GERZEK FIKRALAR

418– Pot

Bir süre bürosundan ayrılmak zorunda kalan müdür geldiğinde sekreterine sordu:

– Beni arayan oldu mu bu arada?

– Evet efendim, kimliğini gizleyen biri sizi sordu.

– O aptal kardeşim olmalı.

– Mümkündür efendim. Zira size çok benziyordu.

419– Işık

Akşam yemeğinden sonra oturmuşlardı. Kadın örgü örüyor, adam gazetesini okuyordu. Sayfaları çevirirken birden:

– Yahu baksana, yıldızlarda insan varmış!… dedi. Kadın umursamaz bir tavırla baktı adama:

– Bunu bilmeyecek ne var yani? Adam şaşkınlıkla:

– Nereden biliyorsun peki? dedi. Kadın örgüsünü bir kenara bırakarak:

– Düşüri Allahaşkına, hiç insan olmasa o ışıklar yanar mıydı?

420– Plakası

Sonradan görme karı‑koca bir müzeyi geziyorlardı. Bir Mısır mumyasının önüne geldiler. Hayatlarında ilk kez böyle birşey görmenin şaşkınlığı içinde bakarken, mumyanın önündeki yazıya gözleri ilişti:

"İ. Ö. 41"yazılıydı.

Kadın:

– İ. Ö. 41 ne demek? dedi. Kocası:

– Anlaşılmayacak birşey yok… Adama çarpıp da onu bu hale getiren arabanın plakası herhalde…

421– Yok demek yok!

Bakkal, yeni işe başlayan çırağından pek memnun değildi. Çocuğun bir huyu müşterileri kaçmyordu. Sorulan bazı şeylere"yok"dememeliydi. Bir gün çırağı kenara çekip öğüt verdi:

– Evladım bu iş böyle yürümez. Mesela kesme şeker istediler. Evet elimizde yok. Ama"yok"demeyeceksin;"kalmadı efendim, onun yerine toz şeker verelim"dersin. Mesela domates bitti."Kalmadı efendim, salça isterseniz verebilirim"dersin.

Patron buna benzer birkaç örnek daha sıraladı. Akşama doğru, bir hanım müşteri, çıraktan tuvalet kağıdı istedi. Çırak birşeyler öğrendi ya hemen cevabı yapıştırdı:

– Kalmadı efendim, isterseniz zımpara kağıdı verelim!

422– Güler misin, ağlar mısın?

İki arkadaş Newyork'ta kırkıncı katta oturdukları daireye çıkmak için geç vakit apartmanın önüne geldikleri zaman asansörcülerin grevi yüzünden asansörlerin islemediğini gördüler. İkisinde de şafak attı, ama ııeylesinler, çaresiz çıkacaklar. İki arkadaştan daha neşeli olanı:

– Ben sana gülünç hikayeler, fıkralar anlatırım, vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varmazsın, dedi.

Ve anlatmaya başladı. İlk hızla yirmi katı çıktılar, ama ondan sonra ikisinde de takat kalmadı. Ne anlatanın fıkralarında tat vardı ne de dinleyende gülmeye heves… Ha gayret deyip tırmanmaya devam ettiler. Otuz beşinci katı geçtikten sonra nefes nefese durakladıkları zaman fıkra anlatan:

– Yahu artık gülmek değil, gülümsemiyorsun bile anlattıklarıma, dedi.

Öteki atıldı:

– Bunlara da fıkra mı denir! Ben sana bir fıkra anlatayım da bak nasıl gülmekten kınlıyorsun… Arkadaşı merak etti:

– Anlat bakalım.

– Dairenin anahtarını aşağıda kapıcıdan almayı unuttuk!?

423– Münasebetsizlik

Büyük bir çiçekçinin devamlı müşterisi bir gün gelip iki düzine gül ısmarladı ve şöyle dedi:

– Her zamanki adrese göndereceksiniz. Şu kartımı da alın. Üstüne de,"Sevgilim, hayatının her yılı için bir gül!"diye yazın.

