Kaymakamın yeni odası o gün akşama kadar geçmiş ol-suncularla dolup dolup boşandı.
Kimler yoktu? Halil Hilmi Efendiye karşı daima biraz ağır alan eşraf, büyük, küçük bütün memurlar ve bütün çarşı esnafı, hacılar, hocalar, dervişler, simsar ve konturatçılar, hükümette işi olan ve kaymakamla yatak başmda tanışmak veya dargın olup da barışmaktan bir fayda umanlar; sonra Çarşamba pazarına inmiş köylüler...
Yaşlı ve hatırlı olanların sıra sıra sandalyelere dizilmelerine karşılık ötekiler sadece karyolanın önünde bir geçit töreni yapıp çıkıyorlardı. Şimdiye kadar ne hiç bir on Temmuz şenliğinde ne başka bir bayramda hükümete böyle bir kalabalık akını olmamıştı. Bir muhasebe kâtibi bu kadar ziyaretçiye kahve dayanmıyacağmı akıl ederek Hurşide iki kova dolu.su koruk şerbeti yaptırmamış olsaydı kaymakam o gün mutlaka iflâs ederdi.
Halil Hilmi Efendi kendini tarnamile vukuata bırakmış, takkesinde altın nazarlığı eksik bir sünnet çocuğu gibi, yatağında oturuyor, yaralarını soranlara gitgide kısalarak bir hekim raporu kuruluğu alan sözlerle cevap veriyor ve etrafında konuşulanları dinliyordu.
On beş yirmi dakikada bir, belli başlı bazı kimselerin kalkıp yerlerine yenilerinin oturması ile başlayan her yeni seansta evvelâ geceki zelzele, konuşuluyordu. Felâket olmasına bunun hakikî bir felâket olduğunda şüphe yoktu. Zarar da herhalde büyüktü. Fakat hâlâ Ömer Beyin merdiveninden başka hiç bir yıkıntıdan bahsedilmediği gibi, bu merdivende kazaya uğrıyanlara da hiç bir yeni yaralı ismi ilâve edilmiyordu. Bir de aşağı mahallede bir kasabın anasının öldüğü muhakkak olarak söyleniyordu. Sonra yavaş yavaş tarihe geçilerek takımı ile yerin dibine batmış bazı eski şehirlere ait korkunç zelzele vakaları anlatılıyor ve keramet hikâyelerinde karar kılınıyordu.
* * *
O günkü ziyaretlerin en ehemmiyetlisi müderris Hacı Fikri Efendininki oldu.
Hoca her mânasile büyük adamdı. Soyunda birçok meşhur ulema, müderrisler, kazaskerler, bir şeyhislâm ve hele bir Ev¬liya vardı ki, yeşil teneke kaplı sandukası, bez parçaları ile dolu parmaklığı ve fenerile Sarıpınar sokaklarından birinin tâ ortasında yanar ve gelip geçen insanlarla arabaları etrafında bir yarım daire çevirmeye mecbur ederdi.
Kendisi vaktile Yıldız sarayında Abdülhamit şehzadelerinin hocası idi. Bir gün bunlardan birini «domuz oğlu domuz» diye azarladığı için gazaba uğramış ve 24 inkılâbına kadar Bağdatta sürgün kalmıştı.
Müderris Hacı Fikri Efendi senelerdenberi İttihatçılara dargındı. Bayram ve donanma günlerinde bile hükümete uğramaz ve medrese dışında kimse ile görüşmezdi. İttihatçılar da ona arasıra kızmakla beraber ufak tefek münasebetsizliklerim hoş gömüye meylederlerdi. Sebebine gelince, Müderris son derece huysuz bir adamdı. Hele ulema sınıfı ile hiç uzlaşamaz-dı. İttihatçıların zayıf bir zamanında 31 Martın bütün kılıç artıkları kafile kafile İtilâf ve Hürriyete geçerlerken, Hoca - sırf onlara inat - kaya gibi yerinde durmuştu. Sonra büyük kabine zamanında da - yine sırf akıntının tersine kürek çekmiş olmak için - olanca aksiliğile İttihatçıları tutmuştu.
Müderrisin bu ziyaretindeki ehemmiyeti gayet iyi takdir eden kaymakam pek keyiflenmişti. Efendi hazretleri arasıra sigara içeceği zaman Halil Hilmi Efendi kibritini yakmak için yatağından uğramağa davranıyor ve Müderrisin buna mâni olmak için yaptığı hareketler üzerine aralarında âdeta kucaklaşmalar, öpüşmeler oluyordu. Hulâsa her şey yolunda gidiyordu ve gidecekti. Fakat aksi bir tesadüf yine her şeyi bir anda altüst etti. Halil Hilmi Efendi, medrese avlusuna taşınan yaralılara talebei ulûmun gösterdiği şefkati methederek müderrisi memnun etmiye çalışırken kapı açılmış, ve belediye mühendisi Deli Kâzım arkasında muallim Ahmet Masum ile içeri girmişti.
