31 AKŞAM YEMEĞİN İÇİN ÇAL

Rand gözlerini kısarak, yolun üç, dört dönemeç ilerisinde yükselen toz bulutunu izledi. Mat çoktan yolun kıyısındaki yabani çalılara yönelmişti. Çalıların yeşil ve dolaşık dalları, diğer tarafa geçmenin bir yolunu bulurlarsa, onları bir duvar kadar iyi gizleyecekti. Yolun karşı tarafında adam boyu çalıların seyrek, kahverengi iskeletleri uzanıyordu ve ötede sekiz yüz metrelik açık bir alan, sonra orman vardı. Uzun zaman önce terk edilmiş bir çifliğin parçası olabilirdi, ama hemen saklanılacak bir yer sunmuyordu. Rand, toz bulutunun ve rüzgarın hızını tahmin etmeye çalıştı.

Ani bir esinti, çevresinde tozlar uçurdu, her şeyi görünmez kıldı. Rand gözlerini kırpıştırdı, burnuna ve ağzına örttüğü düz, siyah atkıyı düzeltti. Atkı artık eskisi kadar temiz değildi ve yüzünü kaşındırıyordu, ama aldığı her nefes ile toz solumasını engelliyordu. Atkıyı ona bir çiftçi vermişti, yanaklarında endişe kırışıkları olan uzun yüzlü bir adam.

“Neden kaçıyorsunuz, bilmiyorum,” demişti kaşlarını endişeli bir biçimde çatarak. “Ve bilmek de istemiyorum. Anlıyor musunuz? Ailem.” Çiftçi aniden cebinden iki uzun yün atkı çıkarmış, onlara uzatmıştı. “Çok değil, ama alın. Oğullarıma ait. Başka atkıları da var. Beni tanımıyorsunuz, anladınız mı? Kötü zamanlarda yaşıyoruz.”

Rand atkıya değer veriyordu. Beyazköprü’den bu yana gördüğü iyiliklerin listesi kısaydı ve daha fazla uzayacağını sanmıyordu.

Başına sardığı atkı yüzünden gözleri dışında hiçbir şey görülmeyen Mat, yapraklı dalları çekerek yüksek çalı çitin içini araştırdı. Rand, kemerindeki balıkçıl damgalı kabzaya dokundu, ama elini indirdi. Şimdiye dek bir kez çalıda delik açmak onları neredeyse ele verecekti. Toz bulutu onlara doğru geliyordu ve uzun süredir dağılmamıştı. Rüzgar değildi. En azından yağmur yağmıyordu. Yağmur, tozu yere yapıştırıyordu. Ne kadar şiddetli yağarsa yağsın, sert yolu çamura çeviremiyordu, ama yağmur yağdığı zaman toz olmuyordu. İşitecek kadar yaklaşmadan önce birisinin geldiğini gösteren tek şey tozdu. Bazen bu bile çok geç oluyordu.

“Burada,” diye seslendi Mat yumuşak sesle. Çalıdan dışarı adım atmış gibiydi.

Rand o noktaya seyirtti. Birisi eskiden oraya bir delik açmıştı. Kısmen çalının büyümesi ile kapanmıştı ve üç adım öteden diğer yerler kadar aşılmaz görünüyordu, ama yakından bakınca, yalnızca ince dallardan oluşan bir perde görülüyordu. Rand, aradan geçerken atların geldiğini duydu. Rüzgar değil.

Ancak örtülmüş açıklıktan yolu gözetledi, atlılar gelip geçerken kılıcının kabzasını kavradı. Beş… altı… yedi atlı. Sade giyimli adamlar, ama kılıçları ve mızrakları köylü olmadıklarını söylüyordu. Bazıları metal plakalar kakılmış deri tunikler giymişti ve ikisinin yuvarlak, çelik miğferleri vardı, Muhtemelen iki iş arasında serbest kalan tüccar koruyucuları. Belki.

