn. Sence Caemlyn’e varmayı başaracak mıyız?”

Rand başını kaldırdı, ama sığınakları karanlıktı; Mat’in nerede olduğunu gösteren tek şey sesiydi. “Kinch Efendi iki gün dedi. Yarın değil, öbür gün orada olacağız.”

“Yolda bizi bekleyen yüz Trolloc ve bir iki Soluk yoksa.” Bir an sessizlik oldu, sonra Mat konuştu, “Bence yalnızca biz kaldık, Rand.” Sesi korku doluydu. “Bütün bunların sebebi her neyse, yalnızca ikimiz kaldık. Yalnızca biz.”

Rand başını iki yana salladı. Mat’in karanlıkta onu göremeyeceğini biliyordu, ama bu zaten Mat’den çok kendineydi. “Uyu, Mat,” dedi bitkinlik içinde. Ama uyku gelene kadar uzun süre uyanık yattı. Yalnızca biz.

Bir horozun ötüşü Rand’ı uyandırdı, sahte şafakta dışarı emekledi, giysilerindeki samanları silkeledi. Aldığı önleme rağmen samanlar sırtına girmişti; kürek kemiklerinin arasında kalmış, onu kaşındırıyorlardı. Rand samanları temizlemek için ceketini çıkardı, gömleğini başının üzerinden geçirdi. Bir eli ensesinde, diğeri sırtına bükülmüşken insanların farkına vardı.

Güneş tam olarak doğmamıştı, ama Caemlyn’e giden yolda birer ikişer insanlar yürüyordu. Bazıları paket ya da bohçalarını sırtlamıştı, diğerlerininse asalarından başka bir şey yoktu. Çoğu genç erkeklerdi, ama arada kızlar ya da daha yaşlı adamlar da görülüyordu. Hepsinde uzun yol yürümüş insanların perişan hali vardı. Bazıları gözlerini ayaklarına dikmişti, henüz erken olmasına rağmen sırtlarında bitkin bir kambur vardı; başkalan bakışlarını ileride, henüz görmedikleri bir şeye, şafağın olduğu yere yöneltmişlerdi.

Mat, saman yığınının içinde yuvarlandı, şiddetle kaşınmaya başladı. Yalnızca atkıyı başına saracak kadar durdu; bu sabah gözlerini biraz daha az gölgeliyordu. “Sence bugün yiyecek bir şey bulabilir miyiz?”

Rand’ın midesi duygudaşlıkla guruldadı. “Bunu yola çıktığımızda düşünürüz,” dedi. Telaşla giysilerini düzeltti ve saman yığınından kendine düşen yükleri çıkardı.

Çite vardıklarında Mat de insanları fark etmişti. Rand çite tırmanırken tarlada durup kaşlarını çattı. Onlardan çok büyük görünmeyen genç bir adam geçerken ikisine baktı. Giysileri ve sırtına kayışla bağladığı battaniyesi tozluydu.

“Nereye gidiyorsun?” diye seslendi Mat.

“Nereye olacak, Caemlyn’e, Ejder’i görmeye!” diye bağırarak yanıt verdi adam durmadan. İkisinin omuzlarından sarkan battaniyelere ve eyerlere bakarak bir kaşını kaldırdı ve ekledi, “Tıpkı sizin gibi.” Kahkaha atarak, gözlerini hevesle önüne çevirerek devam etti.

Mat gün boyunca aynı soruyu defalarca sordu ve yalnızca o yörenin köylüleri aynı yanıtı vermedi. Köylüler yanıt verse bile, bunu, yalnızca tükürerek ve tiksinti içinde sırtlarını dönerek yapıyorlardı. Dönüyorlardı, ama gözlerini üstlerinden ayırmıyorlardı. Yolculara da aynı şekilde, gözucuyla bakıyorlardı. Yüzleri, dikkat edilmezse yabancıların her şeyi yapabileceğini söylüyordu.

O yörede yaşayanlar, yabancılara karşı ihtiyatlı davranmakla kalmıyorlardı, kızıyorlardı da. Tam, yabancılar yola yayılmışlarken, güneş ufukta yükselmeye başladığında çiftçilerin arabaları ortaya çıkıyor, her zamanki yavaş ilerleyişleri daha da yavaşlıyordu. Hiçbiri arabasına konuk kabul etme havasında değildi. Ekşi bir yüz buruşturma ve belki yapamadıkları işler için bir küfür, daha olasıydı.

