Bölüm 20

Craddock’un telefondaki sesi çok şaşırmış olduğunu belli ediyordu.

“Alfred mi?” dedi. “Alfred mi?”

Telefon ahizesini bir kulağından diğerine geçiren Müfettiş Bacon, sordu.

“Bunu beklemiyordunuz, değil mi?”

“Hayır! Aslında Alfred’in katil olma ihtimali çok fazlaydı.”

“Trendeki biletçinin onu teşhis ettiğini duydum. Durum onun açısından bayağı kötüydü. Adamımızı ele geçirmiş gibiydik.”

“Evet” dedi Craddock soğuk, anlamsız bir sesle. “Yanılmışız!”

Kısa bir sessizlik oldu. Daha sonra Craddock sordu.

“Hastalar hemşirenin gözetimi altındaydı? Bu konuda nasıl olup da atlamış?”

“Onu suçlayamayız. Bayan Eyelesbarrow yorgunluktan bitap düşüp biraz uzanmış. Hemşirenin ise o sırada beş hastaya bakması gerekiyormuş, ihtiyar Crackenthorpe, Emma, Cedric, Harold ve Alfred. Aynı anda her yerde olması olanaksız. Anlaşıldığı kadarıyla en büyük şamatayı koparan ihtiyar Bay Crackenthorpe olmuş. Ölmek üzere olduğunu söyleyip inliyormuş. Hemşire yanına gidip onu sakinleştirmiş; daha sonra da Alfred’e meyve şekerli çay vermiş. Adam çayı içince de olan olmuş.”

“Yine arsenik mi?”

“Öyleye benziyor. Tabi bir hastalık nüksetmiş de olabilir, ama Quimper olmadığını söylüyor, Johnson da aynı fikirde.”

“Acaba gerçek kurban Alfred miydi?” diye kuşkuyla sordu Craddock.

Bu konu Bacon’un da ilgisini çekmişe benziyordu. “Alfred’in ölümünün kimseye bir yarar sağlamadığını, ölen ihtiyar adam olsaydı hepsinin çıkarı olacağını mı ima ediyorsunuz? Bir yanlışlık yapılmış olabilir, belki biri çayı ihtiyar için hazırladı.”

“Zehrin bu şekilde verildiği kesin mi?”

“Hayır, tam olarak değil! Hemşire her iyi hemşirenin yapması gerektiği gibi tabakları, fincanları kaşıkları hemen yıkayıp kaldırmış. Ama başka bir ihtimal de yok.”

“Yani o zaman hastalardan biri diğerleri kadar ağır değildi” diye düşüncelerini açıkladı Craddock. “Fırsattan yararlanıp, fincana zehri koydu.”

“Neyse, artık böyle kuşkulu olaylar olmaz” dedi Müfettiş Bacon sıkıntıyla. “Bu işin başına iki hemşire koyduk, Bayan Eyelesbarrow hariç. Oraya birkaç adamımı da gönderdim. Siz geliyor musunuz?”

“Hiç vakit yitirmeden!”


* * *

Lucy Eyelesbarrow Müfettiş Craddock’u antrede karşıladı. Solgun ve bitkin görünüyordu.

“Çok kötü şeyler yaşamış olmalısınız” dedi Craddock.

“Her şey sonu gelmez korkunç bir kâbus gibi” dedi Lucy. “Dün akşam gerçekten de hepsinin öleceğini düşündüm.”

“Körili tavuk konusunda…”

“Ah, körili tavukta mıymış?”

“Evet, arsenik katılmış… Tipik bir Borgia olayı!”

“Eğer bu doğruysa” diye mırıldandı Lucy. “Bir tek ihtimal var. Bunu yapan aileden biri!”

“Başka ihtimal yok mu diyorsunuz?”

“Öyle. Bakın körili tavuk pişirmeye çok geç kalkıştım… saat on sekizden sonra… Bay Crackenthorpe ısrarla körili tavuk pişirmemi istedi. Yeni bir paket köri açtım, dolayısıyla zehrin ona karıştırılmış olması olanaksız. Sanırım körinin baskın bir lezzet olmasından faydalanıldı, değil mi?”