İçlerinden biri açıklığın önünden geçerken bakışlarını kayıtsızca çalı çitte dolaştırdı ve Rand kılıcını bir santim çekti Mat köşeye kıstırılmış bir porsuk gibi sessizce dişlerini çıkararak atkısının üzerinden gözlerini kıstı. Eli ceketinin altındaydı; tehlike hissettiğinde hep Shadar Logoth’dan aldığı hançeri kavrıyordu. Rand artık kendisini mi, yoksa yakut kabzalı hançeri mi koruduğundan emin olamıyordu. Son zamanlarda Mat bir yayı olduğunu sık sık unutuyordu.

Atlılar yavaş bir tırıs ile geçtiler, kararlılıkla, ama acele etmeden uzaklaştılar. Çalının içinden toz sızdı.

Rand toynakların sesi solduktan sonra ihtiyatla başını delikten çıkardı. Toz bulutu, ikisinin geldiği yönde epey uzaklaşmıştı. Gökyüzü doğuda açıktı. Yola süründü, batıdaki toz sütununu izledi.

“Bizim peşimizde değiller,” dedi, yarı bildiri, yarı soru biçiminde.

Mat arkasından çıktı, ihtiyatla iki yöne baktı. “Belki,” dedi. “Belki.”

Hangisini kastettiği konusunda Rand’ın en ufak bir fikri yoktu, ama başını salladı. Belki. Caemlyn Yolu’ndaki yolculukları böyle başlamamıştı.

Beyazköprü’den ayrıldıktan uzun zaman sonra, Rand aniden kendisini arkasındaki yola bakarken bulmuştu. Bazen nefesini tutmasına sebep olan birisini görüyordu, yolda seyirten uzun boylu zayıf bir adam, ya da bir arabanın üzerinde, sürücünün yanında sıska, beyaz saçlı biri, ama hepsi yaya giden bir çerçi ya da pazara giden çiftçiler çıkıyordu. Thom Merrilin değil. Günler geçtikçe umutlar soldu.

Yolda epey trafik vardı; at ve yolcu arabaları, atlılar, yayalar. Tek tek ya da gruplar halinde geliyorlardı, tüccar arabalarından bir kafile ya da birlikte at süren bir düzine adam. Yolu tıkamıyorlardı ve genellikle görünürde sert yolun iki yanında sıralanan yapraksız ağaçlardan başka bir şey olmuyordu, ama kesinlikle Rand’ın İki Nehir’de gördüğünden daha fazla yolcu vardı.

Çoğu onlarla aynı yöne gidiyordu; doğuya, Caemlyn’e doğru. Bazen bir süre bir çiftçinin arabasına biniyorlardı, iki kilometre için, belki on, ama daha çok yürüyorlardı. Atlılardan kaçınıyorlardı; uzakta tek bir atlı bile görseler yoldan kaçıyorlar, geçene kadar saklanıyorlardı. Atlıların hiçbiri siyah pelerin giymiyordu ve Rand bir Soluk’un geldiğini görmelerine izin vereceğini düşünmüyordu aslında, ama işi şansa bırakmanın gereği yoktu. Başlangıçta yalnızca Yarı-insanlardan korkuyorlardı.

Beyazköprü’den sonraki ilk köy, Emond Meydanı’na o kadar benziyordu ki, gördüğü zaman Rand’ın adımları ağırlaştı. Yüksek tepeli saz damlar, evlerin arasındaki çitin üzerinden dedikodu yapan köylü kadınlar, köy çayırında oynayan çocuklar. Kadınların saçları omuzlarında örülmemiş, sarkıyordu ve farklı olan başka küçük şeyler vardı, ama hepsi bir arada, Rand’ın köyü gibi görünüyordu. İnekler çayırda otluyor, kazlar kasıla kasıla yolu geçiyordu. Otların tamamen yok olduğu yerlerde, çocuklar tozun içinde yuvarlanıyor, kahkahalar atıyordu. Rand ve Mat geçerken dönüp bakmadılar bile. Farklı olan bir şey de buydu. Yabancılar burada sıradışı değildi; iki yabancı ikinci bir bakışı hak etmiyordu bile. Köy köpekleri o ve Mat geçerken yalnızca başlarını kaldırıp kokluyorlardi; hiçbiri yerinden kıpırdamıyordu.