Müşteri parasını ödeyip çıkınca, çiçekçi çırağına seslendi.

– Bey iyi müşterimizdir. Sen bir düzine gül de bizden katıver…

424– Bu kanun ne zaman çıktı?

Mankafa Sabri'nin bir arkadaşı anlatıyordu:

– Yerçekimi kanunu olmasa, şimdi biz hepimiz havalarda uçacaktık!

Sabri sordu:

– Çok ilginç, peki bu kanun ne zaman kabul edildi?

425– Gecikme

Sonradan görme zengin, konser başladıktan sonra salona girdi. Yerine oturduktan sonra, yanındakine yavaşça çalınan parçanın ne olduğunu sordu:

– Yedinci senfoni, cevabını alınca da:

– Çok yazık, diye söylendi. Demek bayağı gecikmişim…

426– Pahalı yemek

Piyangoda bir milyarlık ikramiyeyi kazanan iki köylü, Paris'e para yemeye gitmişlerdi. Evvelâ bir lokantaya gittiler ve listede gördükleri en pahalı yemeklerden ısmarladılar. Bir aralık iki arkadaştan biri yanlarındaki masada oturan adamın bir hardal kavanozundan bir parça alarak tabağının kenarına koyduğunu gördü. Yanındaki arkadaşını dürttü:

– Bak bak, ne kadar pahalı yemek ki bu kadar az alıyor, dedi.

Bu esnada garsona sordular:

– Nedir o?

– Hardal.

– Bize de getir ondan.

Garson bir dolu kavanozu getirip önlerine koydu. Köylü kaşığını daldırdığı gibi ağzına attı. Fakat atmayısla gözlerinden yaş boşanması bir oldu.

Bunu gören arkadaşı:

– Ağlama be dostum, dedi. Yetmezse bir daha getirtiriz.

427– Boynuz sayısınca

Zekasının sivri olduğunu zanneden Sabri, gittiği köyde bir köylüye sordu:

– Bu öküz kaç yaşında? Köylü cevap verdi:

– İki yaşında.

– Neresinden anlaşılır bu.

– Boynuzlarından.

– Öyle ya, iki boynuzu var.

428– Bal‑Yal

O güne kadar köyünden hiç çıkmamış olan Veli'ye kentte incir ikram edilir. Adını bilmediği bu meyveden pek hoşlanan Veli, bir dahaki gelişinde manavlarda aynı meyveyi ararsa da göremez. Bir manava yaklaşır:

– Şekli yumru, üstü deri, içi darıyı ararım. Manav, bu tanıma uygundur diye, patlıcan verir.

Veli,"bu aradığım meyvenin büyümüşü olmalı"diye düşünür ve patlıcanı ısırır. Biraz çiğnedikten sonra elindekine seslenir:

– Küçükken bal idin. büyümüşsün yal olmuşsun!

429– Son vagon niye?

Adamın biri ilk defa trene binen bir köylüye tavsiyelerde bulunuyordu:

– Sakın trenin son vagonuna bineyim deme!

– Neden?

– Neden olacak, kazalarda en çok zararı hep son vagonlar görür.

Köylü bir an düşündü, sonra başını kaşıyarak sordu:

– Madem ki bunu biliyorlar da, neden o son vagonları trenlere takıyorlar?!

430– Başınız sağolsun

Karısını boğarak öldüren adama büyük insan Reha Muh‑tar'ın canlı yayında sorulan sormadan önceki ilk sözü:

– Efendim, başınız sağolsun…

431– Sigara ağacı

Hamdi, kendini ziyarete gelen arkadaşına çevre köyleri gezdiriyordu. Bir ara:

– Bu köy tütün yetiştirmekle çok ünlüdür, dedi. Arkadaşı:

– Şu tarlada gördüğümüz tütün fidanı mı?

– Evet.