Derin düşüncelere dalan Craddock, “Arseniğin kendine özgü tadı yoktur” dedi. “Şimdi asıl konuya gelelim, piştiği sırada körili tavuğun yanına kimler gelmiş olabilir?”

Lucy düşündü.

“Yemek salonunda sofrayı hazırladığım sırada evdekilerden her biri gizlice mutfağa girmiş olabilir.”

“Anlıyorum. Evde kimler vardı? Yaşlı Crackenthorpe, Emma, Cedric…”

“Harold ve Alfred. O gün öğleden sonra Londra’dan gelmişlerdi. Sonra, evet Bryan… Bryan Eastley de buradaydı. Yemekten hemen önce gitti. Brackhampton’da bir adamla buluşacakmış.”

Craddock sıkıntılı bir halde düşüncelerini açıkladı. “Her şey ihtiyarın geçen Noel’deki hastalığıyla örtüşüyor. Quimper o zaman da arsenikten kuşkulanmıştı. Ne dersiniz, sizce dün akşam hepsi aynı derecede mi hastalandı?”

Lucy düşündü. “Sanırım en kötü durumdaki Bay Crackenthorpe idi. Dr. Quimper onunla delicesine uğraşmak zorunda kaldı. Çok iyi ve ilgili bir doktor olduğunu söylemeliyim. Cedric en az şikayet edendi. Bu sağlıklı ve güçlü insanlar için tipik bir davranış, kuşkusuz!”

“Ya Emma?”

“O da çok kötüydü.”

“Niçin Alfred? Buna bir anlam veremiyorum” dedi Craddock.

“Ben de. Acaba hedef gerçekten de Alfred miydi?”

“Komik… aynı şeyi ben de kendi kendime sordum.”

“Bana çok anlamsız görünüyor.”

“Bütün bu olayın gerisindeki nedeni anlayabilseydim!” dedi Craddock. “Olayda uyuşmayan noktalar var. Diyelim ki lahitteki ceset Edmund Crackenthorpe’un dul eşi Martine Crackenthorpe! Bu hemen hemen kanıtlandı gibi. Bu noktadan hareket edebiliriz. Onunla Alfred’in zehirlenmesi arasında bir bağlantı olmalı. Cinayet nedeni burada, bu ailenin içinde gizli! Onlardan birinin akıl hastası olduğunu düşünmek bile durumu açıklamıyor.”

“Öyle denilebilir!” diye onayladı Lucy.

“Neyse, siz kendinize çok dikkat edin. Unutmayın ki evde zehir kullanan bir katil dolaşıyor ve yukarıda yatan hastalardan biri hiç de göründüğü kadar hasta olmayabilir.”

Craddock’un evden ayrılmasının ardından Lucy yeniden ağır ağır birinci kata çıktı. Yaşlı Bay Crackenthorpe’un odasının önünden geçerken inleyen, belki de hastalıktan iyice zayıflamış bir sesin kendini çağırdığını duydu.

“Kızım… kızım… sen mi geldin? Buraya bakar mısınız?”

Lucy içeri girdi. Bay Crackenthorpe yastıklara dayanmış yatağında yatıyordu. Bir hasta için oldukça neşeli görünüyor, diye düşündü Lucy.

“Evin her tarafı lanet olasıca hemşirelerle dolu” diye yakınmaya başladı Bay Crackenthorpe. “İnsanı rahatsız ediyorlar, önemli bir şey yaparmış gibi havalara giriyorlar, durmadan ateşini ölçüp, üstelik bana yemek olarak da istediklerimi vermiyorlar. Bütün bunlar bana kaça patlayacak, kim bilir! Emma’ya onları hemen göndermesini söyleyin. Bana siz daha iyi bakarsınız.”

“Bütün aile hasta” dedi Lucy. “Herkese birden bakmam olanaksız.”

“Mantarlar” dedi Bay Crackenthorpe. “Bunlar lanet, tehlikeli şeyler! Her şey dün akşamki çorba yüzünden oldu. Onu siz pişirmiştiniz” diye ekledi suçlayan bir ifadeyle.

