Bölüm 14

Dermot Craddock Paris Polis Merkezi’nden Armand Dessin ile tanışıyordu. İki adam daha önce de birkaç kez karşılaşmış ve birbirleriyle çok iyi anlaşmışlardı. Craddock çok iyi Fransızca konuştuğu için de çoğunlukla bu dilde anlaşıyorlardı.

“Bu yalnızca bir tahmin” diye uyardı Dessin. Burada bale topluluğuna ait bir resim var. İşte bakın, sözünü ettiğimiz kadın soldan dördüncü. Bu size bir şey diyor mu?”

Müfettiş Craddock üzülerek pek bir şey kestiremediğini söyledi. Boğulmuş genç bir kadını resimden teşhis etmek hiç de kolay değildi. Üstelik de resimde tüm bayanların oldukça ağır makyajları ve kuş tüyleriyle bezeli, abartılı başlıkları vardı.

“Olabilir” dedi. “Daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim. O kim? Hakkında neler biliyoruz?”

“Hemen hemen hiçbir şey” dedi diğeri neşeyle. “Bakın, o çok önemsiz, az tanınan bir yıldız. Ayrıca Maritski bale topluluğu da grupta, tanınmayan bir grup. Taşra tiyatrolarında sahne alıyor, sürekli turneye çıkıyorlar. Grupta tanınan bir isim, bir yıldız ya da ünlü bir balerin yok. Ama sizi grubu yöneten Madam Joilet ile tanıştırmaya çalışacağım.”

Madam Joilet canlı, işini bilen bir kadındı; kurnaz, karşısındakinin içini okuyan bakışları vardı. Şişman kadının ince bıyığı dikkat çekiyordu.

“Bakın, açık söyleyeyim, ben polislerden hiç hazzetmem.” Ziyaretten duyduğu hoşnutsuzluğu gizlemeye gerek görmeden iki adamı dikkatle süzdü. “Onları gördüğüm her yerde huzursuz oluyorum.”

“Böyle söylememelisiniz, madam!” Zayıf, melankolik görünümlü Dessin karşı koydu. “Sizi ne zaman rahatsız ettik ki?”

“Karbolik asit içen o sersem kız konusunda örneğin” diye yanıtladı Joilet kararlılıkla. “Üstelik de her şeyin tek nedeni o sersem kızın orkestra şefine şık olmasıydı… kadınlardan hoşlanmayan, başka eğilimleri olan adama! Bu konuda çok büyük şamata koparmıştınız. Bu tür şeyler bale grubumun adını kirletiyor.”

“Aksine bu sayede büyük gişe başarısı sağlamıştınız” dedi Dessin. “Üstelik bu olay üç yıl önceydi. Geçmişin üzerinde bu kadar durmamalısınız. Neyse konumuza gelelim, şu Anna Stravinska denen kıza…”

Madam ihtiyatla sordu. “Ona ne olmuş?”

Müfettiş Craddock sordu. “O gerçekten Rus, değil mi?”

“Hayır. İsminden dolayı öyle düşünüyorsunuz, değil mi? Bu kızların hepsi kendilerine böyle değişik isimler takarlar. Önemli biri değildi, iyi dans etmiyordu, ayrıca güzel de değildi. Elle etait assez bien, c’est tout. Toplu danslarda uyumu fena değildi aslında, ama solo yapamıyordu.”

“Fransız mıydı?”

“Olabilir. Fransız pasaportu vardı. Ama bana bir kez İngiliz uyruklu biriyle evli olduğunu söylemişti.”

“Bir İngilizle mi? Adam hayatta mıydı… yoksa ölmüş müydü?”

Madam Joilet omuzlarını silkti.

“Ölmüş ya da onu terk etmiş. Bunu nereden bileyim? Bu tür kızların, erkeklerle başları hep derttedir…”

“Onu son olarak ne zaman gördünüz?”

