XIII. Muhacırlar

Balkan muharebesinden sonra Sarıpınara ardı arası kesil-miyen muhacir akınları gelmişti. Çayın karşı yakasındaki Gaziler ve Çaybaşı mahalleleri çeşit çeşit insanları ve arap saçı gibi karmakarışık meseleleri ile âdeta bir küçük Makedonya halinde idi. Bereket versin ne insanlar, ne de meseleler çayın beri kıyısına geçmiyorlar, muhacircikler bir yandan doğup bir yandan ölerek kendi yağlan ile kavrulup gidiyorlardı.

Belediyedje bir komisyonun muhtaçlara para dağıtmakta olduğu duyulunca bir akındır başladı. Bunların bir çoğu türk-çeyi dahi bilmedikleri için yardımın hangi cins muhtaçlara olduğunu arayıp soran pek azdı. Bir parça aklı erenler ise, «bizden âlâ muhtaç mı olur. Hangi babayiğit zelzele bizim ha-nümanlar kadar hanüman yıktı» diyorlardı.

Meselenin asıl baş döndürücü tarafı hangi cins muhtaçlara yardım edileceğini belediyedeki komisyonun da pek iyi keş-tirememesi idi. Zelzeleden üç saat evvel ölen kasabın anasına, kangrenden ölen Kosvalı ihtiyara pekâlâ cenaze parası verilmişti. Zelzelede korkudan çocuk düşürdüğünü iddia ederek on iki mecidiye tedavi parası alan bir kadımn da korkudan değil, Nevrekoplu bir ebenin kibrit başları ile yaptığı bir ilâçtan çocuk düşürdüğünü bilmiyen yoktu. Şu halde ötekilerin, viranelerde, üstü açık barakalarda bit, pislik, açlık ve hastalık içinde haşır neşir olan bunca yer yurt garibinin ne suçları vardı?

Reis, kalabalığa karşı belediye dairesinin kapılarını kapat-tırmıya mecbur olmuştu. Ara sıra Deli Kâzım nasihat vermek için balkona çıkıyor, evvelâ akıllı uslu konuşurken sonra birdenbire heyecana gelerek kalabalığı büsbütün azdıran tehlikeli ve ateşli nutuklar söylüyordu. Daha kötüsü komisyona aklı -başında istidalar gelmiye başlamıştı. Birisi ihtiyar anasının zelzele esnasında düşerek kötürüm olduğunu söylüyor, bir aile reisi evindeki duvarların tehlike teşkil edecek surette çatladığını iddia ediyor, eski jandarma kışlasına yerleştirilmiş olan kalabalık bir muhacir grupu damların çöktüğünü, merdivenlerin yıkıldığını haber veriyor ve bunların hepsi iddialarını ispat için doktor, mühendis, mahalle heyeti, jandarma tahkikatı istiyorlardı.

İhtiyar ananın kötürümlüğü ile zelzele arasında hakikaten bir münasebet var mı? Duvardaki çatlaklar hangi tarihten kalmadır; jandarma kışlasının zaten barınılmaz hale geldikten sonra camı çerçevesi sökülerek, hattâ yıkıldığı iddia edilen merdiven kolları ve basamakları yakılarak muhacirlere verildiğini komisyon azasının hepsi hatırlıyor.

Sadece yurdsuz ve aç olduklarını söyliyerek para istiyen-lere bu hususlara bakmakla mükellef devlet dairelerinin kapılarını göstermekle işin içinden çıkmak kolay. Fakat muayyen bir iddiaları olan ve tahkikat istiyen vatandaşları - hele sayıları biri, beşi, on beşi çok aşarsa - hangi kapıya göndermeli? S'abahtanberi burnunun üstündeki et benini sıkıntıdan çe-kiştire çekiştire iri bir kan çıbanı haline getirmiş olan belediye reisi:

— Beyler, akıl akıldan üstündür, dedi. Münasip görürseniz ben bir kere kaymakamla görüşmiye gideyim. Zaten vakit de gecikti. İsterseniz bugünlük işimize nihayet veririz.

Dağılma teklifine yalnız Deli Kâzım itiraz etti. Mesele nazik olduğundan, onun fikrince, değil akşama kadar, lâmbaları yakarak yarın sabaha kadar da çalışılabilirdi.