Caemlyn’e giden ya da oradan gelen tüccar arabaları, sıkılan yumruklardan başka bir engelle karşılaşmadan geçip gidiyorlardı. Sabahın erken saatlerinde, güneş ufkun üzerine henüz yükselirken, tırıs gelen ilk tüccar kafilesi belirdiğinde Rand yoldan çekilmişti. Arabalar hiçbir şey için yavaşlayacak gibi görünmüyordu. Rand, başkalarının da yoldan kaçıştığını gördü. Ta kenara kadar gitti, ama yürümeye devam etti.

İlk araba gürleyerek geçerken bir hareket kıpırtısı, aldığı tek uyarı oldu. Araba sürücüsünün kırbacı başının biraz önce olduğu yerde şaklarken yere yuvarlandı. Araba uzaklaşırken yattığı yerden arabacı ile göz göze geldi. Gergin bir ağzın üzerinde sert gözler. Kimseyi yaralayıp yaralamadığına, göz çıkarıp çıkarmadığına aldırmadan geçip gitmişti.

“Işık seni kör etsin!” diye seslendi Mat arabanın arkasından. “Böyle…” Atlı bir asker mızrağının sapını omzuna indirdi ve onu da Rand’ın tepesine yuvarladı.

“Yoldan çekil, seni pis Karanlıkdostu!” diye hırladı asker yavaşlamadan.

Bundan sonra arabalardan uzak durdular. Kesinlikle çok araba vardı. Daha birinin gürültüsü kaybolmadan yeni bir tanesinin yaklaştığı duyulabiliyordu. Askerler ve sürücüler, hepsi, Caemlyn’e giden yolculara yürüyen pislikler gibi bakıyordu.

Rand bir kez bir arabacının kırbacının uzaklığını ucunun uzunluğu kadar yanlış hesap etti. Elini kaşının üzerindeki sığ kesiğe bastırarak, gözüne ne kadar yaklaştığı düşüncesi ile kusmamak için yutkundu. Arabacı ona alayla güldü. Rand diğer eliyle, yayına ok takmasını engellemek için Mat’i tuttu.

“Bırak gitsin,” dedi. Başını arabaların yanında at süren askerlere doğru salladı. Bazıları gülüyordu; diğerleri Mat’in yayına sert sert bakıyordu. “Şanslıysak, yalnızca mızrakları ile bizi döverler. Şanslıysak.”

Mat ekşi ekşi homurdandı, ama Rand’ın onu yola çekmesine izin verdi.

Kraliçenin Askeri süvari birliği iki kez mızraklarındaki flamalar rüzgarda dalgalanarak geçti. Çiftçilerin bazıları onlara seslendi, yabancılar için birşeyler yapmalarını istedi ve askerler durup sabırla dinledi. Öğlene doğru Rand bu konuşmalardan birini dinlemek için durdu.

Yüzbaşının ağzı miğferinin parmaklıklarının arkasında ince bir çizgi gibiydi. “Eğer içlerinden biri bir şey çalarsa ya da arazinize izinsiz girerse,” diye hırladı üzengisinin yanında kaşlarını çatan sıska çiftçiye. “Onları yargıcın önüne çıkarırım, ama Kraliçenin Yolu’nda yürüyerek Kraliçenin Yasası’nı bozmuş olmuyorlar.”

“Ama her yerdeler,” diye itiraz etti çiftçi. “Kim olduklarını, ne olduklarını kim bilebilir? Ejder hakkında bunca konuşma varken…”

“Işık, adam! Burada yalnızca bir avuç var. Caemlyn’in duvarlarının içi onlarla dolu ve her geçen gün daha fazlası geliyor.” Yüzbaşı’nın kaş çatışı, yakında duran Rand ile Mat’i görünce derinleşti. “Yolunuza devam edin, yoksa yolu kapattığınız için sizi içeri tıkarım.”

Sesi, çiftçi ile konuşurken olduğundan daha sert değildi, ama yola koyuldular. Yüzbaşının bakışları bir süre onları izledi; Rand sırtında olduklarını hissedebiliyordu. Askerlerin gezginlere karşı pek az sabrı kalmıştı, aç hırsızlara ise hiç hoşgörüleri kalmamıştı. Bir daha yumurta çalmayı önerirse Mat’i engellemeye karar verdi.

Yine de, yolda bunca araba ve insan olmasının iyi bir yanı vardı, özellikle Caemlyn’e giden bir sürü genç adam olmasının, Onları kovalayan herhangi bir Karanlıkdostu için bir güvercin sürüsü içinden iki tanesini seçmeye çalışmak gibi olacaktı. Eğer Kış Gecesi’ndeki Myrddraal kimin peşinde olduğunu tam olarak bilmiyorsa, belki buradaki arkadaşları daha başarılı olmazdı.

