30 GÖLGENİN ÇOCUKLARI

Egwene, ateşin başında oturmuş, heykel parçasına bakıyordu, ama Perrin yalnız kalmak için havuza indi. Gün soluyordu ve gece rüzgarı doğudan yükselmiş, suyun yüzeyini kırıştırıyordu. Perrin, kemerindeki halkadan baltayı çıkardı ve ellerinde çevirdi. Dişbudak sap, kolu kadar uzun, pürüzsüz ve serindi. Ondan nefret ediyordu. Emond Meydanı’nda baltayla ne kadar gurur duyduğunu hatırladıkça utanıyordu. Onunla neler yapmaya gönüllü olduğunu anlamadan önce.

“Kızdan bu kadar mı nefret ediyorsun?” dedi Elyas arkasından.

Perrin irkilerek yerinden sıçradı ve kim olduğunu görmeden önce baltasını kaldırdı. “Sen…? Sen benim aklımdan geçenleri de mi okuyabiliyorsun? Kurtlar gibi?”

Elyas başını bir yana eğdi ve sorgularcasına ona baktı. “Yüzünü kör bir adam bile okuyabilir, evlat. Eh, konuş. Kızdan nefret ediyor musun? Onu küçümsüyor musun? İşte bu. Devamlı ayak sürüdüğü için, kadınsı yöntemlerle seni alıkoyduğu için onu küçümsüyorsun. Bu yüzden onu öldürmeye hazırdın.”

“Egwene asla ayak sürümez,” diye itiraz etti Perrin. “Kendine düşeni hep yapar. Onu küçümsemiyorum. Onu seviyorum.” Ona gülmesi için meydan okuyarak Elyas’a dik dik baktı. “Öyle değil. Yani, kız kardeşim gibi değil, ama o ve Rand… Kan ve küller! Kuzgunlar bizi yakalasaydı. Eğer… Bilmiyorum.”

“Evet, biliyorsun. Eğer ölüm şeklini o seçebilseydi, sence hangisini tercih ederdi? Baltanın temiz bir darbesini mi, yoksa bugün gördüğümüz hayvanların ölümünü mü? Ben hangisini seçeceğimi biliyorum.”

“Onun adına seçim yapmaya hakkım yok. Ona söyleme, olmaz mı? Şeyi…” Elleri baltanın sapını kavradı; kollarındaki kaslar kasıldı, yaşı için ağır kaslar, Luhhan Usta’nın demirhanesinde saatlerce çekiç sallamak sonucunda oluşan kaslar. Bir an için, kalın, tahta sapın kırılacağını sandı. “Bu lanet şeyden nefret ediyorum,” diye hırladı. “Bir tür aptal gibi onunla kasıla kasıla dolanırken ne yaptığımı sanıyorum, bilmiyorum. Yapamazdım, biliyorsun. Her şey yalnızca bir oyunken belki böbürlenir, numara yapabilirdim…” İçini çekti, sesi soldu. “Artık farklı. Onu bir daha kullanmak istemiyorum.”

“Kullanacaksın.”

Perrin havuza fırlatmak için baltayı kaldırdı, ama Elyas bileğini yakaladı.

“Kullanacaksın, evlat, ve kullanırken ondan nefret ettiğin sürece, onu çoğu insandan daha büyük bir bilgelikle kullanacaksın. Bekle. Artık ondan nefret etmediğin an, elinden geldiğince uzağa fırlatmanın ve aksi yöne koşmanın zamanı gelmiştir.”

Perrin baltayı kaldırdı, hâlâ havuza atmayı arzu ediyordu. Onun için bekle demesi kolay. Ya beklersem ve sonra atmak istemezsem?

Elyas’a sormak için ağzını açtı, ama ses çıkmadı. Kurtlardan gelen çok acil bir mesajla gözleri camlaştı. Bir an söylemek üzere olduğu şeyi unuttu, herhangi bir şey söylemek üzere olduğunu unuttu, hattâ nasıl konuşacağını ve nasıl nefes alacağını bile unuttu. Elyas’ın yüzü de sarktı ve gözleri içine, uzaklara bakarmış gibi göründü. Sonra geldiği kadar çabuk, kayboldu. Yalnızca bir yürek atışı kadar sürmüştü, ama bu kadarı yetmişti.

Perrin silkelendi ve ciğerlerini doldurdu. Elyas durmadı; gözlerindeki perde kalkar kalkmaz tereddüt etmeden ateşe seyirtti. Perrin tek söz söylemeden arkasından koştu.

“Ateşi söndür!” diye boğuk sesle Egwene’e seslendi Elyas. Telaşla işaret etti ve fısıldayarak bağırmaya çalıştı sanki. “Hemen söndür!”

Egwene kararsızca ona bakarak ayağa kalktı, sonra ateşe yaklaştı. Ama neler olduğunu tam olarak anlamadığından hareketleri yavaştı.

Elyas kabaca kızı ittirip geçti, çaydanlığı kaptı ve canını yakınca küfretti. Sıcak çaydanlığı elden ele geçirerek ateşin üzerine boşalttı. Bir adım arkasındaki Perrin o anda geldi ve son çay damlaları ateşte tıslayıp, buhar bulutları çıkarırken kömürlerin üzerine toprak tekmelemeye başladı. Ateşten son kalan izler de örtülene kadar durmadı.

Elyas çaydanlığı Perrin’e fırlattı. Perrin boğuk bir haykırma ile yere düşürdü. Ellerine üfleyerek Elyas’a kaşlarını çattı, ama kürklere bürünmüş adam dikkat edemeyecek kadar meşguldü. Kamp yaptıkları yere telaşla son bir bakış fırlatıyordu.

“Burada birisinin bulunduğunu gizlemek için zamanımız yok,” dedi Elyas. “Acele etmek ve umut etmek zorundayız. Belki zahmet etmezler. Kan ve küller, kuzgunlar yüzünden olduğundan emindim.”

