Kaymakam gözlerini açtığı zaman kendini hükümet konağının arka bahçesinde portatif bir asker karyolasında yatıyor gördü. Ova sis içinde idi. Havada yıldızlar görünmekle beraber karşı tepelerin üstünde bulanık bir sabah aydınlığı titriyordu,
Halil Hilmi Efendi sakalının kırağıdan ıslanmış olduğunu hissederek elini battaniyesinin altından çıkarmak istedi. Fakat kolunun vücuduna bağlı olduğunu anlıyarak birdenbire dehşet içinde kaldı. Daha garibi bacağı da ayni halde idi. Üstelik yaz kış kulaklarına kadar geçirmeden yatmadığı gecelik yün takkesi yerine başında sargı bezlerinden bir de acayip Yeniçeri kavuğu farkedince kendini tutamıyarak «aman» diye bağırdı.
Bu ses, karyolanın biraz ilerisindeki bir hasır üstünde oturduğu yerde uyuyakalmış bir adamı, kendi jandarması Hurşidi uyandırdı.
Bu saatte başka bir adamın bağırmış olmasına imkân olmamakla beraber Hurşit «Sen min bey?» diye sordu... Sonra uyurken yere düşürdüğü fesini bulup başına geçirerek ilâve etti:
— Noldu bey? Kaymakam zayıf bir sesle:
— Ne olduğumu sen bana söyle Hurşit, dedi. Ne oldum ben? — Hiç bey... Sanki biraz yaralandın da... Bu söz kaymakam yaralarının cins ve derecesi hakkında bir fikir veremezdi. Çünkü Hurşit, en ağırına kadar, her türlü vukuatı daima bu «az» sifatile tasvir ederdi: — Az yangın oldu, az dişimi çektirdim, çocuklar az biribirlerini bıçaklayıverdiler...
Halil Hilmi Efendi uyandığı zaman vücudunda ağrıya, sızıya benzer bir şey duymamıştı. Şimdi de yine kendini derinden derin dinlediği halde bir ağırlık ve uyuşukluktan başka bir şey hissetmiyor, fakat küçük bir hareket yaparsa birdenbire ağrılar içinde kalmaktan korkarak kımıldanmıya ce'saret edemiyordu.
— Neremden yaralıyım Hurşit?
— Başından, kolundan, bacağından, boynundan... Edep söylemesi, kuyruk sokumundan...
yaz kış kulaklarına kadar geçirmeden yatmadığı gecelik yün takkesi yerine başında sargı bezlerinden bir de acayip Yeniçeri kavuğu farkedince kendini tutamıyarak «aman» diye bağırdı.
Bu ses, karyolanın biraz ilerisindeki bir hasır üstünde oturduğu yerde uyuyakalmış bir adamı, kendi jandarması Hurşidi uyandırdı.
Bu saatte başka bir adamın bağırmış olmasına imkân olmamakla beraber Hurşit «Sen min bey?» diye sordu... Sonra uyurken yere düşürdüğü fesini bulup başına geçirerek ilâve etti:
— Noldu bey? Kaymakam zayıf bir sesle:
— Ne olduğumu sen bana söyle Hurşit, dedi. Ne oldum ben? — Hiç bey... Sanki biraz yaralandın da... Bu söz kaymakam yaralarının cins ve derecesi hakkında bir fikir veremezdi. Çünkü Hurşit, en ağırına kadar, her türlü vukuatı daima bu «az» sifatile tasvir ederdi: — Az yangın oldu, az dişimi çektirdim, çocuklar az biribirlerini bıçaklayıverdiler...
Halil Hilmi Efendi uyandığı zaman vücudunda ağrıya, sızıya benzer bir şey duymamıştı. Şimdi de yine kendini derinden derin dinlediği halde bir ağırlık ve uyuşukluktan başka bir şey hissetmiyor, fakat küçük bir hareket yaparsa birdenbire ağrılar içinde kalmaktan korkarak kımıldanmıya ce'saret edemiyordu.
— Neremden yaralıyım Hurşit?
— Başından, kolundan, bacağından, boynundan... Edep söylemesi, kuyruk sokumundan...
* * *
Halil Hilmi Efendi bir yerinde bir ağrısı, sızısı bulunmamasına mukabil hararetten yanıyordu. Hurşitten su istedi. Fakat o çatık ve ciddî bir çehre ile yaralıya su verilemiyeceğini söyledi. Kaymakam:
— Oğlum, benim yaram senin bildiğin yaralardan değil dedi, ve aradaki farkı anlatmak için daha birçok izahat verdi.