Rand’ın midesi sık sık gurulduyor, ona hemen hemen hiç paraları kalmadığını hatırlatıyordu, Caemlyn’e bu kadar yakınken yemek için talep edilen paraya kesinlikle yetmezdi. Bir kez elini flüt çantasının üzerine koyduğunu fark etti, ama kararlılıkla çantayı sırtına itti. Gode flüt çalıp top çevirdiklerini biliyordu. Onu öldürmeden önce Ba’alzamon’un ne kadar çok şey öğrendiğini –eğer Rand’ın gördüğü şey gerçekten sonu ise– ya da diğer Karanlıkdostlarına ne kadar bilgi iletildiğini bilmenin yolu yoktu.

Üzüntüyle yanından geçtikleri bir çiftliğe baktı. Bir adam bir çift hırlayan, tasmalarını çekiştiren köpekle çitleri dolanıyordu. Adamın, onları serbest bırakmak için bir bahaneden çok istediği bir şey yok gibiydi. Her çiftlik köpeklerini çıkarmamıştı, ama kimse yolculara iş vermiyordu.

Güneş batmadan önce Rand ve Mat iki köyden daha geçmişlerdi. Köylüler birbirlerine yakın gruplar halinde duruyor, aralarında konuşarak, geçenleri izliyorlardı. Yüzleri, çiftçilerin, araba sürücülerinin ya da Kraliçenin Askerleri’nin yüzlerinden daha dostcanlısı değildi. Bütün bu yabancılar sahte Ejder’i görmeye gidiyordu. Ait oldukları yerde kalmayı bilmeyen aptallar. Belki, sahte Ejder’in takipçileriydiler. Hattâ belki Karanlıkdostları. İkisinin arasında bir fark varsa.

Akşam gelirken, ikinci köyden geçen insan akıntısı seyrelmişti. Parası olan birkaç kişi hanlara girmişti, ama onları içeri bırakıp bırakmamak konusunda tartışmalar var gibiydi. Başkaları, uygun çalılar ya da köpekleri olmayan tarlalar bulmuştu. Alacakaranlık çöktüğünde, Rand ve Mat, Caemlyn Yolu’nda yalnızdı. Mat bir başka saman yığını bulmaktan bahsetmeye başladı, ama Rand devam etmeleri konusunda ısrar etti.

“Yolu görebildiğimiz kadarıyla,” dedi, “durmadan ne kadar gidersek, o kadar ileride oluruz.” Eğer seni kovalıyorlarsa. Bunca zamandır onlara gitmeni beklemişken, neden şimdi kovalasınlar ki?

Bu sav Mat için yeterliydi. Sık sık omzunun üzerinden bakışlar fırlatarak adımlarını hızlandırdı. Rand ayak uydurmak için hızlanmak zorunda kaldı.

Gece koyulaştı, ancak zayıf bir ay ışığı ile aydınlandı. Mat’in enerji patlaması soldu ve şikayetleri yine başladı. Rand’ın kalçalarında ağrılı düğümler belirdi. Kendi kendine, Tam ile çiftlikteyken, zorlu bir günde daha fazla yürüdüğünü söyledi, ama bunu ne kadar tekrarlarsa tekrarlasın, kendini inandıramadı. Dişlerini sıkarak, ağrıları ve acıları görmezden geldi ve durmayı reddetti.

Mat’in şikayetleri ve Rand’ın bir sonraki adımına yoğunlaşması arasında, ışıkları görmeden önce neredeyse köye girmişlerdi. Rand, yerinde kalakaldı, aniden ayaklarından bacaklarına yükselen yanmayı fark etti. Sağ ayağında bir su kabarcığı oluştuğunu düşünüyordu.

Köy ışıklarını görünce Mat inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. “Artık durabilir miyiz?” dedi nefes nefese. “Yoksa bir han bulup Karanlıkdostları için tabela asmayı mı tercih edersin? Ya da bir Soluk için.”

“Kasabanın diğer tarafına,” diye yanıt verdi Rand, ışıklara bakarak. Karanlıkta bu uzaklıktan bakınca, burası Emond Meydanı’na benziyordu. Orada bizi ne bekliyor? “Bir buçuk kilometre daha, o kadar.”

“O kadar mı! Bir adım daha atmıyorum.”

Rand’ın bacakları ateş gibiydi, ama kendini bir adım daha atmaya zorladı, sonra bir adım daha. Yürüdükçe kolaylaşmadı, ama her seferinde bir adım atmaya yoğunlaşarak devam etti. Daha on adım ilerlememişlerdi ki, Mat’in, alçak sesle mırıldanarak arkasından sendelediğini işitti. Mat’in söylediklerini anlamamasının daha iyi olduğunu düşündü.

