Bölüm 11

“Sizi hiç anlamıyorum” dedi Cedric Crackenthorpe.

Bakımsızlıktan neredeyse yıkılmak üzere olan domuz ağılının duvarına yaslanmış, Lucy Eyelesbarrow’u süzüyordu.

“Anlayamadığınız ne?”

“Burada ne aradığınız?”

“Yaşamımı kazanmaya çalışıyorum.”

“Hizmetçilik yaparak mı?” Sesindeki belirgin küçümseme hemen anlaşılıyordu.

“Siz nerede yaşıyorsunuz Tanrı aşkına?” Lucy öfkeyle söylendi. “Hizmetçi ne demek? Ben ev işleri yardımcısıyım; profesyonel bir kâhya ya da Tanrı’nın bir armağanı; en çok da bu sonuncusu hiç kuşkusuz!”

“Burada yaptığınız işlerden hoşlanıyor olamazsınız, yemek pişirmek, yatak düzeltmek, elektrik süpürgesi ya da adı her neyse o gürültülü nesneyle ortalıkta dolanmak, bileklerine kadar bulaşık sularına gömülmek…”

Lucy güldü.

“Aslında belki ben de tüm ayrıntılardan hoşlanmıyor olabilirim ama örneğin yemek pişirmekten büyük zevk alıyorum, yemek yaparken tüm yaratıcılığımı ortaya koyduğuma inanıyorum. Ayrıca darmadağın bir yeri derleyip toplamaktan da mutluluk duyuyorum.”

“Bense sürekli bir dağınıklık içinde yaşıyorum” diyen Cedric üzerine basarak inatla ekledi. “Hatta bundan mutluluk duyuyorum.”

“Evet mutlu olduğunuz belli.”

“İbiza’daki kulübemde yaşam basit temeller üzerine kurulmuştur. Üç tabak, iki fincan ve altı, bir yatak, bir masa ve birkaç sandalye. Her taraf toz, boya lekeleri ve taş parçacıklarıyla dolu. Resim yanında aynı zamanda heykel de yapıyorum. Üstelik de bütün bunlara kimsenin elini bile değdirmesine izin vermiyorum. Ve evimin yakınında bile kadın görmek istemiyorum.”

“Hiçbir anlamda mı?”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Sizin gibi sanatçıların hareketli bir aşk yaşamları olduğunu düşünürdüm.”

“Sizin deyişinizle, aşk yaşamımın bu konuyla hiç ilgisi yok. O özel yaşamım!” diye belirtti Cedric alçakgönüllülükle. “Ancak temizlik ateşiyle yanan hükümran kadınlara tahammülüm yok.”

“Aslına bakarsanız küçük kulübenizi bir ziyaret etmek isterdim” dedi Lucy gülümseyerek. “İlginç bir deneyim olurdu.”

“Bu olanağı bulamayacağınızdan emin olabilirsiniz.”

“Korkarım öyle!”

Domuz ağılından birkaç kiremit düştü. Cedric başım çevirerek, dalgın bakışlarla ağılın derinliklerini süzmeye başladı.

“Sevgili emektar Madge!” diye mırıldandı. “Onu çok iyi anımsıyorum. Gerçekten çok sevimli bir hayvandı, ayrıca çok da üretken bir yaratıktı. Son doğumunda bir batında on yedi yavrusu olduğunu anımsıyorum. Havanın güzel olduğu öğleden sonralarda buraya gelip elimizdeki bir sopayla onun sırtını kaşırdık. Bundan o kadar hoşlanırdı ki!”

“Peki ama bütün buralar niçin bu hale gelecek kadar bakımsız bırakıldı? Bunun tek nedeni savaş olamaz, değil mi?”