Belediye reisi:

— Celse tatil edilmiştir, dedi ve istidalardan bir kısmını çantasına koyarak kendini dışarı attı.

* * *

Belediye önündeki pandomimayı Hurşidin raporlarından ve daha başkalarından saati saatine haber alan kaymakam işin-nihayet kendine dayanacağını biliyordu. Belediye reisini görünce gülerek:

— Buyurun bakalım beyefendi, dedi. Hamamdan çıkmış gibi olduğunuza göre size «sıhhatler olsun» demek lâzım.

Reşit Bey kolundaki çantayı atarak: -

— Gülersiniz beyefendi gülersiniz, dedi, sizin tuzunuz kuru; belâyı başıma sardınız. Gülersiniz böyle...

Halil Hilmi Efendi:

— Size değil, halimize gülüyorum, dedi, darılmayın. Yalnız unutmıyalım ki, belâyı ben değil, mutasarrıf bey sardı başınıza...

Reis parladı:

— Ben komisyondan değil, Deli Kâzımdan şikâyet ediyorum. O tımarhane kaçkını aramızda olmasaydı işi bu hale getirir miydim ben?

— İyi ama, onu da musallat eden ben değilim başınıza... Ben sadece fikrimi söyledim. Kabul etmiyebilirdiniz.

— Öyledir. Rıfattan da ben mesulüm. Deli Kâzımdan da, her şeyden de... Kabahat hakikaten benimdir. Kendi salâhiyetim dahilindeki işleri kendi kısır aklıma göre halletmeyip daha akıllı bildiklerime danıştığım için...

Halil Hilmi Efendi belediye reisinin omuzunu okşiyarak gönlünü aldı:

— Aziz kardeşim... Biz biribirine hürmeti olan iki ağır başlı insanız. Bu meselelerin münakaşasına girersek çıkamayız işin içinden. Şimdi bize düşen başbaşa verip bir çıkar yol aramaktır. Bu, muhacırlar meselesi nedir bilir misin? Makedonya ve Trakyadan güç belâ canını kurtarmış bir alay yurt garibini buraya gönderdiler. Bu kadar insanı nereye yerleştireceğiz? Ne ile besliyeceğiz?

Bunları düşünmek yok. Allahtan başka dayanacak kimsesi olmıyan on iki lira aylıklı bir kaym'akam- ları var ya... Düşünsün kerata. Başka işi ne? Para istersin «inşallah, maşallah» diye atlatırlar, memur

istersin aldırmazlar. İki defa tekit edersin, cevap yok. «Akıl mı öğretiyorsun adama» tarzında bir haşlama yemeğe niyetin varsa bir üçüncü tekit yazarsın. Yoksa sesini kesersin. Muhacırlar da biraz bağırıp çağırdıktan sonra, bakarlar ki, aldıran yok; onlar da seslerini keserler çaresiz. Karacaahmedin meşhur tekkesindeki

miskinler gibi çayın öte tarafındaki mahallelerine kaparsın herifleri... Ne halde olduklarını görüp boş yere dertlenmemek için o taraflara da uğramazsın., olur, gider. Muhacırlar meselesi düne kadar bu vaziyette idi. Biçareler ümitlerini kestikleri için sessiz sedasız oturuyorlardı. Derken belediyede muhtaçlara para dağıtılıyormuş diye bir lâkırdı ortaya çıkınca hepsi birden ayaklandılar. Bu halde insanlara nasıl anlatırsın «sizi sarsan zelzele başka nevi zelzeledir» diye... İşin felsefesi bu, bence... Görüyorsunuz ne kadar samimî konuşuyorum. Şimdi ne yapacağımızı beraberce düşünelim aziz kardeşim.

Hurşide kimseyi içeri bırakmaması için sıkı sıkıya emir verilmiş olduğu halde, sözün burasında kapı birdenbire arkasına kadar açılmıştı. Çünkü gelen jandarma kumandanı idi.