“Dans grubumu altı haftalığına Londra’ya turneye götürmüştüm. Daha sonra Torquay, Bournemouth, Eastbourne, adını unuttuğum bir yerde daha ve Hammersmith’de sahne aldık. Sonra da Fransa’ya döndük, ama Anna bizimle gelmedi. Gruptan ayrıldığına ve kocasının ailesiyle yaşamaya başlayacağına dair bir mesaj gönderdi… ya da bu türden saçma bir şeyler. Tabi ben bunun doğru olduğuna inanmadım. Yeni bir adamla tanışıp peşine takıldığını sanıyorum. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?”

Müfettiş Craddock başını sallayarak onayladı. Madam Joliet’in ilk düşüncesinin böyle olmasını doğal karşılıyordu.

“Onun gitmesi benim açımdan kayıp değil. Ardından ağlayacak değilim. Hiç fark etmez. Onun güzelliğinde, onun kadar iyi dans eden kız bulmak benim için hiç sorun değil. Bu nedenle omuzlarımı silkip konuyla ilgilenmedim bile. Hem niçin ilgileneyim ki? Bu kızların hepsi aynıdır. Kafalarında erkekten başka düşünce yoktur.”

“Bu ne zaman oldu?”

“Fransa’ya döndüğümüz sıralarda! Bu… bir dakika… sanırım Noel’den önceki pazardı. Anna iki, dur bakayım, yoksa üç müydü ya da üç gün önce ayrıldı. Tam olarak anımsayamıyorum… Ama hafta sonu Hammersmith’te sahneye onsuz çıktığımızdan eminim… Bu nedenle yeni bir koreografiyle sahneye çıkmak zorunda kalmıştık… Yaptığı büyük saygısızlıktı… ama bu kızların hepsi aynıdır. Bir erkek gördüler mi kendilerini kaybederler. Hepsine söylüyorum. Bir kez gideni bir daha asla geri almam, gözünün yaşına bakmam.”

“Sizin açınızdan çok tatsız.”

“Puf! Benim için fark etmez. Hiç kuşkusuz bir yerlerde bir adama takıldı ve Noel’i onunla birlikte geçirdi. Bu beni hiç ilgilendirmiyor. Dansçı kız bulmak çok kolay, aradığınızdan da fazlası var. Maritski, bale topluluğuna katılmayı büyük bir şans olarak gören hem de Anna’dan çok iyi dans eden, bize katılmayı sevinç çığlıklarıyla karşılayacak bir sürü kız sırada.”

Madam Joilet birden susarak merakla sordu.

“Onu niçin arıyorsunuz? Yoksa paraya mı kondu?”

“Aksine!” diye yanıtladı Müfettiş Craddock nezaketle. “Öldürülmüş olduğunu düşünüyoruz.”

Madam Joilet yeniden umursamaz tavrını takındı.

“Ca se peut! Olur böyle şeyler! Neyse! İnançlı bir Katolikti. Her pazar kiliseye giderdi, ayinleri de asla kaçırmazdı.”

“Size hiç bir oğlu olduğundan söz etmiş miydi, madam?”

“Oğlu mu? Onun bir çocuğu olduğunu mu kastediyorsunuz? Yoo hayır, bence bu olanaksız. Bu kızlar —hepsi ama hepsi— bu durumlarda olayı çözümlemek için gitmeleri gereken adresleri çok iyi bilirler. Monsieur Dessin siz de bu konuyu benim kadar iyi bilirsiniz.”

“Dans grubuna girmeden önce çocuk sahibi olmuş olabilir” diye açıkladı Müfettiş Craddock. “Örneğin savaş sırasında.”

“Ah! Dans le guerre. Savaşta. Bu olabilir. Ama eğer varsa da benim bundan haberim yok.”

“Gruptaki en iyi arkadaşları kimlerdi?”

“Size bir iki isim verebilirim, ama çok yakın bir dostu olduğunu sanmıyorum.”

Madam Joilet’ten daha fazla bir şey öğrenmek olanaksızdı.

Pudriyeri görünce kadın bunun Anna’ya ait olabileceğini, ancak kızlarının birçoğunun da bu türden pudriyerleri olduğunu belirtti. Anna Londra’dayken kürk bir manto satın aldıysa bile onun bundan haberi yoktu.