Fakat Hurşit şimdiye kadar öğrendiği tek sıhhat kaidesinin yanlış olmasına tahammül edemiyor, başını inatla bir yandan bir yana çevirerek:
— Edemen bey... Seni bana ısmarlayıp gittiler, başımdan korkarım, diyordu.
Jandarma buna mukabil az sabrederse ona sıcak bir çay vereceğini vadetti.
Kaymakamı bekliyenler Hurşide çay kaynattırmışlar, hattâ köşedeki bakkalı açtırarak öteberi getirtip yemişlerdi. Kuyunun yanındaki masanın üstü ekmek kırıkları, marul kabuklan ile dolu idi.
Jandarma öteden beriden çalı çırpı toplıyarak ibriği kaynat-mıya uğraşırken Halil Hilmi Efendi tekrar yalvardı:
— Kuzum evlâdım., pek kaynamasını beklemeden çayı at. Yahut sıcak sudan birkaç yudum ver., dilim damağıma yapıştı.
Hurşit yine dayandı. Su kaynamış da olsa yine su idi; çay katılmadan verilemezdi.
Bu kadar kuvvetli bir imana karşı rica gibi hiddet ve tehdidin de bir tesiri olamıyacağmı anlıyan kaymakam artık sesini çıkarmadı.
Ateşi son bir kere harlatmak için yine odun tedarikine çıkan Hurşit portatifin ayaklarından birine bağlı bir ip parçasını karanlıkta değnek sanarak birdenbire çekmişti. Karyola hızla sarsılınca kaymakam «ay..» diye bağırdı ve bir hareket yaptı. Fakat gariptir ki, vücudunun hemen her tarafı oynadığı halde hiç bir şey duymamıştı. Adamcağız bundan aldığı cesaretle kollarını, bacaklarını hareket ettirdi, vücudunu hafifçe sağa, sola çevirdi; sonra bağlı olmıyan kolunu battaniyenin içinde oradan oraya dolaştırarak dizlerini, diz kapaklarını, belini ve vücudunun bütün oynak yerlerini muayeneden geçirdi; kaburga kemiklerine birer birer vurdu, bastı. Daha sonra elini dışarı çıkararak sargıların üstünden kafatasmı, alnını, çenesini yokladı. Çok şükür her şey yerli yerinde idi. Gerçi bazı azalarında ve en ziyade dirseğinde, diz kapağında ve kuyruk sokumunda ufak tefek ağrılar, sızılar duymuştu. Fakat bunların hiç biri merak edilecek gibi değildi.
Nihayet Bulgar kızının o geceki hareketlerini tekrar eder gibi yattığı yerde omuzlarını, sırtını, göğsünü ve kalçalarını kımıldatarak vücudunu» hareket halinde, bir umumî provadan geçirdikten sonra yüreği büsbütün rahat etti. Artık yatağında doğrulmaktan korkmayarak çayını içerken Jandarmayı ikinci bir istintaktan geçiriyor ve epeyce şeyler öğreniyordu.
Hemen bütün sıkı zamanlarda olduğu gibi doktor bu gece de gözlüğünü kaybetmişti. Bir yandan yaralılar muayene ve tedavi edilirken, bir yandan da fenerlerle doktorun gözlüğü aranıyor, akşamdanberi uğradığı yerlere - eve, kahveye, eczaneye -adamlar koşturuluyordu.
Ohanesin gözlüğü kendisine uymadığı için doktor dehşetli kızıyor: «Be herif, senin de hiçbir şeyin hiçbir şeye benzemez» diye eczacıyı durmadan haşlıyormuş.
Jandarmanın bu izahatı, tedavi sahnesini aşağı yukarı olduğu gibi kaymakamın gözü önünde canlandırdı. Sokak ortasında Hurşidin tuttuğu fenerin ışığında, Ohanesin gözlüğü ile yapılan bu muayenede doktor nerede bir çizik, kana benzer bir şey gördü ise tentürdiyotu boca etmiş, hepsinin üstünü pamuklarla örterek sımsıkı sarmıştı.
Kaymakam, kenarına basar basmaz bir zemberek haline gelen hamur tahtasından havaya fırlayışını, önündekilerin üstünden aşarak trabzan babasına sarılışmdaki dehşeti bir kere daha gördü; «Beni doktordan sen korudun yarabbi!» diye mırıldandı.
Çayı içtikten ve hayatı için bir tehlike olmadığını anladıktan sonra kaymakam memleketi düşündü ve yüreğinin başı acı acı yandı.
— Söyle Hurşit, kasaba ne halde? Çok yaralı var mı?
— İyi şükür... Eh olmalı bir sekiz, on, on beş tane...
— Ölen?