Niyazi Efendi o gündenberi hasta idi. Zelzele gecesi sabahında önüne gelene «der misin bana, yirmi dört saattenberi uyumamış, sabaha kadar kasaba içinde devriye gezmiş diye. Bu işte böyleyiz, dağ adamlarıyız. Harp ve darp içinde yoğrulmuşuz. Bu hayat bize daha ziyade yarar» diye bol bol övün- müştü. Fakat evinde, bir kaç saat dinlenmek için içine girdiği yataktan ancak bugün çıkabiliyordu. Yüzünün bir tarafı hâlâ şiş ve kocaman bir bezle sarılı idi. İki gün evvel azı dişlerinden birini söktürdüğü öğrenilmişti.

Fakat Niyazi Efendi şimdi hepsinin bundan ibaret olmadığını, vaktile Makedonyada aldığı bir sıtmanın da kendisini tekrar yokladığını söylüyordu. Bir de o gece mahallelerde teftiş yaparken zelzelenin yerinden oynattığı bir kapı kemerinden bir taş düşmüş, ensesüe sağ omuzunu bir parça örselemişti. Başkası olsa bunu mesele yapar, kendini doktora tedavi ettirirdi ya, o aldırmamıştı. Bunlar onun gibi bir adam için ağıza alınacak şeyler değildi. Nitekim o sabah kendisinin de zelzele yaralılarından olduğundan hiç bahsetmediğini belki muhterem arkadaşları hatırlarlardı.

Jandarma kumandanı belediye önündeki rezaleti haber alınca artık evinde duramamiştı. Dört gün evinde istirahat et-miye hakkı yoktu onun. Kasabada intizam işte böyle alt üst oluyordu.

Niyazi Efendi elini kaldırarak belediye reisine ve kaymakama teminat verdi. Daha geceden büyük köprü başına iki jandarma dikecek ve karşı kıyıdan bu tarafa muhacir değil, kuş bile uçurmıyacaktı. Kumandan şiş yanağını daha ziyade çarpıtan bir sırıtma ile ilâve etti:

— Ben olsa idim orada, mümkün mi idi çıkarsmlardı o rezaleti, anladın mı efendim, meni içtima kanununa muhalif olarak... Kamçının ucunu uzaktan gösterdim mi, sıçan deliği bir paraya... Kadrimi bilmezsiniz yoksa benim.

Pencereden sokağa bakan belediye reisi avurdlarını şişire-rek pufladı. Fakat kaymakam jandarma kumandanile gözgöze olduğu için iştahsız bir gülümseme ile:

— Eksik olmayın, demiye mecbur oldu.

İki idareci ancak Niyazi Efendiyi savdıktan sonra konuşmalarına devam edebildiler.

Kaymakamın kanaatince Deli Kâzım gibi muhacırları da kışkırtan, belki hattâ bazılarının ellerine o ceffelkalem reddi mümkün olmıyan istidaları yazıp veren yine o Ahmet Masum münafıkı idi. Bununla beraber işin asıl vehameti sebepte değil,. zatı meselede idi.

Belediye reisi, kafasının biraz ağır işlemesine rağmen hakikati görmiye başlamıştı.

— Çarpıklık işin başında, diyordu, her nasılsa verilen yanlış haber üzerine sancak merkezinden hareketzedegâna dağıtılmak üzere para geldi. Ortada hareketzede yok. Mutasarrıfa bunu açıkça bildirmiye cesaret edemediğimiz için başladık kasabada pertavsızla hareketzede aramıya. Bütün pislik buradan çıktı.

Kaymakam dargın bir çehre ile:

— Birader bir tuhaf konuşuyorsunuz gibime geliyor, dedi. Burnundaki benin nihayet kanamıya başladığımı gören belediye reisi mendilini çıkararak teminat verdi:

— Sözlerimin kafiyen zatıâlinize şümulü yok. Nihayet siz de insansınız. Yaralandınız, bir yahut iki gün, hem de doktor

raporu ile yatağınızdan çıkamadınız. Ne olduysa sizin hastalığınızda oldu.

Halil Hilmi Efendi dudak ucu ile:

— Evet öyle, dedi. Sonra kendi kendine:

— Nafile biz bu hastalığı bir zaman üzerimizden atamıya-cağız, dedi. Başımız sıkıldıkça can kurtaran simidi gibi sarılacağız. Ne çare kader!..

Загрузка...