Perrin aceleyle eyeri Bela’nın üzerine attı, kolanı sıkarken baltasını kalçasına yasladı.

“Ne oldu?” diye sordu Egwene. Sesi titriyordu. “Trolloclar mı? Bir Soluk mu?”

“Doğuya ya da batıya git,” dedi Elyas Perrin’e “Saklanacak bir yer bul. En kısa zamanda sana katılmaya çalışacağım. Eğer onlar bir kurt görürse…” Dört ayak üzerinde koşmayı düşünürmüş gibi eğilerek yerinden fırladı ve akşamın uzayan gölgelerinin arasında kayboldu.

Egwene telaşla eşyalarını topladı, ama hâlâ Perrin’den bir açıklama istiyordu. Sesi ısrarlıydı ve onun sessiz kaldığı her dakika daha da korku doluyordu. Perrin de korkuyordu, ama korku daha hızlı hareket etmelerini sağlıyordu. Perrin batan güneşe doğru ilerlemeye başlayana kadar bekledi. Bela’nın önünde koşturarak, iki eli ile baltayı göğsünde, çapraz tutarak, saklanıp Elyas’ı bekleyebilecekleri bir yer ararken bildiklerini omzunun üzerinden parça parça anlattı.

“Bize doğru gelen bir sürü atlı adam var. Kurtların arkasından geldiler, ama adamlar onları görmedi. Havuza yönelmişler. Muhtemelen bizimle bir ilgileri yok; havuz kilometreler içindeki tek su kaynağı. Ama Benek diyor ki…” Omzunun üzerinden kıza bir bakış fırlattı. Akşam güneşi kızın yüzüne tuhaf gölgeler düşürüyordu, yüz ifadesini saklayan gölgeler. Ne düşünüyor? Artık seni tanımıyormuş gibi mi bakıyor? Seni tanıyor mu? “Benek diyor ki, yanlış kokuyorlarmış. Bu… kuduz bir köpeğin yanlış kokması gibi bir şey.” Arkalarında havuz gözden kayboldu. Derinleşen alacakaranlıkta kayaları hâlâ seçebiliyordu –Şahinkanadı Artur’un heykelinin parçaları– ama hangi kayanın altında ateş yaktıklarını artık ayırt edemiyordu. “Onlardan uzak duracağız ve Elyas’ı bekleyebileceğimiz bir yer bulacağız.”

“Neden bizi rahatsız etsinler ki?” diye sordu kız. “Burada güvende olmamız gerekiyordu. Burasının güvenli olması gerekiyordu. Işık, güvende olacağımız bir yer olmalı.”

Perrin saklanacak yer aramaya başladı. Havuzdan çok uzaklaşmış olamazlardı, ama alacakaranlık koyulaşıyordu. Kısa süre sonra hava yolculuk edilmeyecek kadar kararacaktı. Zirveler hâlâ solgun bir ışıkla yıkanıyordu. Zar zor görülecek kadar az ışık olan zirveler, aradaki çukurlardan bakınca parlak geliyordu. Solda gökyüzünün üzerinde karanlık bir şekil dikiliyordu, bir yamaçta eğik duran geniş, düz bir taş. Altındaki yamaca karanlık bir gölge düşürüyordu.

“Bu taraftan,” dedi.

Herhangi biri geliyor mu diye omzunun üzerinden arkaya bakarak tepeye koşturdu. Hiçbir şey yoktu –henüz. Birkaç kez durup, diğerleri arkasından sendeleyerek gelirken beklemek zorunda kaldı. Egwene, Bela’nın boynuna eğilmişti, kısrak düzensiz zeminde adımlarını dikkatle atıyordu. Perrin ikisinin de sandıklarından daha fazla yorulmuş olması gerektiğini düşündü. Umarım burası iyi bir saklanma yeridir. Bir başkasını arayabileceğimizi hiç sanmıyorum.

Tepenin dibinde gökyüzünün önünde hatları seçilen, neredeyse zirveye kadar uzanan dev, düz kayayı inceledi. İri kayanın oluşturduğu düzensiz, üç yüksek, bir alçak adımda tuhaf bir şekilde tanıdık bir şey vardı. Aradaki kısa mesafeyi tırmandı ve yanında yürüyerek taşı yokladı. Yüzyılların yıpratmasına karşın birleşen dört sütunu hâlâ hissedebiliyordu. Başının üzerinde eğik duran taşın basamaklara benzeyen tepesine baktı. Parmaklar. Şahinkanadı Artur’un elinde saklanacağız. Belki burada adaletinden biraz kalmıştır.

Egwene’e kendisine katılmasını işaret etti. Kız kıpırdamadı, bu yüzden Perrin tepeden aşağı kaydı ve ona ne bulduğunu anlattı.

Egwene yüzünü ileriye uzatarak tepeden yukarı baktı. “Nasıl bir şey görebiliyorsun?”

Perrin ağzını açtı, sonra kapattı. Çevresine bakınırken dudaklarını yaladı, çünkü ilk defa ne gördüğünün farkına varmıştı. Güneş batmıştı. Tamamen. Bulutlar dolunayı saklıyordu, ama ona alacakaranlığın koyu mor kalıntıları gibi geliyordu. “Kayayı yokladım,” dedi sonunda. “Öyle olmak zorunda. Buraya kadar gelseler bile bizi gölgelerden ayırt edemezler.” Atı elin altındaki sığınağa götürmek için Bela’nın dizginlerini aldı. Sırtında Egwene’in gözlerini hissedebiliyordu.

Kızın eyerden inmesine yardım ederken, havuz tarafında, gecenin içinde bağırışlar yükseldi. Kız elini Perrin’in koluna koydu ve delikanlı telaffuz edilmemiş soruyu işitti.