Köyden geçerlerken akşam çöküyordu. Pencerelerde ışıklar belirirken Rand’ın içi özlemle doldu. Neye benzerse benzesin, diye fısıldadı küçük bir ses kafasında, burası senin köyün değil. O evlerden birine girersen, Tam orada olmayacak. Olsaydı, yüzüne bakabilir miydin? Artık biliyorsun, değil mi? Nereli ve kim olduğun gibi küçük şeyler dışında. Sayıklama değil. Kafasının içinde yankılanan kahkahaya karşılık sırtını kamburlaştırdı. Dursan da olur, diye kıkırdadı ses. Hiçbir yere ait değilken, Karanlık Varlık seni işaretlemişken her yer aynı.

Mat, Rand’ın kolunu çekiştirdi, ama Rand kolunu kurtardı ve evlere baktı. Durmak istemiyordu, bakmak ve hatırlamak istiyordu. Köye ne kadar benziyor, ama sen köyünü bir daha asla göremeyeceksin, değil mi?

Mat onu yine çekiştirdi. Yüzü gergin, ağzının ve gözlerinin çevresindeki deri beyazdı. “Haydi,” diye mırıldandı Mat. “Haydi.” Köye, orada saklanan bir şey olduğundan kuşkulanırmış gibi baktı. “Haydi. Henüz duramayız.”

Rand tam bir çember çizerek tüm köyü taradı ve içini çekti. Beyazköprü’den çok uzak değildiler. Myrddraaller, Beyazköprü’nün duvarlarından görülmeden geçebiliyorsa, bu köyü aramakta hiçbir güçlük çekmezlerdi. Saz damlı evler arkada kalana kadar ötedeki kırlara sürüklenmesine izin verdi.

Gece çöktükten sonra, ay ışığında, ölü yapraklarını hâlâ taşıyan çalıların dibinde uygun bir nokta buldular. Midelerini, yakındaki sığ bir dereden soğuk suyla doldurdular ve ateş yakmadan pelerinlerine sarınıp yere kıvrıldılar. Ateş görülebilirdi; üşümek daha iyiydi.

Rand, anılarından huzursuz, sık sık uyanıyordu ve her seferinde Mat’in uykusunda mırıldandığını, döndüğünü duyabiliyordu. Rüya görmedi, en azından gördüğünü hatırlamıyordu, ama yine de iyi uyuyamadı. Köyünü bir daha asla göremeyeceksin.

Onları rüzgardan, hattâ bazen soğuk yağmurdan koruyacak, pelerinlerinden başka hiçbir şey olmadan geçirdikleri tek gece bu değildi. Midelerini soğuk sudan başka bir şeyle doldurmadan geçen tek öğün bu değildi. Paralarını bir araya getirince, handa birkaç kez yemek yemeye yetiyordu, ama bir gecelik yatak tutmak çok pahalıydı. İki Nehir dışında her şey çok pahalıydı, Arinelle’in bu tarafında, Baerlon’dakinden de fazlaydı. Kalan paralarını acil durumlara saklıyorlardı.

Bir akşam, guruldayamayacak kadar boş midelerle bata çıka yürürlerken, güneş alçak ve zayıf parlarken, görünürde çalılardan başka bir şey yokken, Rand, kabzasında yakut olan hançerden bahsetti. Gökyüzünde kara bulutlar toplanıyordu, gece yağmur yağacaktı. Rand şanslı olacaklarını umuyordu; belki buz gibi bir serpintiden başka bir şey yağmazdı.

Mat’in durduğunu ancak birkaç adım geçtikten sonra fark etti. O da durdu, çizmelerinin içinde ayak parmaklarını kıvırdı. En azından ayakları sıcaktı. Omuzlarındaki kayışları kaydırdı. Battaniye rulosu ve Thom’un bohça yapılmış pelerini ağır değildi, ama boş mideyle yürünen birkaç kilometreden sonra birkaç kilo bile çok ağır geliyordu. “Sorun ne, Mat?” dedi.