Hurşit bütün gece kendisile meşgul olduğu için fazla bit şey bilmiyordu.
Zaten, onun bahsettiği (sekiz, on, on beş) yaralının hemen hepsi Ömer Beyin evindeki merdiven kazasında, iskambil kâğıdı gibi üstüste kapanarak ötesinden berisinden sakatlananlardı. Bunlardan birazı yaralarını «Çinili medrese» avlusunda sardırarak yerlerine gitmişlerdi. Gidemiyecek gibi olanlar medresede yatıyorlardı.
— Memlekette çok yıkıntı var mı acaba?
Hurşit bunu da bilemiyordu. Gelip geçenlerden ötede beride «az bir zarar» olduğunu işitmişti.
Daha garibi Hurşidin asıl zelzeleden de doğrudan doğruya haberi yoktu. Kendisi onu sonradan konu komşudan öğrenmişti. Sebebine gelince, Hurşidin adam olmaz bir kayınbiraderi vardı. Ayni zamanda da işgüzar olduğu için bir, iki, üç ay bir yerde çalışıp sekiz, on, on beş mecidiye yaptı mı Sancağa kaçar; üç, dört, beş hafta da vur patlasın, çal oynasın bu paraların hepsini erittikten sonra Hurşidin başına ekşirdi.
Kayınbirader o gece domuz gibi içtikten sonra eve gelmiş, ablasile maraza çıkarmıştı. Böyle olunca Hurşidin de serseriye «az bir terbiye» vermesi vacip olmuştu.
Onun zelzeleyi sonradan komşulardan haber almış olmasına göre bu az terbiyenin oldukça ehemmiyetli bir dayak olduğu anlaşılıyordu. Yine bu yüzden Hurşit evdeki ufak tefek bazı sakatlıkları zelzeleye mi, yoksa terbiyeye mi yüklemek lâzım geleceğini bir türlü kestiremiyordu.
Hurşit Halil Hilmi Efendiye memleket hakkında fazla bir şey öğretememiş olmasına karşılık hükümet konağının hali hakkında epeyce tafsilât verdi: Yukarı sofanın tavam olduğu gibi göçmüş; makam odasının önü moloz yığınlarından geçilmez hale gelmişti. Kaymakam buna hayret etmedi; hattâ içinden bir parça da memnun oldu. Dam artık tamir tutmaz hale geldiği için yıllardanberi sızan yağmur ve kar suları tavanı çamur rengi titrek damarlarla her tarafından işlemiş- yer yer kabarmış, kıta ve dağları, çökmüş nehir ve denizler ile bi raca-yip dünya haritasına benzemişti. Bu dünyada da zaman zaman
(bu geceki zelzele gibi Tanrıdan gayri kimseye malûm olmıyan sebeplerle) bazı âfetler olur; denizlerin ortasından kıtalar fırladığı, saman çöpleri ucunda yalçın ada parçaları- sallandığı görülürdü.
Hurşit birkaç günde bir (iki yıl önce İstanbuldan gönderilmiş bir yangıncı miğferi numunesini başına geçirerek) uzun bir sırıkla bu parçaları yere indirir; kopmak istidadı gösteren daha başka kabartıları muayene ederdi. Böyleyken iki hafta evvel kaymakamın huzuruna girmek için sofada sıra bekliyen bir kocakarının kafasına bir kerpiç düşmüş, bir kaza çıkarmasına bıçak sırtı kalmıştı. O zamandanberi kalabalıkça zamanlarda ve hele köylülerin toplu olarak Çarşamba pazarına indikleri gün Hurşit makam kapısının siperine bir sandalye atarak elindeki değnekle karşıdan halka, geçecekleri yolları işaret ediyor, bazılarının «adam gibi yürümek varken yaban domuzu gibi seğirtip» tavanı sarsmalarını önlüyordu.
Halil Hilmi Efendi, Hurşidi dinlerken düşünüyordu: «Hadi bakalım hayırlısı. Bu olmasaydı tamir tahsisatını daha kim bilir kaç yıl bekliyecektik?»
O esnada kaymakamın aklından daha başka birşey de geçti:
Ömer Beyin evinde Bulgar kızını seyire gitmemiş olaydı zelzele zamanında hükümetteki odasında yatmış bulunacak, belki de - belki değil muhakkak - ölümden kaçtığını sanarak kendi ayaklarile sofaya koşacaktı. Şimdi bu saatte - ötesi berisi biraz berelenmiş de olsa - yattığı yerden bu güzel sabahı seyredeceği yerde, yukardaki molozların altında upuzun yahut yamyassı yatıyor olmaması sırf bir talih ve tesadüf mesele-siydi.