X. Tahkikat ve rapor

Ertesi sabah kaymakam kendini sıkı bir muayeneden geçirdi. Dirsek, diz kapağı, ayak bileği gibi oynak yerlerdeki bir iki hafif ağrıdan başka bir şey kalmamıştı. Buna mukabil Hurşit bir yeni yara keşfetti ki, Halil Hilmi Efendiyi evvelkilerden daha ziyade dehşete düşürdü. Bu yara, Ömer Beyin ziyafetine giderken giydiği yeni reyye pantalonunun diz kapağında idi.

Ötekilerin yaması kendindendi. Fakat bunu ne yapacaktı?

Erkenden hastasını yoklamıya gelen doktor kaymakamla jandarmasını, yırtık diz kapağı önünde, derin bir müzakereye dalmış buldu ve Halil Hilmi Efendiden sorduğu suallere cevap alamıyacağmı görerek kendisi de çaresiz bu mesele ile meşgul oldu. Hurşit,bir yahudi terziye alttan bir yama vurdurmaktan bahsediyordu. Doktor bu cahilane teklifle alay ederek panta-lonu İstanbulda Kapalıçarşıdaki bir meşhur örücüye göndermek reyini ileri sürdü.

O esnada konu komşudan ve memurlardan yine bazı hatır sorucular sökün etmiye başlamıştı. Kaymakam, bir gün evvelki sahnenin tekrar başlamasından korkarak kasabada ve yakın köylerde araba ile bir küçük tetkik seyahatine çıkmıya karar verdi. Bu lâzımdı ve galiba yapılacak şeylerin en doğru ve za¬rurîsi idi. Mutasarrıflığın telgrafına başlarsa öğleyi, hattâ akşamı bulacak, üstelik de hiç bir şey söyliyemiyecekti. Halbuki şuradan buradan dişe dokunacak bir parça bir şeyler toplarsa telgraf bir nevi rapor halini alacak ve hasta bir memurun gayret ve fedakârlığını göstermek itibarile hoşa gidecekti.

Halil Hilmi Efendi jandarma kumandanının dündenberi evinde yorgan döşek yattığını bildiği halde yüksek sesle: «Nerede kumandan bey» diye sordu ve bastonuna dayana dayana kapının önünde bekliyen arabaya bindi.

Asıl görülmesi lâzım olan yer, kasaba mahalleleriydi. Fakat belediye hududu içindeki yerler için harcırah tahakkuk ettirmek kazalı bir iş olduğundan evvelâ köylerden başlıyacak ve kasabaya ait araba parasını onlar arasına karıştıracaktı. Gerçi ayakla dolaşamıyacak kadar hasta olması bir sebep, hem de asla söz götürmeyecek sebepti ama ağzı karanın biri bir pislik ortaya atar, insanı aylarca uğraştırırdı.

Halil Hilmi Efendi uğradığı köylerde halkı kendi işleri güç-lerile meşgul buldu. Bir kısmı zelzelenin hiç farkında değildi. Bir kısmı az buçuk bir şeyler duymuştu. Fakat bu yerler için iki gün o kadar eskimiş bir zamandı ki, âdeta hatırlamak için zorluk çekiyorlardı.

Kaymakamın kahveye yahut köy odasına çağırttığı adamlar zelzele hakkındaki suale acele acele cevap veriyorlar ve daha ehemmiyetli olan başka dertlere geçiyorlardı.

Halil Hilmi Efendi çınarlar, söğütler, cevizler ve asma çardakları altında kahvaltılar, yemişler yedi; hesapsız kahveler içti; hattâ bir dere kenarında bağlama çalan bir köylüden yanık Anadolu türküleri dinledi.

Dönüşte araba bozuk kır yollarında ağırlaştıkça Halil Hilmi Efendi karşı dağlarda kızarmıya başlıyan güneşe bakarak dehşete düşüyor, bastonu ile arabacının omuzunu dürterek:

— Aman Durmuş, daha çabuk, geç kalıyoruz, diye söyleniyordu.

Bununla beraber teftiş arabası kenar mahallelerin eğri büğrü sokaklarında bir saatten fazla oyulgalandı.

Akşamdı. Aralık kapıların önünde mangallar yanıyor, el¬lerinde yiyecek çıkınları ile işlerinden dönen babalarını kar-şılamıya nalınlı çocuklar koşuyordu. Kaymakam bazı tanıdıkları durdurarak havadis sordu; arabacıya dam ve pencerelerinde sakatlık gördüğü birkaç ev ve kulübenin kapılarını çaldırdı. Daha sonra Durmuş onun gözüne çarpmıyan bazı viran evler için bu işi kendiliğinden de yaptı.

Kibar mahallelere geldikleri zaman ortalık büsbütün kararmış, sokaklarda in cin kalmamıştı. Halil Hilmi Efendi, hele evlerin yukarı katlarında lâmbalar yanmıya başladığını gördükçe, halkta hiç bir korku kalmadığını anlayor, artık kapıları çalmıya da lüzum görmeden hükmünü veriyordu.

Gün fena geçmemişti. Yediği abur cuburdan midesinde bir parça şişkinlik ve gaz hissetmesine rağmen, kendisini iyi buluyordu,

Hurşidin bu sefer Evkaf müdürünün evinden getirdiği çorbadan birkaç kaşık aldıktan sonra telgrafını yazmak için masa başına oturdu.

Evet, gün fena geçmemişti. Fakat eli yine boştu. Adamcağız önüne koyduğu büyük tabaka esericedit kâğıdı karşısında evvelâ deniz tutmasına benzer bir bunaltı geçirdi. Fakat kendisine birdenbire bir ilham geldi. Yazacak bir şey olmamasına neden üzülüyordu? Yazacak bir şey olmaması da yazacak bir şey, hattâ yazılacak şeylerin en iyisi değil miydi? Memleket yıkılmamışsa kabahat onun muydu? Etraftaki köylerden baş-lıyarak kasabayı adım adım gezmişti.

Yazacağı şey birçok tashihlerden geçecek bir müsvedde olduğu için Halil Hilmi Efendi cesaretle kalemini eline alarak esasları madde madde sıraladı:

1 — Rahatsızlığının hâlâ tamamile geçmiş olmamasına rağmen falan, filân köyleri ve kasabanın hemen bütün mahallelerini bizzat gezmişti. (Hastalığının merkezce kabul edilmiş bir olay olmasına göre tersini söylemek zihin karıştırmak ve şüphe uyandırmaktan başka bir şeye yaramazdı. Sonra da kırk sekiz saat merkezi habersiz bırakmış olmanın mazereti ancak bu olabilirdi).

2 — Çok şükür nüfusça telefat yoktu. Yaralıların sayısı çok hafif olmak üzere, onu geçmiyordu. Binaca zarar çok ehemmiyetsizdi.

3 — Zelzeleden sonra şehir zabıtası hiç bir intizamsızlığa meydan vermemişti.

Kaymakam esas maddelerini bu suretle tesbit ettikten sonra geniş bir nefes aldı. İşin ehemmiyetli kısmı bitmişti. Gerisi telgrafı biraz süslemekten ibaret kalıyordu ki, kendisi gibi eli kalem tutan bir adam için nihayet iki, üç saatlik bir meseleydi.

Загрузка...