“Mantarlar zararsızdı, Bay Crackenthorpe.”

“Ben zaten sizi suçlamıyorum, kızım, kesinlikle suçlamıyorum. Üstelik bu ilk değil. Araya karışan tek bir zehirli mantar bütün bunların olması için yeterli. Bunu önceden saptamak olanaksız. Sizin çok iyi bir kız olduğunuzu biliyorum. Böyle bir şeyi kasten yapmış olamazsınız. Emma nasıl?”

“Bugün öğleden sonradan bu yana daha iyiye gidiyor.”

“Ya Harold?”

“Onun durumu da iyiye gidiyor.”

“Alfred’in öte dünyaya göçtüğü doğru mu?”

“Bunu nereden öğrendiniz Bay Crackenthorpe?”

Bay Crackenthorpe sinsice, keyifle gülümsedi.

“Her şeyi öğrenirim ben” dedi. “Bu ihtiyardan bir şey gizlenmesi olanaksız. Bunun için ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar bu olanaksız! Alfred öldü, değil mi? Böylece hiç değilse artık benden para sızdıramayacak, üstelik mirasımdan da pay alamayacak. Hepsi benim gebermemi bekliyorlar, biliyorsunuz… en fazla bekleyen de Alfred’di! Ama şuna bakın ki o öldü. Şaka gibi bir şey bu!”

“Bu davranışınız hiç hoş değil!” dedi Lucy sert bir tavırla.

Bay Crackenthorpe yeniden güldü. “Hepsinden fazla yaşayacağım, göreceksiniz!” diye kıkırdadı. “Göreceksiniz kızım, göreceksiniz bunu!”

Lucy odasına giderek, raftan sözlüğü aldı ve “tontine” sözcüğüne baktı. Daha sonra kitabı kapatarak, gözünü boşluğa dikti.


* * *

“Bu konuda niçin buraya geldiğinizi anlayamıyorum” dedi Dr. Morris öfkeyle.

“Bay Crackenthorpe’u en uzun zamandır tanıyan sizsiniz” dedi Müfettiş Craddock.

“Doğru, bütün Crackenthorpeları tanıyorum. Büyükbaba Josiah Crackenthorpe’u anımsıyorum. Çetin cevizdi… çok da akıllı biriydi. Dünyanın parasını kazandı.” İhtiyar vücudunu oturduğu koltuğa rahatça yerleştirmek için kıpırdandı ve bu arada gür kaşlarının altından merakla müfettişi süzdü. “Demek şu aptal, genç Quimper’in sözlerine inandınız” dedi. “Ah bu deneyimsiz, hırslı genç doktorlar! Daima kafalarına bir şey takarlar. Bu da kafasını birinin yaşlı Crackenthorpe’u zehirleyeceğine takmış. Saçmalık bu! Bir melodramdan başka bir şey değil! Tabi ki kolit sıkıntısı çekiyor. Onu bu nedenle çok tedavi ettim. Çok sık kolit sancısı tutmuyordu… ama yine de arada sırada, sıkıntılarının tek nedeni bu!”

“Dr. Quimper’in bu konudaki düşüncesi çok farklı!” dedi Craddock.

“Doktorluk tahminde bulunmamayı gerektirir. Her şeye rağmen bir arsenik zehirlenmesiyle karşılaştığım zaman bunu hemen anlayacağımı iddia edebilirim.”

“Çok ünlü birçok doktor bunu başaramamıştır” diyen Craddock hafızasını biraz zorlayarak ekledi. “Greenbarrow olayında, Bayan Reney, Charles Leeds, Westbury ailesinin üç ferdini muayene eden doktorların hiçbiri gerekli kuşkuyu duymadıkları için sessiz sakin gömüldüler. Üstelik onların hepsi de iyi doktorlardı.”

“İyi, iyi, tamam” dedi Dr. Morris. “Benim hata yapmış olabileceğimi anlatmaya çalıştığınızı anlıyorum. Ama hiç sanmıyorum.” Bir dakika kadar susup düşündükten sonra ekledi. “Peki Quimper bunu kimin yaptığını düşünüyor… tabi yapan biri varsa?”