“Neden onu satmaya bu kadar heveslisin?” diye sordu Mat öfkeyle. “Onu ben buldum. Saklamak isteyebileceğim hiç aklına geldi mi? Hiç olmazsa bir süre. Eğer bir şey satmak istiyorsan, o lanet kılıcı sat!”

Rand elini balıkçıl damgalı kabzada gezdirdi. “Bu kılıcı bana babam verdi. Onundu. Babanın verdiği bir şeyi satmanı istemezdim senden. Kan ve küller, Mat, aç gezmek hoşuna mı gidiyor? Her neyse, onu alacak birisini bulabilsen bile, böyle bir kılıç ne getirir ki? Bir çiftçi kılıcı ne yapsın? O yakut, Caemlyn’e arabayla gitmemize yetecek kadar para eder. Hattâ belki Tar Valon’a. Ve her öğünü handa yeriz ve her gece yatakta uyuruz. Belki dünyanın yarısını yürüyerek aşmak ve yerde uyumak fikrinden hoşlanıyorsundur, ha?” Mat’e dik dik baktı, arkadaşı bakışlarına karşılık verdi.

O şekilde yolun ortasında durdular. Sonunda Mat aniden huzursuzca omuz silkti ve bakışlarını yere indirdi. “Onu kime satayım, Rand? Bir çiftçi tavukla öder karşılığını; tavuk vererek araba alamayız. Ve geçtiğimiz herhangi bir köyde onu çıkarsam, muhtemelen çaldığımızı düşünürler. Işık bilir, o zaman neler olur?”

Rand bir an sonra gönülsüzce başını salladı. “Haklısın. Biliyorum. Üzgünüm; seni terslemek istemedim. Yalnızca açım ve ayaklarım acıyor.”

“Benimkiler de.” Öncekinden de büyük bir bitkinlikle yürüyerek yola koyuldular. Rüzgar yükselerek yüzlerine toz uçurdu. “Benimkiler de.” Mat öksürdü.

Çiftlikler, onlara biraz yiyecek ve soğuktan uzak birkaç gece geçirmelerini sağladı. Çalıların altında geçirilen bir gece ile karşılaştırılınca, bir saman yığını, içinde ateş yanan bir oda kadar sıcaktı ve saman yığınları, üzerinde örtü olmasa da, yeterince derine gömülürsen en şiddetli yağmurları bile geçirmiyordu. Mat birkaç kez yumurta çalmayı denedi ve bir kez uzun bir ipin ucunda otlamaya bırakılmış bir ineği sağmaya çalıştı. Çoğu çiftliğin köpekleri vardı ve çiftlik köpekleri dikkatliydi. Rand’a göre, enselerinde uluyan köpeklerle üç kilometre koşmak, iki, üç yumurta için çok büyük bir bedeldi, özellikle de köpeklerin gidip, sığındıkları ağaçtan inmelerine izin vermesinden önce saatler geçtiği zaman. Asıl üzüldüğü o saatlerdi.

Bunu yapmaktan hoşlanmıyordu, ama Rand çiftlik evlerine gündüz yaklaşmayı tercih ediyordu. Buna rağmen birkaç kez, daha tek laf edilmeden köpekleri üstlerine saldılar, çünkü söylentiler ve zamanların kötülüğü, başkalarından uzak yaşayan insanların yabancılardan şüphelenmesine sebep oluyordu, ama sık sık bir saat odun kesmek ya da su çekmek bir öğün ve bir yatak kazanmalarını sağlamıştı; o yatak, ahırdaki bir saman yığını olsa bile. Ama bir iki saat iş yapmak, yerlerinde saydıkları bir iki saat gün ışığı demekti, Myrddraallerin yetişmesi için bir iki saat. Rand bazen Solukların bir saatte ne kadar yol yaptıklarını merak ediyordu. Boşa geçen her dakikaya sinirleniyordu, –ama bir çiftçi karısının sıcak çorbasını kaşıklarken bunu hiç düşünmüyordu. Ve yiyecek bulamadıklarında, geçen her dakikayı Caemlyn’e ilerlemek için kullandıklarını düşünmek, boş midelerini yatıştırmaya pek yaramıyordu. Rand zaman harcamak mı daha kötü, yoksa aç gezmek mi, karar veremiyordu, ama Mat midesi ya da yakalanma endişelerinin ötesine geçmişti.