“Adamlar Rüzgar’ı gördüler,” dedi gönülsüzce. Kurtların düşüncelerinin anlamını çözmek güçtü. Ateş hakkında bir şey. “Meşaleleri var.” Kızı parmakların dibine oturttu ve yanına çöktü. “Aramak için gruplara ayrılıyorlar. Sayıları çok fazla ve kurtların hepsi yaralı.” Sesinin cesur çıkması için uğraştı. “Ama Benek ve diğerleri yaralı da olsalar yollarından uzak durmayı başarırlar ve bizi bulmayı beklemiyorlar. İnsanlar beklemedikleri şeyleri görmezler. Kısa süre sonra vazgeçip kamplarını kurarlar.” Elyas kurtlarla beraberdi ve onlar kovalanırken yanlarından ayrılmazdı. Çok fazla atlı. Çok ısrarlı. Neden bu kadar ısrarlılar?

Egwene’in başını salladığını gördü, ama karanlıkta kız fark etmedi. “Kurtulacağız, Perrin.”

Işık, diye düşündü şaşkınlık içinde, beni teselli etmeye çalışıyor.

Bağrışmalar sürdü, sürdü. Uzakta küçük meşale noktaları, karanlığın içinde minik ışık kıvılcımları hareket etti.

“Perrin,” dedi Egwene yumuşak sesle, “Güneşgünü’nde benimle dans eder misin? O zamana kadar köye dönersek?”

Delikanlının omuzları sarsılmaya başladı. Ses çıkarmıyordu ve gülüyor muydu, ağlıyor muydu, bilmiyordu. “Ederim. Söz.” Elleri istemsizce baltanın sapını daha sıkı kavradı ve onun hâlâ elinde olduğunu hatırlattı. Sesi fısıltıya dönüştü. “Söz,” dedi yine ve umut etti.

Meşale taşıyan adamlar on, on iki kişilik gruplar halinde tepelerin arasında at sürüyorlardı. Perrin kaç grup olduğunu çıkartamıyordu. Bazen aynı anda üç, dört grup görünüyor, öne arkaya yürüyorlardı. Birbirlerine bağırmaya devam ediyorlardı, zaman zaman gecenin içinde çığlıklar yükseliyordu. Atların çığlıkları, adamların çığlıkları.

Her şeyi birden çok noktadan görüyordu. Egwene’in yanında, yamaçta çöktü, meşalelerin karanlıkta ateşböcekleri gibi hareket etmesini izledi. Zihninde gecenin içinde Benek, Rüzgar ve Çekirge ile koşuyordu. Kuzgunlar kurtları çok yaralamıştı, daha uzağa ya da daha hızlı koşamıyorlardı, bu yüzden adamları karanlığa çekmeye, ateşlerinin korunağından uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Kurtlar gecenin içinde gezerken, insanlar hep sonunda ateşlerin güvenliğini arardı. Bazı atlılar iplerle binicisiz atlar çekiyordu; atlar kişniyor, gri şekiller aralarında dolanırken gözlerini iri iri açarak yuvarlıyor, çığlıklar atıyor, iplerini onları tutan adamlardan kurtarmaya çalışıyor, ellerinden geldiğince hızlı koşarak her yöne dağılıyorlardı. Gri şekiller karanlığın içinden kesici dişlerle fırladığı zaman binicisi olan atlar da çığlık atıyordu ve bazen çeneler boğazlarını parçalamadan hemen önce insanlar da çığlık atıyordu. Elyas’ın da orada olduğunu belirsizce hissetti, uzun bıçağı ile, tek bir keskin dişi olan iki bacaklı bir kurt gibi gecenin içinde yürüyordu. Sık sık bağırışlar küfüre dönüşüyordu, ama arayıcılar pes etmeye yanaşmıyordu.

Perrin aniden meşaleli adamların belirli bir düzen izlediğini fark etti. Ne zaman gruplardan bazıları görüş alanına girse, aralarından en az biri Egwene ile Perrin’in saklandığı tepeye yakın oluyordu. Elyas saklanın demişti, ama… Kaçsak? Belki durmadan hareket edersek karanlığın içinde saklanabiliriz. Belki. Bunun için yeterince karanlık olmalı.

Egwene’e döndü, ama bunu yaparken karar verme şansı elinden alındı. Bir düzine meşale tepenin dibine geldi, atların hareketleri ile sallanarak durdu. Mızrak başları meşale ışığı altında parladı. Perrin nefesini tutarak, eli balta sapını sıkı sıkı kavrayarak yerinde dondu.

Atlılar tepenin yanından geçtiler ama adamlardan biri bağırdı ve meşaleler geri döndü. Perrin çaresizce bir kaçış yolu arayarak düşündü. Ama yerlerinden kıpırdadıkları anda görüleceklerdi. Şimdiye kadar görülmemişlerse. Ve bir kez belirlendikten sonra, karanlıkta bile şansları olmazdı.

Atlılar tepenin dibine geldiler. Her adamın bir elinde mızrak, diğerinde meşale vardı. Atlarını dizlerinin basıncı ile sürüyorlardı. Meşalelerin ışığı altında Penin, Işığın Evlatları’nın beyaz pelerinlerini gö– rebilıyordu. Meşaleleri yükseğe kaldırıyor, eyerlerinde öne eğiliyor, Şahinkanadı Artur’un parmaklarının altındaki gölgelere bakıyorlardı.

“Orada bir şey var,” dedi içlerinden biri. Sesi, meşalesinin ışığının dışında olan şeylerden korkuyormuş gibi, aşırı yüksekti. “Size orada birinin saklanabileceğini söyledim. O bir at değil mi?”

Egwene, elini Perrin’in koluna koydu; gözleri karanlıkta iri iri açılmıştı. Hatlarını saklayan gölgeye rağmen sessiz sorusu açıktı. Ne yapacaklardı? Elyas ve kurtlar hâlâ gecenin içinde avlanıyorlardı. Aşağıdaki atlar sinirli sinirli ayak değiştirdiler. Eğer şimdi kaçarsak, bizi yakalarlar.