“Sanırım buraya da çekidüzen vermeyi düşündünüz, bir an için bile olsa! Ne meraklı kadınsınız! Şimdi cesedi bulanın niçin siz olduğunuzu çok daha iyi anlıyorum. Zaten başkasının olması olanaksızdı… Grekoromen döneminden kalma bir lahidi bile karıştırmadan durmanız mümkün değil.” Bir süre susup düşündükten sonra genç kadının sorusunu yanıtladı. “Hayır bunun tek nedeni savaş değil. Asıl neden babam. Onun hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Henüz onu tanımak için yeterli fırsatım olmadı.”

“Kaçamak yanıtlar vermeye çalışmayın. Yeryüzünde yaşayan en büyük cimri olmasının yanı sıra, bana kalırsa kafasındaki tahtalardan da biri eksik. Üstelik hepimizden nefret ediyor, tabi Emma dışında. Bunun tek nedeni de büyükbabamızın vasiyeti.”

Lucy, onu meraklı bakışlarla süzdü.

“Büyükbabam tonla para kazanma olanağı bulmuş, dörtayak üzerine düşmüş şanslılardan biriydi. Şu Crunchie, Cracker Jacks ve Cosy Crips denilen krakerlerden, cipslerden filan dünyanın parasını kazanmış. Hani şu beş çaylarında yenen türde şeyler; ayrıca uzak görüşlü ve basiretli bir adam olduğu için de tam zamanında üretim bandında değişiklik yapıp şimdi bile partilerde severek yenilen peynirli krakerlerin ve kanepelerin üretimine dönmüş. Ancak babamın kraker üretiminden daha yüksek hedefler peşinde olduğu geç de olsa ortaya çıkmış. İtalya’da, Balkanlar’da, Yunanistan’da dolaşıp sanat eserlerinin peşinden koşarak onları topluyormuş. Bu büyükbabamı ürkütmüş. Onun hiçbir zaman iyi bir tüccar olamayacağı gibi sanattan da pek anlamadığını keşfetmesi uzun sürmemiş. (Bu arada her iki konuda da tam anlamıyla haklı). Böylece bütün servetini torunlarına bıraktı. Babam yaşamı boyunca servetin gelirini alacak ancak ana sermayeye dokunma hakkı yok. Bu durum karşısında onun ne yaptığını düşünebiliyor musunuz? Para harcamayı kesti. Buraya yerleşip para biriktirmeye başladı. Sanırım bu arada büyükbabamın yaşamının sonunda bıraktığı kadar bir serveti banka hesabında biriktirmeyi başarmıştır. Bizler ise, Harold, ben, Alfred ve Emma büyükbabamızın parasından tek bir kuruş bile alabilmiş değiliz. Ben tanınmış bir ressam sayılırım. Harold ticaret hayatına atıldı ve kendine şehirde oldukça iyi ve saygın bir yer edindi, finans konusunda bir dâhi ama şu aralar onun da bazı sıkıntıları olduğuna ilişkin dedikodular duydum. Alfred’e gelince… Alfred hep sorun yaratmıştır. Ailenin sorunlu çocuğudur.”

“Niçin?”

“Düşünemeyeceğiniz kadar çok nedenden! O bir anlamda ailenin yüz karasıdır. Henüz hapse girmedi ama her an için girebilir. Savaş sırasında ordunun levazım bölümündeydi; ancak bugüne kadar hiç açıklanmayan nedenlerle bir gün içinde orayı terk etmek zorunda kaldı. Daha sonra da meyve konserveciliği işine soyundu ama onda da çok kuşkulu birtakım ticari ilişkiler ortaya çıktı… ve bir de yumurta ticareti var! Hiçbir zaman büyük işler peşinde koşmadı… ufak tefek dolandırıcılıklarla yaşamını sürdürmeye çalışıyor işte!”

“Yabancı birine bütün bunları anlatmak yanlış değil mi?”

“Niçin? Polis adına çalışan bir casus musunuz yoksa?”

“Öyle olabilirim de.”

“Sanmıyorum. Polis bizimle ilgilenmeye başlamadan önce de siz burada durup dinlenmeden çalışmayı yeğlemiştiniz. Bence…”

O sırada kardeşi Emma’nın mutfak bahçesine açılan kapıdan çıkmasıyla konuşmasına ara verdi.