Köyün sokaklarının bu geç saatte boş olması gerekirdi, ama evlerin çoğunda, en az bir pencerede ışık vardı. Köyün ortasındaki han ışıl ışıl aydınlatılmış, karanlığı geri iten altından bir havuzla çevrelenmişti. Kalın duvarların boğuklaştırdığı müzik ve kahkaha sesleri binadan dışarı süzülüyordu. Kapının üzerindeki tabela rüzgarda gıcırdıyordu. Hanın yakındaki köşesinde, bir adam koşumlan kontrol ederken bir at ve araba Caemlyn Yolu’nun üzerinde duruyordu. İki adam binanın uzak ucunda, ışık havuzunun kenarında duruyordu.

Rand, karanlık bir evin gölgesinin altında durdu. Çevrelerinden dolanmak için bir yan sokak arayamayacak kadar yorgundu. Bir dakika dinlenmenin zararı olmazdı. Bir dakikacık. Adamlar gidene kadar. Mat minnettar bir iç çekişle, oracıkta uyuyacakmış gibi duvara yaslandı.

Gölgenin kıyısındaki iki adamda, Rand’ı huzursuz eden bir şey vardı. Başta ne olduğunu çıkaramadı, ama arabanın yanındaki adamın da aynı şeyleri hissettiğini fark etti. Adam, kontrol ettiği kayışın sonuna ulaştı, atın ağzındaki gemi düzeltti, sonra dönüp baştan başladı. Başını hep önünde tutuyordu, gözleri yaptığı işteydi ve asla adamlara dönmüyordu. Kaba hareket etmesi ve zaman zaman sırf adamlara bakmamak için tuhaf şekillerde dönmesi olmasa, elli adım ötede olmalarına rağmen onların farkında olmadığı söylenebilirdi.

Gölgedeki adamlardan biri yalnızca siyah bir şekildi, ama diğer adam ışıkta duruyordu ve sırtı Rand’a dönüktü. Yine de siyahlı adamla ettiği sohbetten çok zevk almadığı açıktı. Ellerini ovuşturuyor, gözlerini yerden kaldırmıyordu. Zaman zaman, diğerinin söylediği bir şeye kısaca baş sallıyordu. Rand hiçbir şey duyamıyordu, ama yalnızca gölgedeki adamın konuştuğu izlenimi altındaydı; sinirli adam dinliyor, başını sallıyor ve endişeyle ellerini ovuşturuyordu.

Bir süre sonra karanlığa bürünmüş olan sırtını döndü ve sinirli adam ışığa yürüdü. Soğuğa rağmen, tere batmış gibi yüzünü üzerindeki uzun önlük ile siliyordu.

Rand derisi diken diken, şeklin gecenin içinde uzaklaşmasını izledi. Neden bilmiyordu, ama huzursuzluğu onu takip ediyor gibiydi, ensesinde belirsiz bir karıncalanma, gizlice ona yaklaşan birini aniden fark etmiş gibi kollarındaki tüylerin dikildiğini hissediyordu. Başını hızla sallayarak kollarını ovaladı. Mat kadar aptalca davranıyorsun, değil mi?

O anda şekil ışığın kıyısından –yalnızca kıyısından– kayıp geçti ve Rand’ın derisi ürperdi. Hanın tabelası rüzgarda gıcırdayıp duruyordu, ama siyah pelerin asla kıpırdamıyordu.

“Soluk,” diye fısıldadı ve sanki bağırmış gibi Mat ayağa fırladı.

“Ne…?”

Rand elini Mat’in ağzına kapattı. “Yavaş.” Siyah şekil karanlığın içinde kayboldu. Nerede? “Artık gitti. Sanırım. Umarım.” Elini çekti, Mat’in çıkardığı tek ses içine çektiği uzun nefesin sesi oldu.

Sinirli adam neredeyse han kapısına varmıştı. Durdu ve önlüğünü düzeltti. İçeriye girmeden önce kendini toplamaya çalıştığı gözle görülebiliyordu.

“Tuhaf dostların var, Raimun Holdwin,” dedi arabanın yanındaki adam aniden. Bu yaşlı bir adamın sesiydi, ama güçlüydü. Konuşan, başını sallayarak doğruldu. “Bir hancı için karanlıkta, tuhaf dostlar.”

Diğeri konuşunca sinirli adam yerinden sıçradı, arabayı ve diğer adamı ilk kez görmüş gibi çevresine bakındı. Derin bir nefes aldı, kendini topladı, sonra keskin bir sesle sordu. “Ne demeye çalışıyorsun, Almen Bunt?”

“Yalnızca ne söylediysem onu, Holdwin. Tuhaf dostlar. Buralardan değil, değil mi? Son birkaç gündür bir sürü tuhaf insan geldi. Bir sürü tuhaf insan.”