Beyazcübbelerden biri atını öne çıkardı ve tepeye bağırdı. “İnsan dilini anlıyorsanız, aşağı inin ve teslim olun. Işık’ta yürürseniz zarar görmezsiniz. Teslim olmazsanız hepiniz öldürüleceksiniz. Bir dakikanız var.” Uzun, çelik başlıkları meşale ışığı altında parlayan mızraklar indi.

“Perrin,” diye fısıldadı Egwene, “onlardan kaçamayız. Pes etmezsen bizi öldürecekler. Perrin?”


Elyas ve kurtlar hâlâ özgürdü. Bir başka uzak, fokurtulu çığlık Benek’i fazla yakından izleyen bir Beyazcübbe’nin yerini belli etti. Kaçarsak… Egwene ona bakıyor, ne yapacaklarını söylemesini bekliyordu. Kaçarsak… Başını bitkinlik içinde iki yana salladı ve büyülenmiş bir adam gibi ayağa kalktı, yamaçtan aşağı, Işığın Evlatları’na doğru sendeleyerek yürüdü. Egwene’in içini çektiğini ve gönülsüzce ayaklarını sürüyerek takip ettiğini duydu. Neden Beyazcübbeler, kurtlardan tutkuyla nefret ediyormuş gibi, bu kadar ısrarlı? Neden yanlış kokuyorlar? Rüzgar, atlılardan ona doğru estiğinde, kokularının yanlışlığını kendisi bile alabiliyormuş gibi geldi.

“Baltayı bırak,” diye havladı önderleri.

Perrin aldığını düşündüğü kokudan kurtulmak için burnunu kırıştırarak ona doğru sendeledi.

“Bırak şunu, hödük!” Önderin mızrağı Perrin’in göğsüne döndü.

Perrin bir an mızrak başına baktı. Göğsünü delip geçecek kadar çelik vardı orada. Aniden, “Hayır!” diye haykırdı. Atlıya bağırmıyordu.

Gecenin içinde Çekirge gelmişti ve Perrin kurtla birdi. Çekirge, kartalların süzülmesini izleyen, kartallar gibi gökyüzünde uçmak için can atan yavru. Kurt yavrusu devamlı hopluyor, sıçrıyordu, öyle ki sonunda bütün kurtlardan daha yükseğe hoplamaya başlamıştı. O yavrunun göklerde süzülme özlemini hiç kaybetmemişti. Gecenin içinde Çekirge geldi ve tek bir sıçrayışta yeri ardında bıraktı, kartallar gibi süzüldü. Çekirge’nin çeneleri mızrağını Perrin’e doğrultan adamın boğazında kapanmadan önce Beyazcübbelerin ancak küfretmek için zamanı oldu. İri kurdun hızı ikisini birden atın öbür yanına sürükledi. Perrin boğazın ezildiğini hissetti, kan tadı aldı.

Çekirge rahatlıkta yere kondu, öldürdüğü adamdan ayrılmıştı bile. Kürkü kanla keçeleşmişti, kendi kanı ve başkalarının kanlarıyla. Yüzündeki bir kesik sol gözünün olduğu yerde boş bir gözyuvası bırakmıştı. Sağlam gözü bir an Perrin’in gözleri ile buluştu. Koş, kardeşim! Sıçramak, son bir kez süzülmek için döndü ve bir mızrak onu yere mıhladı. İkinci bir çelik kaburgalarını deldi, altında yere saplandı. Tekmeler savurarak onu yerinde tutan mızrakları ısırmaya çalıştı. Süzülmek.

Perrin’in içini acı doldurdu ve içinde bir kurdun haykırışını taşıyan sözsüz bir çığlık attı. Düşünmeden, haykırmaya devam ederek öne sıçradı. Düşünemiyordu. Atlılar mızraklarını kullanamayacak kadar birbirlerine yaklaşmıştı ve balta ellerinde tüy gibi hafifti, çelikten dev gibi bir kurt dişi. Bir şey kafasına indi ve ölen kendisi mi, Çekirge mi, bilmeden yere yığıldı.


“… kartallar gibi süzülmek.”

Perrin mırıldanarak, sersem sersem gözlerini açtı. Başı acıyordu ve bunun nedenini hatırlamıyordu. Işığa karşı gözlerini kırpıştırarak çevresine bakındı. Egwene diz çökmüş, onu izliyordu. Bir çiftlik evinin orta büyüklükte bir odası olabilecek kare şeklinde bir çadırdaydılar. Zemin, kumaş kaplıydı. Her köşede, yüksek sehpaların üzerinde gaz lambaları parlak bir ışık veriyordu.

“Işık’a şükürler olsun, Perrin,” diye nefes verdi kız. “Seni öldürmüş olmalarından korktum.”

Perrin yanıt vermek yerine çadırdaki tek sandalyede oturan gri saçlı adama baktı. Bakışlarına, kara gözlü, babacan ifadeli bir yüz karşılık verdi. Zihninde, giydiği beyaz ve altın rengi, kolsuz cüppe, bembeyaz gömleğinin üzerine kayışlarla bağlanmış parlak zırh ile zıt bir yüz. İyicil bir yüze benziyordu, tok sözlü ve vakurdu, ve çadırdaki eşyaların zarif sadeliği ile uyumlu bir şey de vardı. Bir masa, katlanır bir yatak, düz beyaz leğen ve bir sürahi taşıyan bir sehpa ve üzerine basit, geometrik desenler işlenmiş tek bir ahşap sandık. Tahta olan eşyalar yumuşak bir parıltıya sahip olacak şekilde cilalanmıştı. Metal eşyalar parıldıyordu, ama çok parlak değillerdi ve gösterişli hiçbir şey yoktu. Çadırdaki her şey hüner izleri taşıyordu, ama yalnızca zanaatkarların –Luhhan Usta, ya da dolap imalatçısı Aydaer Usta gibi– çalışmasını izlemiş kişiler görebilirdi.