– Ne zaman sigara verir bu fidanlar acaba?

432– Sormamış

Genç kadın heyecanla kocasına:

– Çok güzel bir kürk manto aldım, dedi. Hem de o kadar ustalıklı bir alış–veriş yaptım ki, sorma.

Kocası sordu:

– Kaça aldın?

– Ayda bir milyon lira taksitle!

– Peki, kaç taksit vereceksin? Kadın bir an tereddüt etti, sonra:

– Bilmem ki, dedi. Sormayı unuttum.

433– Şehir hayatı

Köyde tatilini geçirmeye gelmiş bir şehirli, ihtiyar bir köylüyü modern hayata alıştırmak için sürekli dil döküyordu:

– Niçin bir bisiklet satın almıyorsun?

– Paramı biriktirip bir inek satın almayı tercih ederim.

– Güldürme beni yahu. Bisiklete bindin mi şahsiyet olur çıkarsın, ama bir ineğin üzerine bindiğini bir gören olsa sana dangalak, görgüsüz, hatta dünyadan bihaber bir adam deyip geçer.

– Güzel ama, beni bisikleti sağarken bir gören olsa bu hareketime gülerek dangalak demezler mi?

434– Ya gelmezse

Bakkal Necip Usta, dükkandan çıkarken çırağı Şaban'a tembih etti:

– Şaban oğlum, Cenap bey gelirse söyle biraz beklesin, ben beş–on dakikaya kadar geleceğim…

Çırak Şaban, ustası dükkandan ayrılmadan önce sordu:

– Peki usta, Cenap bey gelmezse ne diyeyim?

435– Tavsiye

Adamın biri sinir hastalığına tutularak doktora gider. Doktor, buna soğuk bir duşun altına girerek her gün beş dakika kadar durmasını tavsiye eder.

Birkaç gün sonra doktor bu adamı yolda görür:

– Nasıl oldunuz, sinirleriniz düzeldi mi, soğuk duşa devam ediyor musunuz? diye sorar.

– Teşekkür ederim doktor bey, tavsiyeniz çok iyi geldi ama, maalesef birkaç gündür devam edemiyorum…

– Niçin?

– Şemsiyem kayboldu da…

436– Aferin sana

Bir aptal, bir berber, bir de kel birlikte seyahate çıkmışlar. Yollarını kaybettiklerinden, geceyi açıkta geçirmek zorunda kaldılar. Herhangi bir tehlikenin başgöstermesi ihtimaline karşı aralarında sırayla nöbet tutmayı kararlaştırdılar.

İlk nöbet sırası berberde idi. O da vakit geçirmek için mışıl mışıl uyuyan aptal arkadaşının başını traş etti. Derken nöbeti devretme zamanı gelince aptalı uyandırdı. Bu zavallı, başını kaşımak üzere elini tepesine götürünce:

– Aferin yahu! diyerek, bir yandan seviniyor bir yandan da kendi kendine söyleniyordu:"Benim yerime keli uyandırmışsın."

437– Onbinin üzerinde

Alpaslan Türkeş'in cenaze töreninin olduğu gün sevgili Reha Muhtar Show Haber'de şöyle konuşur:

– Sayın seyirciler cenaze töreninde sayıları onbinin üzerinde yedibin güvenlik görevlisi vardı.

438– Hamdı, Şerafeddin ve Reha

Reha Muhtar, canlı yayında Şerafettin Beyle konuşuyor.

– Sayın Şerafettin Bey kardeşim, siz orada var mıydınız, yok muydunuz, efendim?

– Yoktum.

– Yoktum diyorsunuz.

–Yoktum diyorum.

– Bak Şerafettin sana bir daha soruyorum. Var miydin, yok muydun?

– Valla billa yoktum.

– Yemin etmenize gerek yok efendim, size inanıyoruz. Var miydin, yok muydun?