“Senin için konuşmak kolay.” Holdwin arabanın yanında duran adama başını eğerek baktı. “Ben bir sürü insan tanıyorum, hattâ Caemlyn’den insanlar. Senin gibi bir çiftlikte kapalı değilim.” Durdu, sonra daha fazla açıklaması gerektiğine karar vermiş gibi devam etti. “Adam Dört Kral’dan geliyor. Bir çift hırsız arıyor. Genç adamlar. Ondan balıkçıl damgalı bir kılıç çalmışlar.”

Dört Kral’dan bahsedince Rand nefesini tutmuştu; kılıçtan bahsedince Mat’e bir bakış fırlattı. Arkadaşı sırtını duvara yaslamış, karanlığa bakıyordu. Gözleri öyle iri açılmıştı ki, çepeçevre beyazları görülebiliyordu. Rand da karanlığa bakmak istiyordu –Yarı-insanlar her yerde olabilirdi– ama gözleri hanın önündeki iki adama kaydı.

“Balıkçıl damgalı bir kılıç mı!” diye bağırdı Bunt. “Geri istemesine şaşmamak gerek.”

Holdwin başını salladı. “Evet. İki genci de istiyor. Dostum zengin bir adamdır, bir… bir tüccar ve bu ikisi onun için çalışan insanların arasında sorun yaratmış. Çılgınca hikayeler anlatarak insanları altüst etmiş. Karanlıkdostuymuşlar, Logain’in takipçileri.”

“Karanlıkdostları ve sahte Ejder’in takipçileri, ha? Hem de çılgınca hikayeler anlatıyorlar. Genç adamların yapması gerekenden çok ileri gitmişler. Genç olduklarını söylemiştin, değil mi?” Bunt’ın sesinde aniden bir alay izi tonu belirmişti, ama hancı fark etmiş görünmedi.

“Evet. Daha yirmi yaşında bile değiller. İkisi için bir ödül var – yüz altın kron.” Holdwin tereddüt etti, sonra ekledi, “O ikisinin çevik dilleri var. Işık bilir, insanları birbirlerinin aleyhine döndürmeye çalışırken ne tür hikayeler anlatıyorlardır. Öyle görünmeseler de tehlikeliler. Saldırgan. En iyisi onları görürsen uzak dur. İki genç adam, birinin kılıcı var ve ikisi de omuzlarının üzerinden arkaya bakıyor olacak. Eğer onlarsa benim… benim arkadaşım yerleri belirlendiği anda yakalayacak onları.”

“Sanki yüzlerini tanıyormuş gibi konuşuyorsun.”

“Onları gördüğümde tanıyacağım,” dedi Holdwin güvenle. “Ama onları kendin yakalamaya çalışma. Birisinin yaralanmasına gerek yok. Onları görürsen gel, bana söyle. Benim… dostum onlarla başa çıkar. İkisi için yüz kron, ama ikisini birden istiyor.”

“İkisi için yüz kron,” diye düşündü Bunt. “Bu kadar çok istediği kılıç için ne veriyor?”

Holdwin aniden diğer adamın onunla alay ettiğini fark etti. “Neden sana söylüyorum, bilmiyorum,” diye terslendi. “Görüyorum ki, o aptalca planında hâlâ kararlısın.”

“O kadar da aptalca değil,” diye yanıt verdi Bunt sakin sakin. “Ben ölmeden yeni bir sahte Ejder çıkmayabilir –Işık adına, umarım öyle olur!– ve Caemlyn’e gidene kadar tüccar tozu yemek için fazla yaşlıyım. Yol tamamen bana kalacak ve yarın erkenden Caemlyn’de olacağım.”

“Sana mı kalacak?” Hancının sesinde pis bir titreme vardı. “Gecenin içinde ne olduğunu asla bilemezsin, Almen Bunt. Karanlıkta, yolda yapayalnız. Birisi çığlık attığını duysa bile sana yardım etmek için kimse kapısının sürgüsünü açmaz. Bugünlerde değil, Bunt. En yakın komşun bile.”

Bunların hiçbiri yaşlı çiftçiyi etkilemiş görünmüyordu; önceki kadar sakin bir biçimde yanıt verdi. “Eğer Caemlyn’e bu kadar yakınken Kraliçenin Askerleri yolu güvenli tutamıyorsa, o zaman hiçbirimiz kendi yatağımızda bile güvende değiliz. Bana sorarsan, askerlerin yolu güvenli kılmak için yapmaları gereken tek şey, senin o arkadaşını prangaya vurmak olur. Herhangi birinin onu görmesinden korkarak karanlıkta gizli gizli dolaşıyor. Bana işe yaramazın teki olmadığını söyleyemezsin.”