Adam kaşlarını çatarak küt parmakları ile iki küçük nesne yığınını karıştırdı. Perrin o yığınlardan birinin içeriklerini ve hançerini tanıdı. Moiraine’in verdiği gümüş para devrilerek yığından ayrıldı ve adam düşünceli bir biçimde onu yığına itti. Dudaklarını büzerek yığınları bıraktı ve masadan Perrin’in baltasını alıp kaldırdı. Dikkati Emond Meydanı’ndan gelenlere döndü.

Perrin ayağa kalkmaya çalıştı. İlk kez ellerinin ve ayaklarının bağlanmış olduğunu fark etti. Gözleri Egwene’e gitti. Kız üzüntüyle omuz silkti ve Perrin arkasını görebilsin diye döndü. El ve ayak bileklerine yarım düzine halat dolanmıştı ve derisine bastırıyorlardı. El ve ayak bileklerindeki bağların arasında bir ip gerilmişti, ayağa kalkacak olursa doğrulmasını engelleyecek kadar kısa bir ipti.

Perrin bakakaldı. Bağlanmış olmaları yeterince şaşırtıcıydı, ama üstlerinde atları tutacak kadar çok ip vardı. Bizim ne olduğumuzu sanıyorlar?

Gri saçlı adam düşünceli ve meraklı, onları izliyordu. Bir sorunu çözmeye çalışan al’Vere Efendi’ye benziyordu. Baltayı, unutmuş gibi tutuyordu.

Çadırın kapısı yana kaydı ve uzun boylu bir adam içeri girdi. Yüzü uzun ve zayıftı, gözleri o kadar derindi ki, mağaralardan dışarı bakıyor gibiydi. Üzerinde fazla et yoktu, yağ hiç yoktu; derisi altındaki kasların ve kemiklerin üzerinde gerilmişti.

Perrin, dışarıdaki geceye, kamp ateşlerine, çadırın girişinde nöbet tutan iki Beyazcübbeliye bir göz attı ve çadırın kapısı yerine düştü. Yeni gelen çadıra girer girmez, demirden bir çubuk gibi dimdik durdu, önüne, çadırın uzak duvarına gözlerini dikti. Zincir ve plaka zırhı, kar beyazı pelerini ve gömleği üzerinde gümüş gibi parlıyordu.

“Lord Kumandanım.” Sesi de duruşu kadar sert ve gıcırtılıydı, ama bir şekilde düz ve ifadesizdi.

Gri saçlı adam kayıtsız bir hareket yaptı. “Rahat, Byar Evlat. Bu… karşılaşma için verdiğimiz kayıpları hesapladın mı?”

Uzun boylu adam ayaklarını ayırdı, ama Perrin bunun dışında duruşunda rahatlığa benzer hiçbir şey göremedi. “Dokuz adam öldü, Lord Kumandan ve yirmi üç adam yaralandı. Yedisinin durumu ağır. Ama hepsi at binebilir. Otuz atın öldürülmesi gerekti. Dizardı kirişleri koparılmıştı!” Duygusuz sesi ile bunu vurguladı, sanki atların başına gelen adamların ölümleri ve yaralanmalarından daha kötüymüş gibi. “Kalan atların çoğu dağıldı. Gün doğduğunda onları bulabiliriz, Lord Kumandan, ama onları uzaklara sürecek kurtlar varken hepsini toplamak günler alabilir. Onları koruması gereken adamlar Caemlyn’e varana kadar gece nöbetine verildi.”

“Elimizde günler yok, Byar Evlat,” dedi gri saçlı adam ılımlı bir sesle. “Şafakta yola çıkıyoruz. Hiçbir şey bunu değiştiremez. Caemlyn’e zamanında ulaşmalıyız, değil mi?”

“Emredersiniz, Lord Kumandanım.”

Gri saçlı adam Perrin ve Egwene’e bir bakış fırlattı, sonra bakışlarını çevirdi “Bu iki genç dışında, durumu nasıl açıklayabiliriz?”

Byar derin bir nefes aldı ve bir an duraksadı. “Bunlarla birlikte olan kurdun derisini yüzdürdüm, Lord Kumandan. Deri, Lord Kumandanımın çadırı için güzel bir halı olacak.”

Çekirge! Perrin ne yaptığını fark etmeden hırladı ve ipleri ile mücadele etti. İpler derisini kesti –bilekleri kanla kayganlaştı– ama kopmadılar.

Byar ilk defa tutsaklara baktı. Egwene, adamdan uzaklaşmaya başladı. Adamın yüzü de sesi gibi ifadesizdi, ama çukur gözlerinde zalim bir ışık yanıyordu. Tıpkı Ba’alzamon’un gözlerinde yanan alevler gibi. Byar, bu geceden önce hiç görmediği insanlarmış gibi değil, uzun yıllardır düşmanları olan insanlarmış gibi nefret ediyordu onlardan.

Perrin bakışlarına meydan okurcasına karşılık verdi. Dişlerini adamın boğazında hayal edince ağzı gergin bir gülümseme ile kıvrıldı.

Yüzündeki gülümseme aniden solan Perrin silkelendi. Dişlerim mi? Ben bir insanım, kurt değil! Işık, bunun bir sonu olmalı! Ama yine de Byar’ın nefret dolu bakışlarına nefretle karşılık verdi.

“Kurt derilerinden hoşlanmam, Byar Evlat.” Lord Kumandan’ın sesindeki paylama nazikti, ama Byar’ın sırtı yine kaskatı oldu, gözleri çadırın duvarına dikildi. “Bu gece başarılanların raporunu veriyordun, değil mi?”