– Vardım efendim…

– Peki Şerafettin, siz demin yoktum diyordunuz, şimdi vardım diyorsunuz. Bu nasıl iş kardeşim?

– Yoktum dedim inanmadınız, ne yapayım?

– Ne yapacağınızı ben bilemem efendim. Orasını sen düşün. Var mıydınız, yok muydunuz?

– Hatırlamıyorum.

– Hatırlayınız efendim. Bak bir filmimiz var sizinle ilgili. Onu birlikte izleyelim, sonra sana soracağım.

Araya sözkonusu film giriyor. Bir muhabir kapıyı kırıp Şerafettin'in evine giriyor ve kibarca gizli kamera (!) ile çekim yapmak için izin istiyor. Şerafettin Bey izin vermiyor tabii. Bunun üzerine kameraman dinlemiyor, çekimlerini yapıp gidiyor. Yine Reha Muhtar geliyor görüntüye:

– Filmimizi izlediniz, Şerafettin Bey, şimdi ne diyorsunuz?

– Galiba varmışım.

– Galiba ile olmaz efendim, emin misiniz?

– Eminim.

– Öyleyse eminsiniz yani.

– Evet efendim, eminim.

– Şerafettin Bey eminim diyorsunuz ama pek emin görünmüyorsunuz..

Şerafettin Bey sedye ile akıl ve sinir hastalıkları hastanesine yetiştirilirken siz seyirci olarak tırnaklarınızı bitirip parmaklarınızı yemeye başlıyorsunuz. Fakat başka bir kanala da geçemiyorsunuz, çünkü Reha Muhtar yeni bir konuğu ekrana getiriyor.

– Sayın Hamdi Bey iyi akşamlar efendim. Sizin adınız Hamdi midir, efendim?

– Evet Hamdi'dir, Reha Bey…

– Hamdi diyorsun.

– Hamdi diyorum çünkü nüfus kâğıdımda öyle yazıyor.

– Ben nüfus kâğıdınızı sormuyorum efendim. Sana soruyorum: Sizin sahte olmayan isminiz nedir?

– Hamdi.

– Nasıl yazılıyor?

– H, a, m, d, i şeklinde…

– Yani sahte olmayan isminiz Hamdi diyorsunuz. Peki sahte olan isminiz hangisi?

– Benim sahte olan bir ismim yok!

– Ama demin sahte olmayan ismim Hamdi dediniz. Demek ki bir de sahte isminiz var. Size"Yeşil"diyorlar efendim. Siz"Yeşil"misiniz?

– Hayır Yeşil değilim.

– Öyleyse size niye Yeşil diyorlar?

– Bana Yeşil demiyorlar. Hamdi diyorlar.

–Yani inkar ediyorsunuz. Sükût ikrardan gelir.

– Ben sükût etmiyorum, konuşuyorum ve Yeşil değilim diyorum.

– Yeşil değilim dediniz ama mosmor oldunuz. Bak şimdi de kızarıyorsun. Niye sarardın Hamdi?

– Sarardım çünkü ben Tanrı'nın oğluyum. Her renge girerim.

– Ne oldu Hamdi Bey? Bir tuhaf konuşuyorsunuz.

– Galiba delirdim. Bana bir doktor lütfen!

– Geçmiş olsun, Hamdi Bey. Size acil şifalar diliyorum. İyi akşamlar efendim.

439– Çare

Sevimli, fakat oldukça da şişman bir hanım kitabevine çirdi ve tezgahtara:

– Bana lütfen"Nasıl Zayıflamah?"adlı kitabı verir misiniz?

Tezgahtar:

– Maalesef o kitaptan kalmadı. Ama isterseniz size"Nasıl Şişmanlamalı?"adlı kitabı verebilirim, dedi.

Kadının kaşları çatıldı:

– Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Tezgahtar:

– Yok efendim, ne münasebet. Sadece bu kitabta yazılı olanların aksini yaparsınız yine aynı sonucu alırsınız, diye düşündüm de.