“Bunu bilemiyorum” diye yanıtladı Craddock. “Ama çok endişeli. Bildiğiniz gibi burada çok büyük miktarda para söz konusu!”

“Evet, evet biliyorum ve bu parayı da ancak Luther Crackenthorpe öldüğü takdirde alabilecekler. Hepsinin de paraya çok ihtiyaçları var. Bu doğru ama durumun böyle olması onların yaşlı adamı öldürmeyi denedikleri anlamını doğurmaz.”

“Şart değil, ama olabilir de!” diyerek yaşlı doktora hak verdiğini belirtti Müfettiş Craddock.

“Ayrıca” diye ekledi Dr. Morris. “Benim prensibim elimde kesin kanıtlar olmadıkça, kimseyi suçlamam. Hem de hiç kuşku duyulamayacak kadar kesin deliller olmadıkça! Bu anlattıklarınızın beni çok rahatsız ettiğini söylemeliyim. Büyük olasılıkla konu fazla miktarda arsenik kullanımı… ama yine de anlayamadığım bu konuda niçin bana geldiğiniz. Size yanıtım ancak benim böyle bir şeyi ummadığım olabilir. Belki de kuşkulanmalıydım. Belki de Luther Crackenthorpe’un hazımsızlık şikayetlerini daha ciddiye almalıydım. Ama bunun artık o kadar da önemi yok.”

Craddock hak verdi. “Benim asıl ihtiyacım Crackenthorpe ailesiyle ilgili biraz daha ayrıntılı bilgi. Ailede hiç akıl hastalığı var mı… herhangi bir saplantısı olan biri?”

Doktor kalın kaşlarının altından müfettişi sert bakışlarla süzdü. “Evet anlıyorum, düşüncelerinizin ne yöne doğru kaydığının farkındayım. Neyse, ihtiyar Josiah son derece aklı başında bir insandı. Ayakları yere basan, son, derece sağlam, dirençli biriydi. Karısı ise nevrotik bir tipti, melankoliye eğilimliydi. Bu yakın akraba evlilikleri olan bir aileden gelmesinin sonucuydu. İkinci oğlunun doğumundan hemen sonra öldü. Nasıl diyeyim, biliyorsunuz, Luther’e ondan küçümsenmeyecek bir miras kaldı. O da genç bir adamken son derece normaldi, yalnızca ara sıra babasıyla kavgaları oluyordu. Sanırım babasının onunla ilgili umutları farklıydı, Luther de buna bozuluyordu ve bu konuyu büyütüyordu. Sonuçta bu onda bir saplantı halini aldı ve kendi ev yaşamına da yansıdı. Eğer onunla biraz konuşacak olursanız oğullarından tüm kalbiyle nefret ettiğini göreceksiniz. Kızlarına karşı ise her zaman sevecendi. Hem Emma’ya, hem de Edie’ye… ikincisi bir süre önce öldü.”

“Peki oğullarından niçin nefret ediyor?”

“Bu sorunuza yanıt bulmak için şu yeni dönem psikologlarından birine gitmelisiniz… Ama sanırım Luther her zaman için kendini bir erkek olarak yetersiz buldu ve mali durumundan dolayı sıkıntı çekti. Gerçi oldukça yüksek bir faiz geliri var ama ana sermayeye dokunmaya hakkı yok. Eğer oğullarını mirasından reddetmeye hakkı olsaydı, onlardan bu derece nefret etmeyecekti hiç kuşkusuz. Bu anlamda hiçbir gücünün olmaması onu utandırıyor, kendini küçük hissetmesine neden oluyor.”

“Hepsinden daha fazla yaşamak iddiasında olmasının nedeni de bu olsa gerek” dedi Müfettiş Craddock.

“Olabilir. Bence pintiliğinin temel nedeni de bu! Diyebilirim ki bu arada büyük faiz gelirlerinden hatırı sayılır bir tutarı biriktirmeyi başarmıştır… tabi büyük çoğunluğunu da vergiler bugünkü baş döndürücü yüksekliğe ulaşmadan önce.”