“Korkuyor mu!” diye bağırdı Holdwin. “Seni ihtiyar aptal, bir bilsen…” Aniden dişleri tıkırdayarak ağzını kapattı ve silkelendi. “Neden seninle zaman harcıyorum, bilmiyorum. Git işine! Hanımın önünde kalabalık etmekten vazgeç.” Hanın kapısı arkasından gümleyerek kapandı.

Bunt kendi kendine mırıldanarak araba koltuğunun kenarını yakaladı ve ayağını tekerlek göbeğine koydu.

Rand yalnızca bir an tereddüt etti. Harekete geçerken Mat kolunu yakaladı.

“Sen delirdin mi, Rand? Bizi hemen tanır!”

“Burada kalmayı mı tercih edersin? Çevrede bir Soluk varken? O bizi bulmadan yürüyerek ne kadar uzağa gidebiliriz dersin?” Arabayla ne kadar uzağa gidebileceklerini düşünmemeye çalıştı. Mat’in elini silkeledi ve yola çıktı. Kılıcı gizlemek için pelerinini dikkatle kapattı; rüzgar ve soğuk bunun için yeterli bahaneydi.

“Elimde olmadan Caemlyn’e gittiğinizi duydum,” dedi.

Bunt irkildi, arabadaki değneği çıkardı. Köselemsi derisi bir kırışık yığınıydı ve dişlerinin yarısı eksikti, ama boğum boğum elleri değneği sağlam ellerle tutuyordu. Bir an sonra değneğin ucunu yere indirdi ve üzerine yaslandı. “Demek siz ikiniz Caemlyn’e gidiyorsunuz. Ejder’i görmeye mi?”

Rand, Mat’in onu takip ettiğini fark etmemişti. Mat geride, ışığın dışında kalmış, hanı ve ihtiyar çiftçiyi, adam sanki gecenin kendisiymişcesine kuşkuyla izliyordu.

“Sahte Ejder,” dedi Rand vurgulayarak.

Bunt başını salladı. “Elbette. Elbette.” Hana yan yan baktı, sonra aniden değneğini araba koltuğunun altına soktu. “Eh, eğer binmek isterseniz gelin. Yeterince zaman harcadım.”

Çiftçi dizginleri silkelerken Rand arkaya tırmandı. Mat yetişmek için koşmak zorunda kaldı. Rand onun kollarını yakaladı ve arabaya çekti.

Bunt’ın belirlediği hız ile, köy çabucak arkalarında, gecenin içinde kayboldu. Rand çıplak tahtaların üzerine uzandı, tekerleklerin ninni gibi gıcırtısı ile mücadele etmeye başladı. Mat, ihtiyatla kırları izleyerek esnemelerini yumruğu ile bastırdı. Karanlık tarlaların ve çiftliklerin üzerine çökmüş, çiftlik evlerinin ışıkları ile beneklenmişti. Işıklar uzak görünüyordu, geceye karşı boşuna mücadele ediyor gibi görünüyordu. Bir baykuş yaslı yaslı öttü ve rüzgar, Gölge’de kaybolmuş ruhlar gibi feryat etti.

Orada, herhangi bir yerde olabilir, diye düşündü Rand.

Bunt da gecenin baskınlığını hissediyor gibiydi, çünkü aniden konuştu. “Siz ikiniz daha önce Caemlyn’e gittiniz mi?” Hafifçe güldü. “Gittiğinizi sanmam. Eh, görene kadar bekleyin. Dünyadaki en büyük şehir. Ah, Illian’ı, Ebou Dar’ı, Tear’ı falan duydum –bir şeyin, ufuğun ötesinde olduğu için daha büyük ve daha iyi olduğunu düşünen aptallar olduğunu hep duydum– ama benim param için, en ihtişamlısı Caemlyn’dir. Daha ihtişamlı olamaz. Hayır, olamaz. Kraliçe Morgase, Işık onu aydınlatsın, o Tar Valon cadısından kurtulmadığı sürece olamaz.”

Rand, başını Thom’un pelerin bohçasının üzerine koyduğu battaniye rulosuna dayamış, gecenin geçip gitmesini izliyor, çiftçinin sözlerinin üzerinden akıp gitmesine izin veriyordu. İnsan sesi karanlığı uzak tutuyor, yaslı rüzgarı susturuyordu. Dönüp, Bunt’ın karanlık sırtına baktı. “Aes Sedai’yi mi kastediyorsun?”

“Başka neyi kastedebilirim? Orada, Saray’da bir örümcek gibi oturuyor. Ben Kraliçe’nin iyi bir adamıyım –olmadığımı asla söylemem– ama bu doğru değil işte. Elaida’nın Kraliçe üzerinde çok fazla etkisi olduğunu söyleyenlerden değilim. Ben değil. Ve asıl kraliçenin Elaida olduğunu söyleyen aptallara gelince…” Geceye tükürdü. “Onlar bu işte. Morgase Tar Valon cadılarına dans edecek bir kukla değil.”