“Hem, onlar hakkında ne biliyoruz ki?” diye sordu Mat bir akşam, küçük bir çiftlikte, ahırdaki tezekleri temizlerlerken.

“Işık, Mat, onlar bizim hakkımızda ne biliyorlar?” Rand hapşırdı. Bellerine kadar soyunmuşlardı, her tarafları ter ve saman kaplanmıştı, saman tozları havada asılıydı. “Benim bildiğim, bize biraz kuzu kızartması ve uyumak için gerçek bir yatak verecekleri.”

Mat, yabasını samanlara ve tezeğe daldırdı ve bir elinde kova, diğerinde bir tabure, ahırdan çıkan çiftçiye kaşlarını çatarak yan yan baktı. Derisi köseleye dönmüş, gri saçları seyrelmiş çiftçi Mat’in ona baktığını görünce yavaşladı, sonra bakışlarını kaçırarak ahırdan dışarı seyirttti. Telaşı içinde kovanın kenarından süt saçmıştı.

“Bir şeyin peşinde, sana söylüyorum,” dedi Mat. “Benimle nasıl göz göze gelmek istemediğini gördün mü? Daha önce hiç görmedikleri iki gezgine neden bu kadar dostcanlısı davranıyorlar? Bana bunu söyle.”

“Karısı, onlara torunlarını hatırlattığımızı söylüyor. Onlar hakkında endişelenmeyi keser misin? Asıl endişelenmemiz gereken şey arkamızda. Umarım.”

“Bir şeyin peşinde,” diye mırıldandı Mat.

İşlerini bitirdikleri zaman ahırın önündeki tulumda temizlendiler. Gölgeleri batan güneşle uzamıştı. Rand çiftlik evine doğru yürürken gömleği ile kurulandı. Çiftçi onları kapıda karşıladı, değneğine kayıtsızlıkla yaslanmıştı. Arkasında karısı önlüğünü kavramış, dudağını çiğneyerek omzunun üzerinden bakıyordu. Rand içini çekti; artık onlara torunlarını hatırlattıklarını sanmıyordu.

“Bu gece oğullarımız bizi ziyarete geliyor,” dedi yaşlı adam. “Dördü birden. Unutmuşum. Dördü de geliyor. İri çocuklar. Güçlü. Her an burada olabilirler. Korkarım size söz verdiğim yataklar bize lazım.”

Karısı yanından bir peçeteye sarılmış küçük bir bohça uzattı. “Alın. Ekmek, peynir, turşu ve kuzu. İki öğüne yeter. Alın.” Kırışık yüzü, lütfen alıp gitmelerini istiyordu.

Rand bohçayı aldı. “Teşekkür ederim. Anlıyorum. Gel, Mat.”

Mat homurdana homurdana gömleğini başından geçirerek takip etti. Rand yemek için durmadan önce araya ellerinden geldiğince çok mesafe koymalarının en iyisi olacağına karar verdi. Yaşlı çiftçinin bir köpeği vardı.

Daha kötü olabilirdi, diye düşündü. Üç gün önce, bir çiftçi daha çalışırlarken köpekleri üstlerine salmıştı. Köpekler, çiftçi ve iki oğlu, vazgeçmeden önce sopalarla onları Caemlyn Yolu’nda, sekiz yüz metre kovalamıştı. Eşyalarını kapıp kaçmaya ancak zaman bulmuşlardı. Çiftçi, ok takılmış bir yay taşıyordu.

“Geri dönmeyin, duydunuz mu?” diye bağırmıştı arkalarından. “Neyin peşinde olduğunuzu bilmiyorum, ama o kayık gözlerinizi bir daha görmeyeyim.”

Mat, sadağını karıştırarak geri dönecek olmuştu, ama Rand onu sürüklemişti. “Sen deli misin?” Mat ona asık suratla bakmıştı, ama en azından koşmaya devam etmişti.