“Elli ya da daha fazla hayvandan oluşan bir sürünün saldırdığını tahmin ediyorum, Lord Kumandan. Bunların yaklaşık yirmi, belki otuz ianesini öldürdük. Leşlerini bu gece getirmek için daha fazla atı riske atmak istemedim. Sabah toplatıp, geceleyin sürünerek gitmiş olmayanları yaktırırım. Bu ikisinin dışında, en az bir düzine daha insan vardı. Sanırım dört ya da beşinden kurtulduk, ama Karanlıkdostlarının kayıplarını gizlemek için ölülerini götürme eğilimleri düşünülürse, ceset bulacağımızdan şüpheliyim. Bu planlı bir pusu gibi görünüyor, ama insanın aklına…”

Zayıf adam konuşmaya devam ederken Perrin’in boğazı tıkandı. Elyas? İhtiyatla, gönülsüzce, Elyas’a, kurtlara uzandı… ve hiçbir şey bulamadı. Sanki hiç kurtların zihnini hissetmemiş gibiydi. Ya öldüler, ya da seni terk ettiler. Acı bir kahkaha almak istedi. Sonunda baştan beri istediği olmuştu, ama bedeli çok ağırdı.

Gri saçlı adam tam o sırada güldü, tok, alaycı bir gülüş. Byar’ın yanaklarında kırmızı noktalar belirdi. “Demek, Byar Evlat, elliden fazla kurt ve en az bir düzine Karanlıkdostunun planlı pususuna düştüğümüzü tahmin ediyorsun. Öyle mi? Belki birkaç harekat daha gördükten sonra…”

“Ama, Lord Kumandan Bornhald…”

“Altı, yedi kurt olduğunu söyleyebilirim Byar Evlat, ve belki bu ikisinden başka insan yoktu. Gerçek bir şevkin var, ama şehirlerin dışında hiç deneyimin yok. Sokaklar ve evler çok uzakken Işık getirmek farklı bir şeydir. Kurtlar geceleyin olduklarından fazla görünebilir –insanlar da. En fazla altı ya da sekiz, bence.” Byar’ın yüzü yavaş yavaş daha da kızardı. “Aynı zamanda, buraya bizimle aynı sebep için geldiklerini tahmin ediyorum: herhangi bir yönde, bir günlük mesafe dahilinde tek kolay su kaynağı. Çocukların içinde casuslar ve hainler aramaktan çok daha basit bir açıklama ve genellikle en basit açıklama en doğrusudur. Deneyim kazandıkça öğreneceksin.”

Babacan adam konuşurken Byar’ın yüzü ölü gibi beyazladı, sıska yanaklarındaki iki nokta, kırmızıdan mora dönüştü. Gözleri bir anlığına iki tutsağı biçti.

Artık bizden daha fazla nefret ediyor, diye düşündü Perrin. Bunları duyduğumuz için. Ama neden bizden başlangıçta nefret ediyordu?

“Bu konuda ne düşünüyorsun?” dedi Lord Kumandan, Perrin’in baltasını kaldırarak.

Byar sorarcasına komutanına baktı ve silahı almak üzere katı duruşunu bozmak için adamın başını sallamasını bekledi. Baltayı tarttı, şaşkın bir homurtu çıkardı, sonra çadır tavanını kılpayı kaçıran bir yay çizerek başının üzerinde savurdu. Silahı, sanki ellerinde baltayla doğmuş gibi emin bir tavırla tutuyordu. Yüzünden kıskanç bir hayranlık ifadesi geçti, ama baltayı indirdiği zaman yüzü her zamanki gibi ifadesizdi.

“Mükemmel bir dengesi var, Lord Kumandan. Sade, ama çok iyi bir silah imalatçısı tarafından yapılmış, hattâ belki bir usta tarafından.” Gözleri kara kara yanarak tutsaklara çevrildi. “Bir köylü silahı değil, Lord Kumandan. Ne de bir çiftçi silahı.”

“Hayır.” Gri saçlı adam, torunlarının yaramazlık yaptığını bilen iyilik dolu bir dede gibi bitkin, hafifçe paylayan bir gülümseme ile Perrin ve Egwene’e döndü. “Adım Geofram Bornhald,” dedi. “Anladığım kadarıyla sen Perrin’sin. Ama sen, genç hanım, ismin nedir?”

Perrin ona dik dik baktı, ama Egwene başını iki yana salladı. “Aptal olma, Perrin. Adım Egwene.”

“Yalnızca Perrin ve yalnızca Egwene,” diye mırıldandı Bornhald. “Ama sanırım gerçekten Karanlıkdostuysanız, kimliklerinizi elinizden geldiğince gizlemeye çalişacaksınız.”

Perrin dizlerinin üzerinde doğruldu; bağlar yüzünden daha fazla kalkamıyordu. “Biz Karanlıkdostu değiliz,” diye itiraz etti öfkeyle.

Sözcükler ağzından tamamen çıkmadan Byar yanına ulaştı. Adam yılan gibi hareket ediyordu. Perrin kendi baltasının sapının ona doğru savrulduğunu gördü, eğilmeye çalıştı, ama kalın sap kulağının üzerine çarptı. Yalnızca darbeden uzaklaşıyor olduğu gerçeği kafasının yarılmasını engelledi. Yine de gözlerinde ışıklar çaktı. Yere çarparken nefesi kesildi. Kulakları çınlamaya, yanağından aşağı kan akmaya başladı.

“Buna hakkınız yoktu,” diye başladı Egwene ve balta sapı ona doğru savrulurken çığlık attı. Kendini yana attı, o yerdeki kumaşa dolanırken balta sapı ıslık çalarak üzerinden geçti.

“Işıkla Kutsanmışla konuşurken,” dedi Byar, “dilini tutacaksın, yoksa onu keserim.” En kötüsü, sesinde hiç duygu olmamasıydı. Dillerini kesmek ona ne zevk, ne üzüntü verecekti, yalnızca yapacağı bir şeydi.