440– Hata…

Hemen her kesimden halk, İslam bilgini Ebu Hanife'nin evindeki toplantılara gelirmiş. Bu toplantılarda konuşulur, söyleşilir, Ebu Hanife'ye birtakım dinî ya da hukukî sorunlar üzerine görüşleri sorulurmuş.

Aylardır toplantılara katıldığı halde hiç ağzını açmayan bir zat, Ebu Hanife'nin dikkatini çekmiş.

Bir gün ona:

– Uzun süreden beri toplantılara katıldığınız halde hep susuyorsunuz, demiş. Sizin soracağınız bir şey yok mu?

– Var efendim. Acaba, hava karardıktan sonra güneş batmasa, akşam namazını ne zaman kılmak gerekir?

Ebu Hanife bıyık altından gülmüş:

– Affedersiniz… Siz soru sormamakta haklıymışsınız. Hata bende…

441– Yüzsüzlük

Evine misafir gelen bir akrabasından yakınan adam, bir arkadaşına dert yanıyordu.

– Adam geldi bize postu serdi. Oh ekmek elden su gölden… Hiç gideceği yok. Tamam misafir edelim ama adam her gün gömleğimi, pantolonumu giyiyor. Varsın giysin, iyi güzel ama her gün benim purolarımı tüttürüyor. Tüttürsün iyi güzel ama her gün arabamı da alıp geziye çıkıyor. Hepsi iyi güzel ama dün bir şey yaptı, işte ona dayanamayacağım herhalde:

– Ne yaptı ki?

– Daha ne yapsın.. Yemekte karşıma geçmiş ağzı kulaklarında gülüyor. Bir aldırmadım iki aldırmadım, sonunda dayanamayıp yüzüne bir baktım ki bir de ne göreyim… Adamın ağzında benim yeni takma dişlerim…

442– Fırçaya ne lüzum

İki arkadaş konuşuyorlardı. O sırada yanlarından meşhur bir ressam geçti. Arkadaşlardan biri ötekini dürttü:

– Şu adamı görüyor musun? Birkaç fırça darbesiyle gülen bir çocuğu ağlayan bir çocuk yapabiliyor.

Beriki gerzek:

– Allah Allah, dedi. Sanki o da bir işmiş gibi, fırçaya ne lüzum var? Elinin tersiyle bir tane indirdin mi, kâfi!

443– Yemek zamanı

Mirasa konan genç adam sosyeteye girmek ister, ilk iş rak bu işlerden anlayan bir kâhya tutar ve sorar:

– Söyle bakalım, sosyetedeki insanlar saat kaçta yemek yerler?

– Çeşitli zamanlarda efendim.

– O zaman bana çeşitli zamanlarda yemek getir.

444– Zekâ

Adam trenden inerken kurnazca gülümseyerek kendi kendine şöyle konuştu:

– Demiryollarına bu sefer iyi kazık attım. Biletimi gidiş–dönüş almıştım. Fakat geri dönmeyeceğim. Burada kalıyorum…

445– Zekan açılır

Amerikalı bahriyelilerin Türkiye'ye ilk kez geldikleri yıllar… Amerikalı bahriyeli İstanbul'da Eminönü'nde gezerken ç 4roz satan birine rastlar ve sorar:

– Bu nedir, neye yarar?

– Bizim uyanık bıçkın dalga geçer:

– Bundan bir tane ye, zekân açılır!

– Kaç para?

– Tanesi bir dolar.

Amerikalı bir doları bastırıp, çirozu almış, çiğ çiğ yutmuş.

Bakmış zeka da herhangi bir değişiklik yok. Bir tane daha, bir tane daha… Derken beşinci doları verip çirozu yuttuktan sonra ayıkmış:

– Sen beni kazıklıyorsun galiba? Bizim uyanık kıs kıs gülmeye başlamış:

– Demedim mi ben sana zekân açılır, diye… Biraz geç o ama!

Загрузка...