Rand bazen çiftliklerde durmaya değip değmediğini merak ediyordu. Mat gittikçe yabancılardan daha fazla şüpheleniyordu ve bunu gittikçe daha az saklayabiliyordu. Ya da saklamaya zahmet ediyordu. Aynı iş için aldıkları yemekler gittikçe azaldı, bazen uyumaları için ahır bile teklif edilmemeye başladı. Ama sonra Rand’ın aklına tüm sorunları için bir çözüm geldi. Ya da öyle göründü. Grinwell’in çiftliğindeydiler.

Grinwell Efendi ve karısının dokuz çocuğu vardı. En büyük kızları, Rand ve Mat’ten bir yaş küçüktü. Grinwell Efendi gürbüz bir adamdı ve çocukları yanındayken muhtemelen fazladan yardıma ihtiyaç duymuyordu, ama Rand ve Mat’i süzdü, lekeli giysilerine ve tozlu çizmelerine baktı ve bazen yetişebileceklerinden çok işleri olduğunu söyledi. Grinwell Hanım masasında yemek yiyeceklerse, bunu o pis şeyleri giyerken yapamayacaklarını söyledi. Çamaşır yıkamak üzereydi ve kocasının eski giysilerinden bazılarını çalışırken giyebilirlerdi. Kadın bunu söylerken gülümsedi ve bir an için Rand’a al’Vere Hanım gibi göründü, ama kadının saçları sarıydı; Rand daha önce o renk saç hiç görmemişti. Kadının gülümsemesi ona dokunduğu zaman Mat bile gerginliğini biraz yitirmiş göründü. En büyük kız bambaşka bir konuydu.

Koyu renk saçlı, iri gözlü ve güzel Else, anne babası bakmazken onlara arsız arsız sırıtıyordu. Onlar çalışırken, ahıra fıçı ve tahıl çuvalları taşırken kız bölme kapısına asılıp, kendi kendine ezgiler mırıldanıyor, onları izleyerek uzun atkuyruğunun ucunu çiğniyordu. Özellikle Rand’a bakıyordu. Delikanlı, kızı görmezden gelmeye çalıştı, ama birkaç dakika sonra Grinwell Efendi’nin ödünç verdiği gömleği giydi. Omuzları dardı ve çok kısaydı, ama hiç yoktan iyiydi. O gömleği çekiştirirken Else yüksek sesle güldü. Rand kovalanırlarsa bu sefer Mat’in suçu olmayacağını düşündü.

Perrin bununla nasıl başa çıkacağını bilirdi, diye düşündü. Rasgele bir yorum yapardı ve kısa süre sonra kız babasının görebileceği bir yerde dolanıp durmayı bırakıp şakalarına gülmeye başlardı. Ama Rand’ın aklına rasgele bir yorum ya da şaka gelmiyordu. Ne zaman kızın olduğu yöne baksa kız, babası görse köpekleri üstlerine salacağı bir tavırla gülümsüyordu. Kız bir kez ona uzun boylu erkeklerden hoşlandığını söyledi. Çevredeki çiftliklerdeki bütün oğlanlar kısa boyluydu. Mat pis pis kıkırdadı. Aklına bir şaka gelmesini dileyen Rand yabalamaya yoğunlaştı.

En azından küçük çocuklar Rand’ın gözleri için bir nimetti. Çevrede çocuklar varken Mat biraz gevşiyordu. Akşam yemeğinden sonra hepsi şöminenin çevresine toplandı. Grinwell Efendi piposunu tütün doldurdu ve Grinwell Hanım dikiş kutusunı çıkardı ve onlar için yıkadığı gömleklerle uğraşmaya başladı. Mat, Thom’un renkli toplarını çıkardı ve çevirmeye başladı. Çocuklar olmasa bunu asla yapmazdı. Topları düşürür gibi yapıp son anda yakalayınca çocuklar kahkahalar attı. Çeşme, sekiz işareti, altı toplu çember yaparken, bu sefer topları neredeyse gerçekten düşüyordu, ama onlar sorun yapmadılar ve alkışladılar. Grinwell Efendi ve karısı da çocukları kadar çok alkışlıyordu. Mat’in işi bittikten ve Thom kadar süslü selamlar verdikten sonra, Rand Thom’un flütünü çantasından çıkardı.