“Sakın ol, Byar Evlat.” Bornhald bakışlarını tutsaklarına çevirdi. “Sanırım Kutsanmış’la ya da Işığın Evlatlarının Lord Kumandanı ile ilgili çok şey bilmiyorsunuz, değil mi? Hayır, bildiğinizi düşünmemiştim. Eh, en azından Byar Evlat’ın hatırına itiraz etmeye ya da bağırmaya kalkmayın, olmaz mı? Işık’ta yürümenizden çok istediğim bir şey yok ve öfkeye kapılmanın hiçbirimize faydası olmaz.”

Perrin, tepelerine dikilmiş zayıf yüzlü adama baktı. Byar Evlat’ın hatırına mı? Lord Kumandan’ın Byar’a onları rahat bırakmasını söylemediğini fark etti. Byar’la göz göze geldi ve adam gülümsedi; gülümseme adamın yalnızca ağzına dokundu, ama yüzünün derisi daha gerildi, öyle ki kafatası gibi görünmeye başladı. Perrin ürpertti.

“Kurtlarla koşan adamları duydum,” dedi Bornhald düşünceler içinde, “ama daha önce hiç görmemiştim. Sözde kurtlarla ve Karanlık Varlık’ın başka yaratıkları ile konuşan insanlar. Pis bir iş. Son Savaş’ın gerçekten de geldiğinden korkuyorum.”

“Kurtlar…” Byar’ın çizmesi geri çekilince Perrin sustu. Derin bir nefes aldı ve daha ılımlı bir sesle devam etti. Byar hayal kırıklığıyla yüzünü buruşturarak ayağını indirdi. “Kurtlar Karanlık Varlık’ın yaratıkları değil. Karanlık Varlık’tan nefret ederler. En azından, Trolloclardan ve Soluklardan nefret ediyorlar.” Gergin yüzlü adamın kendi kendine başını salladığını görünce şaşırdı.

Bornhald bir kaşını kaldırdı. “Sana kim söyledi?”

“Bir Muhafız,” dedi Egwene. Byar’ın hararetli bakışları önünde geriledi. “Kurtların Trolloclardan, Trollocların da kurtlardan nefret ettiğini söyledi.” Perrin, kızın Elyas’tan bahsetmemesine memnun oldu.

“Bir Muhafız,” diye içini çekti gri saçlı adanı. “Tar Valon cadılarının bir yaratığı. Kendisi Karanlıkdostu iken ve Karanlıkdostlarının hizmetkarı iken o tip adamlar başka ne diyebilir ki? Trollocların kurt dişlerine ve burunlarına, kurt kürküne sahip olduklarını bilmiyor musunuz?”

Perrin zihnini berraklaştırmaya çalışarak gözlerini kırpıştırdı. Beyni hâlâ acıyla pelteye dönüşmüş gibiydi, ama burada yanlış bir şey vardı. Fakat düşüncelerini, yanlış olan şeyi ayırt edecek kadar düzenleyemiyordu.

“Hepsi değil,” diye mırıldandı Egwene. Perrin, Byar’a ihtiyatlı bir bakış fırlattı, ama zayıf adam yalnızca kızı izlemekle yetindi. “Bazılarının koçlar ya da keçiler gibi boynuzları var, ya da şahin gagaları, ya da… ya da… her tür şey.”

Bornhald hüzünle başını iki yana salladı. “Size her şansı veriyorum, ama her sözcüğünüzle daha derine batıyorsunuz.” Bir parmağını kaldırdı. “Kurtlarla koşuyorsunuz, Karanlık Varlık’ın yaratıkları ile.” İkinci parmağını kaldırdı. “Bir Muhafız tanıdığınızı itiraf ediyorsunuz, Karanlık Varlık’ın bir başka yaratığı. Yalnızca geçerken bile olsa, size böyle bir şey söyleyeceğinden kuşkuluyum.” Üçüncü parmak. “Sen, çocuk, cebinde bir Tar Valon işareti taşıyorsun. Tar Valon dışında çoğu insan bunlardan elinden geldiğince çabuk kurtulur. Tar Valon cadılarına hizmet etmedikleri sürece.” Dördüncü. “Çiftçi çocuğu gibi giyinmişken yanında bir savaşçı silahı taşıyorsun. Demek ki kılık değiştirmişsin.” Baş parmak kalktı. “Trolloclardan ve Myrddraallerden haberiniz var. Bu kadar güneyde, ancak birkaç alim ve Sınırboyları’na gidenler onların hikaye olmadığına inanır. Belki Sınırboyları’na gitmişsinizdir, ha? Eğer öyleyse söyleyin, nereye? Ben Sınırboyları’nda epey yolculuk yaptım; oraları çok iyi bilirim. Hayır mı? Ah, pekala o zaman.” Açtığı eline baktı, sonra elini masaya indirdi. Dede ifadesi, torunlarının gerçekten de çok ciddi bir yaramazlık yaptığını söylüyordu. “Gecenin içinde kurtlarla koşmanız hakkında gerçeği neden söylemiyorsunuz?”

Egwene ağzını açtı, ama Perrin, kızın çenesindeki inatçı ifadeyi gördü ve daha önce uydurdukları hikayelerden birini anlatacağını hemen anladı. Bu işe yaramazdı. Şimdi, burada değil. Perrin’in başı ağrıyordu, düşünecek zamanı olmasını diliyordu, ama zaman yoktu. Bu Bornhald’ın nerelere gittiğini, hangi toprakları ve şehirleri tanıdığını kim bilebilirdi? Onları yalan söylerken yakalarsa, gerçeğe dönmek için fırsatları olmayabilirdi. Bornhald o zaman Karanlıkdostu oldukları konusunda ikna olurdu.

“Biz İki Nehirlıyiz,” dedi çabucak.