“Sahne provaları, ışıklandırma gibi mesleğimin zor sorunlarının altından kalkmaya çalışıyordum. Sanatçılarımın ne giydikleriyle, ne de aldıklarıyla ilgilenecek zamanım olmadı.”

Madam Joilet’ten sonra adlarını aldıkları kızları sorguya çektiler. Bunlardan bazıları Anna’yı iyi tanıyorlardı, ama hepsinin üzerinde birleştikleri nokta Anna’nın kendisiyle ilgili çok az bilgi verdiğiydi. Kızlardan biri ise, zaten söyledikleri de yalandı diye belirtti.

“Hikâyeler uydurmaktan hoşlanırdı” dedi kızlardan biri. “Bir defasında bir grandükün metresi olduğunu, bir başka seferde de büyük bir İngiliz finans uzmanıyla birlikte olduğunu anlatmıştı. Savaş sırasında direniş örgütünde çalıştığını söylüyordu. Hatta Hollywood’da film artisti olarak çalıştığını bile iddia etmişti.”

Bir başka kız ise Anna’ya ilişkin görüşlerini şöyle açıkladı. “Bence çok basit mütevazı koşullardan geliyordu. Romantik bulduğu için bale grubunda çalışmaktan hoşlanıyordu ama asla iyi bir dansçı değildi. Bakın bir defasında, babasının Amiens’te tekstil ticareti yaptığını söylemişti. Kendisi bu işi romantik bulmadığı için oradan ayrılmış. Sürekli bu tür hayali şeyler anlatırdı.”

“Londra’da başka bir hikaye anlattı” diye atıldı birinci kız. “Araba kazasında kaybettiği kızına benzediği için onu dünya seyahatine götürmek isteyen çok zengin bir adamla beraber olduğunu söylüyordu. Quelle blaque! Ne palavra!”

“Bana da İskoçya’ya gidip çok zengin bir lordla birlikte yaşayacağını ve bol bol geyik avına filan çıkacağını söylemişti” dedi ikinci kız.

Anlatılanlar incir çekirdeğini bile doldurmayacak saçmalıktan öte değildi. Tüm bunlardan Anna Stravinska’nın iflah olmaz bir yalancı olduğu anlaşılıyordu. Bir İskoç asiliyle birlikte geyik avına çıkmadığı gibi bir geminin güvertesinde güneşlenerek dünya seyahatinde olmadığı da kesindi. Ama yine de bunlar cesedinin Rutherford Hill’deki bir lahidin içine nasıl girdiğini açıklamıyordu. Dansçıların ve Madam Joliet’in cesedin resminden Anna’yı teşhisleri ise çok kuşkulu ve tereddütlüydü. Cesedin Anna’yı andırdığı konusunda hepsi hemfikirdi. Ama yine de bundan emin değillerdi. Bu boğulmuş yüz… herkese ait olabilirdi!

Kesin olan yalnızca Anna Stravinska’nın 19 Aralık’ta arkadaşlarıyla Fransa’ya dönmemeye karar verdiği ve ona benzeyen bir kadının 20 Aralık’ta 16.33 treniyle Brackhampton’a giderken trende boğulup öldürüldüğüydü.

Peki ama lahitteki ceset Anna Stravinska’ya ait değilse, Anna şimdi neredeydi?

Madam Joliet’in bu konudaki görüşü çok açık ve netti.

“Bir adamın yanında!”

Belki de doğru yanıt bu, diye düşünen Craddock sıkıntıyla içini çekti.

Ancak incelenmesi gereken başka bir konu ortaya çıkmıştı. Anna’nın bir İngilizle evlenmiş olduğuna ilişkin sözlerinin araştırılmasına yarar olabilirdi.

Evlendiği bu adam Edmund Crackenthorpe olabilir miydi?