O anda Müfettiş Craddock’un aklına yeni bir fikir geldi. “Öyleyse birikimlerini vasiyetnameyle birine bırakmış olmalı, değil mi? Bunu yapmaya hakkı olmalı.”

“Elbette… ama kime bıraktığını yalnız Tanrı bilir. Belki Emma’ya; ama bunu pek sanmıyorum. O zaten Josiah’ın mirasından kendine düşen payı alacak. Torunu Alexander’e bırakmış olabilir.”

“Onu seviyor, değil mi?” diye sordu Craddock.

“Eskiden çok sevdiği kesin. Ne de olsa o oğullarından birinin değil, kızının oğlu. Bu onun açısından önemli! Edie’nin kocası Bryan Eastley’den de hoşlandığını söyleyebilirim. Bryan’ı pek iyi tanımıyorum; ailenin bireylerini görmeyeli birkaç yıl oldu. Ancak savaş sonunda onun ne yapacağını bilmez bir durumda olduğunu anımsıyorum. Savaş sırasında kişiden beklenen tüm niteliklere sahip biri o: Cesaret, enerji, ataklık ve ‘benden sonra tufan’ anlayışı. Ancak dengeli, sakin bir yaşama alışabildiğini düşünmüyorum. Hiçbir yerde fazla kalamayacak biri o!”

“Genç nesil arasında bunun tuhaf karşıladığını söyleyebilir misiniz?”

“Neyse, Cedric ise eksantrik biri, hani şu doğuştan serkeş tiplerden. Belki pek normal de sayılmaz ama kim normal ki? Harold dinsel inançlarına bağlı, pek çağdaş biri değil, acımasız ve hep kendi çıkarlarını düşünüyor. Alfred ise başını her zaman belaya bulaştırır, daha küçük bir çocukken bile çok yaramazdı. Bir defasında bağış sandığından para aldığını görmüştüm. Böyle küçük şeyler işte. Neyse, zavallı bir ölünün arkasından konuşmuş olmayayım.”

“Ne oldu…” Craddock tereddüt içindeydi. “Emma Crackenthorpe için ne diyeceksiniz?”

“İyi ve sakin bir kız, insan onun ne düşündüğünü asla anlayamaz. Kendine göre planları ve fikirleri var, ama onları kendine saklıyor. İlk bakışta sanıldığından daha sağlam bir karaktere sahip.”

“Fransa’da şehit olan Edmund’u da tanıyordunuz, değil mi?”

“Evet. Diyebilirim ki aralarından en iyisi oydu. Sevecen, neşeli, gerçek bir beyefendi!”

“Şehit düşmeden hemen önce bir Fransızla evlendiği ya da evlenmek istediğini duymuş muydunuz?”

Dr. Morris alnını kırıştırdı. “Duymuş olabilirim, ama o kadar uzun süre geçti ki.”

“Daha savaşın başlarıydı, değil mi?”

“Evet. Ama eninde sonunda bir yabancıyla evlenmiş olmaktan dolayı pişmanlık duyacaktı.”

“Ancak bunu yapmış olduğuna dair kesin delillerimiz var” dedi Craddock.

Birkaç cümleyle son haftaların olaylarını özetledi.

“Gazetede lahit içinde bulunan bir kadın cesedine ilişkin bir haber okuduğumu anımsıyorum. Rutherford Hall’daydı değil mi?”

“Ayrıca bu kadının Edmund’un dul eşi olduğunu düşünmemiz için de nedenler var.”

“Bu bana çok garip görünüyor. Anlattıklarınız gerçek yaşamdan çok bir romana benziyor. Zavallıyı kim öldürmek istemiş olabilir ki… ayrıca bunun Crackenthorpe ailesindeki arsenik olayıyla nasıl bir ilgisi olabilir?”

“İki olasılık var ama ikisi de birbirinden uzak bir olasılık! Birincisi birinin Josiah Crackenthorpe’un mirasının tamamını isteyecek kadar hırslı olduğu.”

“Eğer biri böyle düşünüyorsa bu kesin olarak aptallık!” dedi Dr. Morris. “Bundan dolayı saçma sapan gelir vergileri ödemek zorunda kalacak.”

Загрузка...