“Merhaba Em! Ne oldu? Çok kötü görünüyorsun.”

“Öyleyim de! Seninle bir an önce konuşmam gerekiyor, Cedric.”

Lucy hemen saygıyla söze karıştı. “Benim zaten hemen eve dönmem gerekiyor.”

“Bence burada kalmalısınız” dedi Cedric. “Yaşanan olaylar ve bu cinayet sizi de ailenin bir ferdi durumuna getirdi.”

“Ama yapacak çok işim var. Yalnızca biraz maydanoz toplamak için gelmiştim.”

Hızlı adımlarla mutfak bahçesine doğru uzaklaştı. Cedric bakışlarıyla onu izliyordu.

“Çok hoş bir kız!” dedi. “Gerçekte kim olduğunu çok merak ediyorum.”

“Çok iyi tanınan biri o!” diye açıkladı Emma. “Yaptığı işin gerçek anlamda uzmanı. Neyse, Lucy Eyelesbarrow konusunu bir yana bırakalım, Cedric. Gerçekten çok endişeliyim. Polis ölü kadının yabancı, büyük olasılıkla da Fransız olduğunu düşünüyor. Ne dersin Cedric, o… Martine… olabilir mi?”


* * *

Cedric bir iki dakika kadar kardeşini anlamsız bakışlarla süzdükten sonra sordu:

“Martine mi? Tanrı aşkına o da kim?… Ah evet sen Martine’i kastediyorsun!”

“Evet. Ne dersin…”

“Peki ama bu kadın niçin Martine olsun ki?”

“Düşünüyorum da ondan gelen telgraf aslında bir hayli tuhaftı. Bu aşağı yukarı aynı zamanlara denk geliyordu… Ne dersin, her şeye rağmen buraya gelmiş olabilir mi…”

“Saçma! Martine niçin buraya gelip üstelik de Uzun Ambar’a gitsin? Neden? Bence bu tamamen olanaksız.”

“Ne dersin bu konudan Müfettiş Bacon’a… ya da diğer adama bahsedeyim mi?”

“Hangi konudan?”

“Şey… Martine’den! Ondan gelen mektuptan!”

“İşleri daha da çıkmaza sokmanın hiçbir yararı yok sevgili Em, konuyla ilgisi olmayan bir sürü saçmalığı ortaya dökmek anlamsız. Aslına bakarsan Martine’den gelen mektup bana başından bu yana kuşkulu görünüyor.”

“Bence öyle değil.”

“Sen daima olmayacak şeylere inanıp onları sorun etmeye bayılırsın zaten sevgili Emma! Sana önerim, sakin ol ve dilini sıkı tut. Değerli cesetlerinin kim olduğunu teşhis etme konusunu da polise bırak. Harold’un da sana aynı öneride bulunacağından eminim.”

“Harold’un da aynı görüşte olacağını biliyorum. Hatta Alfred de! Ama endişeleniyorum Cedric, gerçekten çok endişeleniyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum.”

“Hiçbir şey!” diye yanıtladı Cedric kararlılıkla. “Çeneni tutacaksın, hepsi bu Emma! Sana sorulmadan konuşma; önümüzdeki günlerde bunu hiç aklından çıkarma!”

Emma içini çekti. Eve doğru ilerlerken vicdanının onu rahatsız ettiğini hissediyordu.

Evin girişine ulaştığında gitmek için Küçük Austin arabasının kapısını açmakta olan Dr. Quimper ile karşılaştı. Adam Emma’yı görünce arabasını bırakarak genç kadına doğru yaklaştı.

“Merhaba Emma! Baban çok formda!” dedi. “Cinayet ona yaramış. Yaşama şevki vermiş diyebilirim. Bunu başka bazı hastalarıma da mı önersem acaba?”