Onu tanıyanların hakkında yaptıkları tanımlamalara göre bu pek olası görünmüyordu. Daha büyük olasılık Anna’nın Martine’i gerekli tüm ayrıntıları bilecek kadar iyi tanıyan biri olmasıydı. Emma Crackenthorpe’a mektup yazan Anna olabilirdi. Eğer öyleyse hakkında yapılacak bir soruşturmadan tedirgin olup ortadan kaybolmuştu. Belki de bu nedenle Maritski bale grubuyla olan ilişkisini kesmişti. Ne düşünülürse düşünülsün hep aynı soruyla karşı karşıya kalınıyordu. Anna şimdi neredeydi?

Ve yine kaçınılmaz bir şekilde Madam Joliet’in görüşü en akıllıca çözüm görünüyordu. Bir erkeğin yanında…


* * *

Craddock Paris’ten ayrılmadan önce Dessin’le, Martine adındaki kadın konusunu tartıştı. Dessin de İngiliz meslektaşıyla aynı fikirdeydi, bu sorunun büyük olasılıkla lahitte bulunan cesetle bir bağlantısı yoktu. Ama yine de soruşturmaya devam edilmesi görüşündeydi.

Dessin, Surete’nin ne yapıp edip 4. Southshire Bölüğü’nden Teğmen Edmund Crackenthorpe’un ön adı Martine olan Fransız kadınla evlenip evlenmediğini belgeleriyle ortaya çıkaracağına dair Craddock’a güvence verdi. Özellikle de Dunkirk Çıkartması öncesine ilişkin evrakları inceletecekti.

Ancak yine de Craddock’u kesin bir yanıt bulamamalarının da olası olduğu konusunda uyardı. Fransa’nın o bölgelerinin o sıralar Alman işgali altında olmasının dışında, daha sonra kuşatma sırasında da meydana gelen çarpışmada ağır hasarlar verilmiş, sayısız bina ve arşiv savaş sırasında yok olmuştu.

“Ancak elimizden gelen her şeyi yapacağımızdan emin olabilirsiniz, sevgili dostum.”

Bu konuşmaların ardından Craddock veda edip ayrıldı.


* * *

Craddock geri dönünce Çavuş Wetherall asık yüzle raporunu verdi.

“126 Elvers Crescent, bir konukevi adresi efendim! Çevrede çok iyi namı olan bir pansiyon!”

“Cesedin teşhisi konusunda bir ilerleme var mı?”

“Hayır, orada kimse fotoğraftaki kadını tanıyamadı; orayı posta adresi olarak kullanan biri olarak da hatırlayan yok. Bu şaşılacak şey değil, aradan bir aydan uzun bir süre geçmiş. Ayrıca orada kalanlar sürekli değişiyor. Pansiyonun devamlı müşterileri genellikle öğrenci.”

“Belki başka bir isimle kalmış olabilir.”

“Ama kadını resimden tanıyan da olmadı” diyerek ekledi. “Tüm otellere mesaj gönderip, soruşturduk. Hiçbir yerde Martine Crackenthorpe adında birinin kaydına rastlamadık. Sizin Paris’ten ettiğiniz telefondan sonra Anna Stravinska adını da soruşturduk. O da dans grubunun diğer üyeleriyle birlikte Brook Green civarında ucuz bir otelde oda tutmuş. Tiyatro çevrelerinden birçok kişi orada kalıyor. 19 Aralık Perşembe günü yapılan gösteriden sonra ortadan kaybolmuş. Hakkında başka bir şey öğrenemedik.”

Craddock başını salladı. Araştırmayı farklı bir yönde sürdürmeye karar verdi, ama bundan da pek umutlu değildi.

Bir süre düşündükten sonra Wimborne, Henderson & Carstairs hukuk bürosunu arayarak, Bay Wimborne’dan görüşmek için bir randevu istedi.

Tam sözleştikleri saatte Bay Wimborne’un üzeri bir karış toz kaplamış kâğıt tomarlarıyla dolu büyük eski bir çalışma masasının gerisinde oturduğu loş, havasız bir çalışma odasına alındı. Üzerinde Sir John ffoulkes, dec, Lady Denin, George Rowbotham, Esq. gibi armalar bulunan camlı evrak dolapları çoktan geçmiş bir devrin kanıtları ya da atalardan kalma anılar niteliğinde duvarları süslüyordu.