Egwene kendine hakim olamadan önce ona öylece bakakaldı, ama delikanlı gerçeğe –ya da onun bir versiyonuna– sadık kaldı. İkisi, Caemlyn’i görmek için İki Nehır’den ayrılmıştı. Yolda büyük bir şehrin yıkıntılarını duymuşlardı, ama Shadar Logoth’u bulduklarında orada Trolloclar vardı. İkisi Arinelle Irmağı’nın karşısına kaçmayı başarmışlar, fakat kaybolmuşlardı. Sonra onları Caemlyn’e götürmeyi teklif eden bir adamla karşılaşmışlardı. Adam, adının onları ilgilendirmediğini söylemişti ve hiç de dostcanlısı davranmamıştı, ama bir kılavuza ihtiyaçları vardı. Kurtları ilk, Işığın Evlatları ortaya çıktıktan sonra görmüşlerdi. Tek yaptıkları, kurtlar tarafından yenmemek ve atlılar tarafından öldürülmemek için saklanmaya çalışmak olmuştu.

“… Sizin Işığın Evlatları olduğunuzu bilseydik,” diye bitirdi, “yardım için size başvururduk.”

Byar inanmazlık içinde hıhladı. Perrin pek aldırmıyordu; eğer Lord Kumandan ikna olursa, Byar onlara zarar veremezdi. Lord Kumandan Bornhald emrederse Byar’ın nefes almaktan vazgeçeceği açıktı.

“Bu hikayede Muhafız yok,” dedi gri saçlı adam bir dakika sonra.

Perrin’in icadı başarısız olmuştu; durup düşünmesi gerektiğini biliyordu. Egwene imdadına yetişti. “Baerlon’da karşılaştık. Şehir kıştan sonra madenlerden gelen adamlarla doluydu ve handa aynı masaya oturtulduk. Yalnızca yemek boyunca konuştuk.”

Perrin yine nefes almaya başladı. Teşekkür ederim, Egwene.

“Onlara eşyalarını geri ver, Byar Evlat. Silahları değil, elbette.” Byar şaşkınlık içinde ona bakınca, Bornhald ekledi, “Yoksa aydınlanmamış olanları soyanlardan mısın, Byar Evlat? Bu kötü bir şey, değil mi? Hiç kimse hem hırsız olup, hem Işık’ta yürüyemez.” Byar bu fikir karşısında hissettiği inanmazlık ile mücadele ediyor gibiydi.

“Bizi bırakıyor musunuz?” Egwene şaşırmış görünüyordu. Perrin başını kaldırıp Lord Kumandan’a baktı.

“Elbette hayır, çocuğum,” dedi Bornhald hüzünle. “İki Nehirli olmanız konusunda doğruyu söylüyor olabilirsiniz. Baerlon’u ve madenleri biliyorsunuz. Ama Shadar Logoth…? Bu ismi gerçekten pek az sayıda insan bilir ve bilenlerin çoğu Karanlıkdostudur. İsmi bilecek kadar çok şey bilen herkes, oraya gitmemesi gerektiğini de bilir. Amador yolunda daha iyi bir hikaye bulmanızı öneririm. Zamanınız olacak, çünkü Caemlyn’de durmamız gerekecek. Gerçeği tercih ederim, çocuğum. Gerçekte ve Işık’ta özgürlük vardır.”

Byar, gri saçlı adama göstermesi gereken saygıyı bir an unuttu. Tutsaklardan komutanına döndü ve sözlerinde öfke dolu bir paylama vardı. “Yapamazsınız! Buna izin yok!” Bornhald sorgularcasına bir kaşını kaldırdı ve Byar kendini toparladı, yutkundu. “Beni affedin, Lord Kumandanım. Kendimi unuttum ve alçakgönüllülükle affınızı diliyorum ve vereceğiniz cezaya razı oluyorum, ama Caemlyn’e zamanında ulaşmamız gerektiğini Lord Kumandan bizzat söyledi ve atlarımızın çoğu gitmişken, yanımızda tutsak taşımadan da güçlük çekeceğiz.”

“Peki sen ne önerirsin?” diye sordu Bornhald sakinlik içinde.

“Karanlıkdostlarının cezası ölümdür.” Düz sesi söylediklerini daha da sinirbozucu yaptı. Bir böceği ezmekten bahsediyor da olabilirdi. “Gölge ile anlaşma yapılmaz. Karanlıkdostları için merhamet yoktur.”

“Şevkin övgüye değer, Byar Evlat, ama, sık sık oğlum Dain’e söylediğim gibi, aşırı şevk acı verici bir kusurdur. İlkelerin söylediği bir başka şeyi hatırla. Hiç kimse Işık’a getirilemeyecek kadar kaybolmamıştır.’ Bu ikisi genç. Henüz Gölge’nin derinliklerine dalmış olamazlar. Gözlerindeki Gölge’nin kaldırılmasına izin verirlerse, hâlâ Işık’a getirilebilirler. Onlara bu fırsatı vermeliyiz.”

Perrin bir an Byar ile onların arasında duran bu babacan adama sevgi duydu. Sonra Bornhald babacan gülümsemesini Egwene’e çevirdi.

“Eğer Amador’a ulaştığımız zaman Işık’a dönmeyi reddedersen, seni Sorguculara teslim etmek zorunda kalırım ve onların yanında Byar’ın şevki güneşin yanındaki mum kadardır.” Gri saçlı adamın sesi, yapmak zorunda olduğu şeyden üzüntü duyan, ama görevi olan şeyi yapmaktan başka hiçbir niyeti olmayan bir adam gibi çıkıyordu. “Tövbe et, Karanlık Varlık’ı terk et, Işık’a gel, günahlarını itiraf et, kurtlarla ilgili bu şer hakkında bildiklerini anlat, Sorguculardan kurtulursun. Işık’ta, özgür yürürsün.” Bakışları Perrin’e odaklandı ve hüzünle içini çekti. Perrin’in belkemiği buz kesti. “Ama sen, İki Nehirli Perrin. Çocuklardan ikisini öldürdün.” Hâlâ Byar’ın elinde duran baltaya dokundu. “Korkarım Amador’da seni darağacı bekliyor.”

Загрузка...