Bir üzüntü sancısı hissetmeden aleti asla eline alamıyordu. Altın ve gümüş işlemelerine dokunmak, Thom’un anısına dokunmak gibiydi. Güvende ve kuru olduğundan emin olmak amacı dışında arpa hiç dokunmadı –Thom hep arpın çiftçi çocuklarının hantal elleri için olmadığını söylerdi– ama ne zaman bir çiftçi kalmalarına izin verse, akşam yemeğinden sonra flütü ile bir ezgi çalıyordu. Bu, çiftçiye, iyiliğinin bedelini ödemek için fazladan yaptığı bir şeydi ve belki Thom’un anısını taze tutmanın bir yoluydu.

Mat’in top çevirmesinin yarattığı neşeli havada, “Çayırdaki Üç Kız”ı çaldı. Grinwell Efendi ve karısı el çırptı, küçük çocuklar ortada dans etti, hattâ yeni yürümeye başlamış en ufak oğlan ezgiye uyarak ayağını yere vurdu. Rand, performansı ile Bel Tine’da ödül kazanamayacağını biliyordu, ama Thom’un derslerinden sonra, yarışmaya girmeye utanmazdı.

Else, ateşin önünde bağdaş kurmuş, oturuyordu ve delikanlı son notadan sonra flütü indirirken kız derin derin iç çekerek öne eğildi ve ona gülümsedi. “Harika çalıyorsun. Hiç bu kadar güzel bir şey dinlememiştim.”

Grinwell Hanım aniden dikişini bıraktı, bir kaşını kaldırarak kızına baktı, sonra Rand’ı uzun uzun, teraziye vururmuş gibi süzdü.

Delikanlı flütü kaldırmak için deri çantayı almıştı, ama kadının bakışları altında çantayı yere düşürdü. Neredeyse flütü de düşürecekti. Kadın onu kızı ile oynaşmakla suçlarsa… Çaresizce flütü yine dudaklarına götürdü ve bir başka şarkı çaldı, sonra bir tane daha, bir tane daha. Grinwell Hanım onu izlemeye devam etti. Delikanlı, “Söğüdü Sallayan Rüzgar”ı, “Tarwin Vadisinden Eve Dönerken”i, “Aynora Hanım’ın Horozu”nu, “İhtiyar Kara Ayı”yı çaldı. Aklına gelen bütün şarkıları çaldı, ama kadın gözlerini ondan ayırmadı. Hiçbir şey söylemedi de, ama izledi ve tarttı.

Grinwell Efendi sonunda gülerek ve ellerini ovuşturarak ayağa kalktığında geç olmuştu. “Eh, bu iyi bir eğlence oldu, ama yatma zamanımız geçti. Siz gezgin delikanlılar dilediğiniz saatte kalkabilirsiniz, ama çiftlikte sabah erken gelir. Size söylüyorum, delikanlılar, bu gecekinden daha iyi olmayan eğlenceler için handa iyi para ödediğim oldu. Hattâ daha kötüleri için.”

“Bence bir ödül almalılar, baba,” dedi Grinwell Hanını, uzun zaman önce ateşin önünde uyuyakalmış en küçük oğlanı kucaklarken. “Ahır uyumak için iyi bir yer değil. Bu gece Else’nin odasında uyuyabilirler. Kız da benimle uyur.”

Else yüzünü buruşturdu. Başını kaldırmamaya özen gösterdi, ama Rand gördü. Annesinin de gördüğünü düşünüyordu.

Grinwell Efendi başını salladı. “Evet, evet, ahırdan çok daha iyi. İki kişi bir yatakta uyumaya aldırmazsanız.” Rand kızardı; Grinwell Hanım hâlâ ona bakıyordu. “O flütü daha fazla dinlemeyi gerçekten isterim. Top çevirmenizi görmeyi de. Bu hoşuma gider. Biliyor musunuz, yarın yardım edebileceğiniz küçük bir iş var ve…”

“Yarın yola erken çıkmak isteyeceklerdir, baba,” diye araya girdi Grinwell Hanım. “Gidecekleri bir sonraki köy Arien olacak ve oradaki handa şanslarını denemeyi düşünüyorlarsa, karanlık olmadan oraya varmak için tüm gün yürümeleri gerekecek.”