Bay Wimborne ziyaretçisini her aile avukatının polis karşısında ister istemez hissettiği çekingenlikle süzdü.

“Sizin için ne yapabilirim, müfettiş?”

“Bu mektup…” Craddock Martine’nin mektubunu masanın üzerine koydu. Bay Wimborne mektubu isteksizce ellediyse de masadan almadı. Yüzünün rengi solarken dudakları hafifçe kasıldı.

“Tam da beklediğim gibi!” dedi. “Tam beklediğim gibi! Dün sabah Miss Emma Crackenthorpe’dan bir mektup aldım. Mektupta bana Scotland Yard’a yaptığı ziyareti ve tüm diğer olanları anlatmış. Ancak bazı şeyleri anlamakta güçlük çektiğimi belirtmeliyim, halen şaşkınlık içindeyim, bana bu mektuptan ilk geldiği zaman niçin bahsetmemiş olduklarını anlayamıyorum. Çok tuhaf, anlaşılmaz! Aslında bana hemen bilgi verilmesi gerekirdi…”

Müfettiş Craddock Bay Wimborne’u sakinleştirmek amacıyla birtakım basmakalıp laflar etme yolunu seçtiyse de bunda pek başarılı olduğu söylenemezdi.

“Edmund’un evliliğinin tartışma konusu olabileceğine ilişkin en ufak bir fikrim bile yoktu” dedi Bay Wimborne kırgınlıkla.

Müfettiş Craddock, bunun olayın savaş zamanında olmasından kaynaklanmış olabileceğini… belirtti ama bu konuda yorum yapmayı sürdürmedi.

“Savaş zamanları!” diye mırıldandı Bay Wimborne belirgin bir huysuzlukla. “Evet, savaş çıktığı sıralarda Lincoln’s Inn Fields’te idik. Tam yanımızdaki bina isabet almıştı. Evraklarımızın büyük çoğunluğu telef oldu. Tabi en önemli belgeler değil, onları önceden taşrada güvenli bir yere taşımıştık. Ama yine de bu büyük karışıklığa neden oldu. Tabi o zamanlar Crackenthorpe dosyalarına babam bakıyordu. Altı yıl kadar önce öldü. Ona bu konudan… Edmund’un evliliğinden bahsedilmiş olduğunu… sanıyorum. Ancak her ne kadar bu evliliğe karar verilmiş gibi görünse de gerçekleşmiş olduğunu sanmıyorum, çünkü aksi takdirde babam bu konuya daha farklı bir önem verirdi. Bu hikâyenin tamamen fos olduğu düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum. Yıllar sonra birden biri çıkıyor, evli olduğunu ve ayrıca bu evlilikten bir çocuğu olduğunu iddia ediyor. Doğrusu pis kokular alıyorum. Bunu nasıl kanıtlamayı düşündüğünü gerçekten bilmek isterdim.”

“Yalnızca meraktan soruyorum… eğer bu gerçekse, söz konusu kadın ve çocuğunun beklentileri neler olurdu?”

“Sanırım Crackenthorpeların onun ve oğlunun geçimlerini sağlamasını bekliyordu.”

“Hiç kuşkusuz! Ama asıl sormak istediğim bu değil; hukuk diliyle konuşursak, diyelim ki davacı iddiasını kanıtlamayı başardı, kadının ve oğlunun kanunlar karşısındaki yasal durumları ne olurdu?”

“Anlıyorum” diyen Bay Wimborne kızgınlıkla bir yana bıraktığı gözlüğünü yeniden takıp kurnaz bakışlarla müfettişi süzdü. “Evet, şu an itibariyle elde edebilecekleri bir şey yok. Ama eğer oğlunun Edmund Crackenthorpe’un yasal bir evlilikten doğma çocuğu olduğunu kanıtlayabilirse, çocuk Luther Crackenthorpe’un ölümü durumunda Josiah Crackenthorpe’un şu an için yedieminde bulunan servetinden kendine düşen payı alacaktır. Bunun dışında en büyük oğlan çocuğun en büyük oğlundan olma torunu olarak Rutherford Hall’a da sahip olacak.”