Bir başka Aes Sedai. Eğer… Moiraine Caemlyn’e gittiğinde, Aes Sedai kardeşine gidebilirdi. En kötüsü olmuşsa, bu Elaida Tar Valon’a ulaşmalarına yardım edebilirdi. Rand Mat’e baktı, sanki yüksek sesle konuşmuş gibi Mat başını iki yana salladı. Rand, Mat’in yüzünü göremiyordu, ama yüzündeki ifadeden buna karşı çıktığını anlıyordu.

Bunt, atlar yavaşladığı zaman dizginleri silkeleyerek, bunun dışında ellerini dizlerine dayayarak konuşmaya devam etti. “Dediğim gibi, ben Kraliçe’nin iyi bir adamıyım, ama bazen aptallar bile zaman zaman işe yarar birşeyler söyler. Bazen kör bir domuz bile bir meşe palamudu bulabilir. Bazı değişimler olmalı. Bu hava, ekinlerin bitmemesi, ineklerin kuruması, buzağıların, kuzuların ölü ya da iki başlı doğması. Lanet kuzgunlar hayvanların ölmesini beklemiyor bile. İnsanlar korkuyor. Suçlayacak bir şey arıyorlar. İnsanların kapılarına Ejder Dişleri çiziliyor. Gecenin içinde varlıklar sürünüyor. Ahırlar yanıyor. Holdwin’in dostuna benzeyen tipler ortalıklarda dolanarak insanları korkutuyor. Kraliçe çok geç olmadan birşeyler yapmalı. Bunu görüyorsunuz, değil mi?” Rand, yansız bir ses çıkardı. Bu yaşlı adamı ve arabasını bulduğu için düşündüğünden de şanslıymış gibi geliyordu ona. Gün ışığını bekleseler, son köyden çıkamayabilirlerdi. Gecenin içinde sürünen şeyler. Doğrulup arabanın yanından karanlığa baktı. Siyahlığın içinde gölgeler ve şekiller kıvranıyor gibiydi. Hayal gücü onu orada bir şey olduğuna ikna etmeden arkasına yaslandı.

Bunt bunu onay olarak kabul etti. “Doğru. Ben Kraliçe’nin iyi bir adamıyım ve ona zarar vermeye kalkışana karşı çıkarım, ama haklıyım. Örneğin Leydi Elayne ve Lord Gawyn’i ele al. İşte bu, kimseye zararı olmayacak, hattâ faydası olacak bir değişim olur, Elbette, Andor’da hep böyle yapageldiğimizi biliyorum. Kız-veliahtı Aes Sedailerin yanında eğitim görsünler diye, en büyük oğlanı da Muhafızlarla eğitim görsün diye Tar Valon’a gönder. Ben geleneklere inanırım, evet, ama son seferinde başımızı nasıl belaya soktuğuna baksana. Luc, Kılıcın İlk Prensi olarak vaftiz edilmeden Afet’te ölüyor ve tahta geçme zamanı geldiği zaman Tigraine yok oluyor –kaçıyor ya da ölüyor. Bu hâlâ bizi rahatsız ediyor.

“Bazıları hayatta olduğunu söylüyor, biliyor musunuz? Morgase’in gerçek Kraliçe olmadığını söylüyorlar. Lanet aptallar! Ben ne olduğunu hatırlıyorum. Daha dün olmuş gibi hatırlıyorum. Yaşlı Kraliçe öldüğünde tahta geçecek Kız-veliaht yoktu ve Andor’daki her aile taht için entrika çevirmeye, savaşmaya başladı. Ve Taringail Damodred. Hangi evin kazanacağını hesaplamaya çalışırken görsen, karısını yeni kaybettiğini düşünmezdin. Yeniden evlenip, Zevç-Prens olmak istiyordu. Eh, bunu başardı, ama Morgase neden onu seçti… ah, kimse bir kadını anlayamaz ve kraliçe iki kez kadındır, hem bir erkekle, hem de ülkesiyle evlidir. Adam istediğini elde etti, ama dilediği şekilde değil.