Emma istemeden gülümsedi. Dr. Quimper karşısındakinin tepkilerini anlamakta çok ustaydı.

“Bir sorun mu var?” diye sordu.

Emma başını kaldırarak baktı. Doktorun iyi niyetine ve yakınlığına güveniyordu. O bir doktordan çok daha fazlası, güvenilebilecek bir dost olduğunu kanıtlamıştı. Onun dobra tavırlarından hiç rahatsız olmuyordu; bu davranışların gerisindeki yakınlığı çok iyi sezebiliyordu.

“Evet, çok endişeliyim” diye açıkladı. “Bana açıklamak ister misin? Tabi istemiyorsan anlatmayabilirsin.”

“Anlatıp rahatlamak isterim, hem de çok. Ayrıca bildiğiniz bir konu! Sorun benim ne yapmam gerektiğini bilememem.”

“Aslında yargılarında çok isabetli ve kararlı bir insan olduğunu söyleyebilirim. Sorun neydi?”

“Size daha önce ağabeyimden bahsettiğimi anımsıyor musunuz?… Hani savaşta ölenden… tabi bahsetmemiş de olabilirim.”

“Hani şu evlenen… ya da evlenmek isteyenden mi? Hani bir Fransız kızıyla? Öyle bir şeydi, değil mi?”

“Evet, o mektuptan kısa bir süre sonra da onun savaşta öldüğüne dair bir mektup aldım. O zamandan bu yana da o kızdan hiçbir haber almadık. Tek bildiğimiz küçük adı, o kadar! Hep bize mektup yazmasını ya da herhangi bir şekilde bağlantı kurmasını bekledik ama olmadı. Hiçbir zaman hiçbir şey öğrenemedik. Ta ki bir ay öncesine kadar… yani tam Noel’den evvel!”

“Anımsıyorum. Bir mektup almıştınız, değil mi?”

“Evet. İngiltere’de olduğunu ve buraya gelip bizleri görmek istediğini yazıyordu. Her şey ayarlanmıştı ama son anda bir telgraf çekip, hiç beklenmedik çok önemli bir durum nedeniyle Fransa’ya dönmek zorunda kaldığını bildirdi.”

“Peki ama sorun ne?”

“Polis öldürülen kadının… Fransız olduğunu düşünüyor.”

“Sahi mi? Demek öyle? Bana kalırsa tipinden İngiliz olması çok daha olası ama bunu kim kesin olarak bilebilir ki? Peki ama se-i böyle endişelendiren öldürülen bu kadının ağabeyinin kız arkadaşı ya da karısı olabileceği olasılığı mı?”

“Evet.”

“Bence bu pek olası değil” diyen Dr. Quimper sakin bir tonda ekledi. “Yine de ne hissettiğini çok iyi anlıyorum.”

“Polise bundan bahsetmem gerekip gerekmediği konusunda tereddütteyim. Cedric ve diğerleri bunun tamamen gereksiz olduğunu söylüyorlar. Sizce ne yapmalıyım?”

“Hımm.” Dr. Quimper dudaklarını büzüştürdü. Yanıt vermeden birkaç dakika derin düşüncelere daldı. Sonra isteksizce görüşünü açıkladı. “Aslına bakarsan hiçbir şey söylememen en kolayı. Ağabeylerinin bu konudaki duygularını çok iyi anlıyorum. Ama yine de…”

“Ne?”

Quimper, ona baktı. Doktorun gözlerinde sevecen, etkileyici bir parıltı belirdi.

“Ben olsam doğruca onlara gidip her şeyi anlatırdım” dedi. “Bunu yapmadığınız takdirde huzur duyamayacağınızı biliyorum. Sizi çok iyi tanıyorum.”

Emma kızardı.

“Bu yaptığım aptallık değil mi?”

“Sizin için doğru olanı yapmalısınız, tatlım! Bırakın ailenin geri kalanı ne derse desin! Sizin kararlarınızın daima onlarınkinden daha doğru olduğuna eminim.”

Загрузка...