Deli Kâzım, tarihin bütün felâketlerini softalık ve softa kafasile izah eden coşkun ve ölçüsüz bir yenilik âşlkıydı. Daha bir ay evvel Meşrutiyet gazinosunda «medreseleri yikma-dıkça, softalann sarığını hayvanların boynuna yular yapmadıkça | bu memleket kurtulmaz» diye bağırarak kasaba ahalisini bi-ribirine düşürmüştü. Deli Kâzım, Meşrutiyet mektebi basmualümi Ahmet Masumu da kendine uydurmuştu. Nereye gitse onu da - cılız ve minimini vücudu ile - peşinde sürüklerdi.
Kasabanın ileri gelenleri bu sessiz ve çekingen çocuğa acırlar, bazıları hattâ nasihat verirlerdi.
— Yavrucuğum, bu Kâzım hakikaten çok zeki, çok okumuş adam, hattâ temiz kalpli olduğuna da şüphe yok. Fakat ne yapalım ki, tımarhanelik deli. Uluorta herkese, her şeye saldırıyor. Bu gidişle başına bir şey geleceği muhakkak. Sen yeni mektepten çıkmış bir genç çocuksun... Ona uyarsan sen de onunla beraber yanarsın... Son pişmanlık fayda vermez... Nene lâzım, sen mektebinle, çocuklarınla meşgul ol. Ona uyma...
Mühendisin kulağına gitmesinden korktuğu için Ahmet Masuma bir şey söylememişti ama, Halil Hilmi efendi de bir zaman tıpkı onlar gibi düşünmüştü. Fakat şimdi büsbütün baş-. ka fikirde idi. Onun yanılmaz bazı alâmetlere dayanan derin kanaatine göre asıl masum zavallı Deli Kâzımın kendisiydi ve bu bacaksız münafık oğlan, onun habis ruhu idi. görünüşte bir gölge gibi ezile büzüle arkasından gidiyor göründüğü halde, hakikatte onu her türlü çılgınlığa ve pisliğe sürükliyen bu frengi. karhasına benziyen Ahmet Masumdu. Bu Ahmet Masumun adı gibi yüzü de ilk bakışta insanı aldatıyordu: Çıkık alnının altından daima yere doğru bakan yarı kapalı gözler, mahcupluktan titriyor ve terliyor gibi görünen masum bir ağız. Bunların arkasında ne saklandığını, bu ağzın üstünde zaman zaman ne-kadar şeni iki burun deliğinin açıldığını görmek için âdeta pusu kurmak lâzımdı. Kaymakam, onların odaya girdiklerini görünce gözleri kararmıştı. Müderris ile Deli Kâzım o gün belki ilk defa karşılaşıyorlardı. Fakat biribirlerini iki can düşmanı gibi uzaktan takip ettiklerine şüphe mi vardı? İki dakika geçmeden Deli Kâzım bir şey yumurtlıyacak, Hacı Fikri malûm şiddetile derhal azacak ve makam odasında bir kızılca kıyamettir kopacaktı.
Hakikaten de iki dakika gecemden Deli Kâzım kollarını, bacaklarını sallıyarak gülmiye ve deli dolu söylenmiye başladı: — Eh ufak bir zelzele oldu ya., dinleyin siz şimdt rivayetleri... «Efendim ne olacak. Ahlâk bozuldu, kadınlar açıldı..
mekteplerde ilâhi yerine marş okutuluyor... Allah da zelzele âfetile şehri cezalandırıyor», tyi ama, bu nasıl adalet. Ortada suçlular varsa Allah onları cezalandırsın... Bütün şehirden ne ister!.. Kurunun yanında yaşı yakmak yakışır mı Tanrı adaletine...
Halil Hilmi Efendi, Hacı Fikrinin gözlüklerini düzelttiğini ve dizlerinin üstündeki kutudan bir tutam enfiye aldığını gördü:
— Telâş buyurmayın Beyefendi oğlum... Çok şükür büyük bir felâket yok ortada. Yaralananlar Ömer Beyin misafirlerinden ibaret gibi bir şey...
Ömer Beyin misafirleri! Kaymakam işin nereye doğru gittiğini gördü ve ne, pahasına olursa olsun münakaşayı burada durdurmak için inlemiye başladı:
— Doktor bir şey yok diye. Fakat diz kapağım' mutlaka kırılmış olacak... Yoksa bu kadar sancı yapmiyacaktı.
Bu ıztırap karşısında iki taraf da davasını unuttu ve Deli Kâzım ile müderris hemen hemen ayni sözlerle Halil Hilmi Efendiyi teselli ettiler:
— Allaha emanet beyefendi, Allaha emanet., değildir inşallah... Telâş buyurmayın.