“Ev özellikle istenilecek bir miras mı?”

“Orada oturmak için mi? Bana sorarsanız hayır. Ancak üzerinde bulunduğu arazinin hatırı sayılır bir değeri var, sayın müfettiş. Gerçekten çok değerli bir yer. Özellikle de sanayi ve konut arsası olarak. Brackhampton’un göbeğinde böylesine büyük bir toprak! Oh evet, müfettiş, bu gerçekten büyük bir miras!”

“Luther Crackenthorpe öldüğü takdirde malikânenin Cedric’e kalacağını söylemiştiniz.”

“Doğru, ev yaşayan en büyük oğlan çocuğa verilecek.”

“Bana söylenenlerden Cedric Crackenthorpe’un paraya pek özel bir ilgi duymadığı kanısına vardım.”

Bay Wimborne Craddock’u soğuk bakışlarla süzdü.

“Öyle mi? Ben bu tür açıklamaları gerçekle karşı karşıya kalınmadığı sürece kulak ardı etmekten yanayım. Hiç kuşkusuz parayı hiç umursamayan insanlar vardır. Ama ben kendi adıma henüz öyle birine rastlamadım.”

Bay Wimborne’un yaptığı açıklamadan belirgin bir hoşnutluk duyduğu anlaşılıyordu.

Müfettiş Craddock bu tavırdan hemen yararlandı. “O zaman Harold ve Alfred Crackenthorpe” diye söze başladı. “Bu mektup ele geçince çok endişelenmişlerdir.”

“Yani?” diye sordu Bay Wimborne. “Bu sizi şaşırtıyor mu?”

“Bu onların mirastan alacakları payı eksiltecekti, değil mi?”

“Elbette. Edmund Crackenthorpe’un oğlu… varsayalım ki gerçekten oğlu, yediemin tarafından yönetilen servetin beşte birini alacaktır.”

“Bu diğerleri açısından çok büyük bir kayıp olmayacağa benziyor.”

Bay Wimborne müfettişi muzip bakışlarla süzdü.

“Eğer konuyu oraya getirmeye çalışıyorsanız, bu cinayet nedeni olacak büyüklükte bir kayıp olmaz.”

“Ancak benim anladığım kadarıyla oğullardan her ikisi de parasal açıdan oldukça zor durumdalar.”

Bay Wimborne’un sorgulayıcı bakışları karşısında kayıtsız tavrını hiç bozmadan durdu.

“Oh! Demek polis bu konularda araştırma yaptı? Evet, Alfred sık sık zor duruma düşer. Zaman zaman para içinde yüzdüğü de olur, ama bu hep çok kısa sürer. Harold ise şu sıralar sizin de tespit ettiğiniz gibi biraz sıkışık bir durumda.”

“Parasal anlamda sergilediği başarılı görünüme rağmen mi?”

“Gösteriş! Hepsi gösteriş! Bu finans dahisi görünen kişilerin en az yarısı ödeme güçlerinin ne seviyede olduğunun bilincinde değildir. Bilançolar bu işten anlamayanlar için istenildiği kadar göz boyayıcı hazırlanabilir. Ancak bilançoda görünen varlıklar gerçek anlamda varlık değillerse… iflasın kıyısından ancak dönecek durumdaysalar… o zaman ne olur dersiniz?”

“Harold Crackenthorpe gibi nakit sıkıntısı çekilir, değil mi?”

“Ancak bunu ölmüş ağabeyinin dul karısını boğarak da düzeltemez” dedi Bay Wimborne. “Luther Crackenthorpe henüz hayatta, servetin aileye yalnızca onun ölümünün faydası olabilirdi. Bu nedenle bu düşüncelerle nereye varmak istediğinizi anlayamıyorum, müfettiş!”

İşin en kötü tarafı bunu benim kendimin de bilmemesi, diye düşündü Müfettiş Craddock.

Загрузка...