“İşi bitmeden Cairhien’i planlarına dahil etti ve nasıl bittiğini biliyorsunuz. Ağaç kesildi, siyah peçeli Aieller, Ejderduvarı’nı aştı. Eh, Taringail Damodren Elayne ve Gawyn’i yaptıktan sonra uygun şekilde kendisini öldürttü ve işin sonu da bu oldu, sanırım. Ama Tar Valon’a, neden göndersinler ki? İnsanların artık Andor’u Aes Sedailer ile aynı cümlede düşünmelerinin zamanı geçti bence. Gereken şeyleri öğrenmeleri için bir yer gerekiyorsa, eh, Illian’ın kütüphaneleri de Tar Valon’unkiler kadar iyidir ve Leydi Elayne’e entrika çevirip, hükmetmeyi, cadılar kadar iyi öğretebilirler. Entrika çevirmeyi kimse Illianlılardan daha iyi bilemez. Aynı şey Shienarlılar ve Tearlılar için de geçerli. Ben Kraliçe’nin iyi bir adamıyım, ama Tar Valon ile ilişkileri kesmenin zamanı geldi, diyorum. Üç bin yıl yeterince uzun. Çok uzun. Kraliçe Morgase bize önderlik edebilir ve Beyaz Kule’nin yardımı olmadan her şeyi düzeltebilir. Size söylüyorum, işte o, bir erkeğin takdisi için diz çökmekten gurur duyabileceği bir kadın. Neden, bir kez…”

Rand uykuyla mücadele etti, ama arabanın ritmik gıcırtısı ve sallanışı onu yatıştırdı ve Bunt’un sesinin mırıltısı ile dalıp gitti. Rüyasında Tam’i gördü. Başta çiftlik evinde, büyük meşe masanın başındaydılar. Tam ona Zevç-Prensleri, Kız-veliahtları, Ejdersuru’nu ve siyah peçeli Aielleri anlatırken çay içiyorlardı. Balıkçıl damgalı kılıç, aralarında, masanın üzerinde yatıyordu, ama hiçbiri ona bakmıyordu. Aniden Rand kendini Batıormanı’nda, ay ışığı ile aydınlanmış gecede, kendi yaptığı sedyeyi çekerken buldu. Omzunun üzerinden baktığında sedyede babası değil, Thom vardı, bağdaş kurup oturmuş, ay ışığı altında top çeviriyordu.

“Kraliçe ülkeyle evlidir,” dedi Thom neşeyle, renkli toplar bir çember çizerek dans ederken, “ama Ejder… Ejder ülkeyle birdir ve ülke de Ejder’le birdir.”

Rand arkadan bir Soluk’un geldiğini gördü, siyah pelerini rüzgarda kımıldamıyordu, atı sessizce ağaçların arasından geçiyordu. Myrddraal’in eyerinde iki kesik baş asılıydı, atın kömür siyahı omzundan aşağı karanlık kanlar akıyordu. Yüzleri acı ile buruşmuş olan Lan ve Moiraine. Soluk atını sürerken bir avuç dolusu ip çekiyordu. Her ip sessiz toynakların arkasında koşan, yüzleri ümitsizlik ile ifadesiz bir kişiye bağlıydı. Mat ve Perrin. Ve Egwene.

“O olmaz!” diye bağırdı Rand. “Işık seni kavursun, istediğin benim, o değil!”

Yarı-insan işaret etti ve alevler Egwene’i kavurdu, eti küle dönüştü, kemikleri karardı, ufalandı.

“Ejder ülkeyle birdir,” dedi Thom, kayıtsızca top çevirmeye devam ederek, “ve ülke Ejder’le birdir.”

Rand çığlık attı… ve gözlerini açtı.

Araba, geceyle, uzun zaman önce kesilmiş samanların tatlılığıyla, atın hafif kokusu ile dolu Caemlyn Yolu’nda gıcırdıyordu. Göğsünde geceden de kara bir şekil oturuyor, ölümden de karanlık gözlerle Rand’ın gözlerine bakıyordu.

“Sen benimsin,” dedi karga ve keskin gaga gözüne saplandı. Kuzgun, gözyuvarını kafasından çekerken çığlık attı.

Gırtlağını yırtarcasına bir çığlık atarak doğrulup oturdu ve iki eliyle yüzünü kapattı.

Araba, sabahın ilk ışıkları ile yıkanıyordu. Sersem sersem ellerine baktı. Kan yoktu. Acı yoktu. Rüyasının kalanı çoktan solup gitmişti, ama bu… İhtiyatla yüzünü yokladı ve ürperdi.

“En azından…” Mat çeneleri çatırdayarak esnedi. “En azından sen biraz uyudun.” Sulanmış gözlerinde pek az duygudaşlık vardı. Battaniye rulosu kafasının altında, pelerininin altına büzüldü. “Adam tüm gece konuştu.”

“İyice uyandın mı?” dedi Bunt sürücü koltuğundan. “Öyle bağırınca beni ürküttün. Artık geldik.” Elini gösterişli bir hareket ile önlerinde savurdu. “Caemlyn, dünyadaki en ihtişamlı şehir.”

Загрузка...