“Evet, hanımefendi,” dedi Rand, “öyle. Ve teşekkür ederiz.”

Kadın, delikanlının teşekkürlerinin, tavsiyesinden, akşam yemeğinden ve sıcak yataktan daha fazlasını içerdiğini biliyormuş gibi gergin gergin gülümsedi.

Ertesi gün boyunca yolda yürürlerken, Mat ona Else konusunda takılıp durdu. Rand konuyu değiştirmeye çalıştı ve aklına en kolay gelen şey, Grinwelllerin hanlarda gösteri yapmaları önerisiydi. Sabahleyin evden ayrılırlarken Else surat asmış, Grinwell Hanım bir an önce gitmelerinin en iyisi olacağını ifade eden keskin bakışlarla onları izlemişti. Bunlar, Mat’in dilini tutmasına yetmişti. Ama bir sonraki köye ulaştıklarında konu yine değişti.

Alacakaranlık çökerken Aden’deki tek hana girdiler ve Rand hancıyla konuştu. “Irmaktaki Sal”ı –tombul hancı “Sevgili Sara” diyordu ona– ve “Dun Aren Yolu’nun bir kısmını çaldı. Mat biraz top çevirdi ve sonuç olarak o gece bir yatakta uyudular, fırında patates ve sıcak biftek yediler. Handaki en küçük odaydı kuşkusuz, arkadaki saçakların altındaydı ve yemek uzun bir gösteri gecesinin ortasında geldi, ama yine de başlarını bir çatının altına sokmuşlardı. Rand açısından daha da iyisi, gün ışığı altındaki bütün saatleri yolculuk için harcayacak olmalarıydı. Handaki müşteriler Mat’in onlara şüpheyle bakmasına aldırmadılar. Hattâ bazıları yan yan birbirlerine baktılar. Yaşadıkları zaman yabancılardan şüphelenmeyi sıradan bir şey yapmıştı ve handa yabancılar hep olurdu.

Rand, Mat’le aynı yatağı paylaşmalarına ve delikanlının mırıldanmalarına rağmen Beyazköprü’den çıktıklarından beri ilk kez iyi bir uyku çekti. Sabahleyin hancı onları bir iki gün daha kalmaları için ikna etmeye çalıştı, ama bunu yapamayınca, geceleyin çok içip arabasını eve sürememiş, gözleri sulanmış bir çiftçiye seslendi. Bir saat sonra, sırtlarını Eazil Forney’in arabasının arkasındaki samanlara yaslanmış, bacaklarını uzatmış, sekiz kilometre doğudaydılar.

Böyle yolculuk etmeye başladılar. Biraz şans ve bir iki araba yolculuğundan sonra, karanlık çökmeden bir köye ulaşmayı başarıyorlardı. Köyde birden çok han varsa, Rand’ın flütünü dinledikten ve Mat’in top çevirmesini gördükten sonra hancılar fiyat artırıyorlardı. İkisi birden tek bir âşık olamıyorlardı, ama çoğu köyün bir senede görebileceklerinden daha fazlaydılar. Kasabada iki ya da üç han olması, daha iyi bir oda, iki yatak, etin iyi kısımlarından daha cömert porsiyonlar, hattâ bazen ayrılırlarken, ceplerinde birkaç bakır para anlamına geliyordu. Sabahleyin onları arabasına almayı öneren birileri, çok geç kalmış ya da çok içmiş bir çiftçi, eğlenceden arabasının arkasına binmelerine ses çıkarmayacak kadar çok hoşlanmış bir tüccar hep çıkıyordu. Rand, Caemlyn’e ulaşana kadar bir daha sorunla karşılaşmayacaklarını düşünmeye başlamıştı. Ama sonra Dört Kral geldi.

Загрузка...