XII. Dörtler komisyonunda

Ertesi gün öğleye doğru kaymakam dörtler komisyonuna girdiği zaman belediye reisi kollarım kaldırarak:

— Ne tesadüf, dedi. Biz de teşrifinizi rica için size bir ha¬deme göndermiye hazırlanıyorduk. Gelin beyefendi gelin. Bazı ihtilâflarımız oldu, anlaşamıyoruz.

Altı ay evvel köylülerin bir harabede bulup getirmiş oldukları bir kırık büste kâğıttan bir burun takmıya uğraşan Deli Kâzım:

— Hakikaten buyurun beyefendi, dedi. Dört akıllıya bir tane., daha akıllı lâzım...

Bütün suratlar asıktı. Kimse biribirine bakmıyordu, ve bu Halil Hilmi Efendi için boğaz boğaza kavgalardan daha fena bir alâmetti.

Belediye reisi de, ötekiler de dilli dişli kimselerdi. Herhalde Deli Kâzımın bu açık tecavüzünü karşılıksız bırakacak insanlar değillerdi. Fakat kaymakamın gelmesinden az çok bir hayır umulan bu dakikada adı üstünde bir deliye verilecek ders, işleri büsbütün karıştırmaktan başka netice vermiyecekti. Onun için Malmüdürü ince kollan ve bacakları ile bir örümcek gibi yerinden kalkıp oturtmakla iktifa etti ve yüzü daha kızarmış olan Evkaf müdürü teşbihini kuvvetle şakırdattı. Kaymakam gerginliği gidermek için yine kendi sıhhatini ortaya atmıya mecbur oldu.

— Bugün daha iyiyim maşallah. Yayan geldim ve hiç bir' şey duymadım.

Müjde, umduğu tesiri yapmamıştı. Fakat hiç olmazsa ne doğuracağı belli olmıyan ağır sükûtu bozdu. Evkaf müdürü sadece:

— Oh oh, diye mırıldandı. Malmüdürü:

— Keşke yine araba ile gelseydiniz, dedi. Deli Kâzım:

— Aslandır maşallah kaymakamımız, diye onun sakalım okşamıya kalktı.

Dörtler komisyonunda yangın daha ilk saatte baştemış, fakat gerek reisin, gerek Evkaf ve Malmüdürlerinin gayretleri sayesinde her parladığı yahut parlamak istidadını gösterdiği yerde derhal bastırılmıştı. Fakat bu nekadar devam ederdi?

Mütemadiyen yenilikten, cesur inkılâp hamleleri lüzumundan bahseden, devlet mevzuatına kokmuş formüller, çürümüş eskilikler diyen bir insana resmî bir komisyonun ne olduğu nasıl anlatılırdı? Bir gün evvel Meşrutiyet mektebinin tamirine de para ayıralım diye tutturmuştu. Abesliği ağıza bile alınmıya değmiyecek bir mesele. Fakat o lâkırdı anlamıyor, Evkaf müdürüne «küflü medreseye bol para var da, buraya neden yok?» diye bağırıyor, yeni mektebe dair konferanslar veriyordu. Nihayet «bu para zelzeleden zarar görenlere tahsis edilmiş değil miydi? Mektebin bir kısmı zelzeleden harap olmuştur; raporunu Hiühendis sıfatile yazıyorum, daha diyeceğiniz kalıyor mu?» diye tutturmuştu. Son meselelere gelince: Aşağı mahallede oturan fakir bir kasabın zelzele esnasında ölen anası için cenaze parası verilmişti. Fakat komşular kadının akşam ezanında, yani zelzeleden en aşağı üç, dört saat evvel öldüğünü haber veriyorlardı. Bu hale göre paranın geri alınması lâzımdı.

Deli Kâzım:

— Cenazesini kaldıracak halde olmıyan bir fakiri gömersek kıyamet mi kopar diye bağırıyordu. Kocakarıyı bacağından tutup tekrar mezarından çıkaralım bari... Mes'ul mü ediliriz diyorsunuz. Mes'ul edilirsek parayı kebemizden veremiye-cek adamlar mıyız? Bırakalım bu kafayı, bırakalım efendim. Balkan hezimetinden de mi ibret almadık?..

İkinci mesele: Komisyon Kosva muhacirlerinden bir ihtiyar için istenen yardımı ekseriyetle reddediyordu. Çünkü bu adamın da zelzele neticesinde öldüğü iddiası yalandı. Zelzele esnasında düştüğü doğru olabilirdi. Fakat ölümün asıl sebebi kangrendi. Bu ihtiyar on, on iki gün evvel gaz sandıklarından kerevet yaparken keserle elini yaralamış, birkaç defa doktor da gelip gitmiş, nihayet parmaklar kararmış, şiş kola doğru yürümüş...

Deli Kâzım tasdik ediyordu:

— Hakkımız var... Belli ki, kangren. Herif elini yaralamış, doktora baş vurmuş., metelik veren olmamış, yahut yarasına

yalapşap bir şey sürülerek baştan savulmuş. Yani herifi hem öldürmüşüz, hem bir mezar parasını çok görüyoruz. Kaymakam artık müdahaleye mecbur oldu:

— Kâzım Bey aslanım., biraz hesapsız konuşuyoruz. Vakıa benim bu komisyonda hakkı kelâmım yok... Evet hesapsız konuşuyoruz.

Delinin gözleri büsbütün döndü:

— O ne demek «?

— Yani idare zihniyetine aykırı konuşuyoruz. Bakın şimdi de işi doktora sıçrattınız. Bir doktorun yalapşap iş görmesi kabul edilir mi? Devlet doktoru bütün hasta ve yaralıların peşinden koşmıya kalkarsa işi var. Bunlar cahil insanlar. İş olsun diye doktora şöyle bir uğrarlar, sonra kim bilir kocakarı ilâcı diye ne pisliklerle kendilerini bu hale getirirler. Siz zekisiniz, bunları benden iyi bilirsiniz. Kangrenden ölmüş insana hare-ketzedegân tertibinden nasıl para veririz? Arkadaşların hakkı var. Siz de dahil olduğunuz halde hepsini mesul ederler.

— Nihayet devlet parası değil mi? Ben razıyım mesuliyete efendim. Vallahi ve tallahi razıyım. İcap ederse böyle hayırlı ve haklı bir iş için göbek atarak darağacına çıkarım.

Aksi bir tesadüf eseri olarak tam bu dakikada doktorun içeri girmesi komisyonu dehşet içinde bıraktı. Deli Kâzım yerinden fırlıyarak:

— Hakikaten sizi Allah gönderdi, dedi. Şimdi meseleyi hallederiz. Kosvalı ihtiyar zelzeleden mi öldü» kangrenden mi?

Kaymakam mosmor:

— Kosvalı ihtiyarı bırakın da biraz ihtiyar kaymakamınızla meşgul olun Kâzım Bey, dedi ve doktora acele acele:

— Doktor, ben bu sabah bir yürüme tecrübesi yaptım ama, galiba iyi etmedim, dedi. Diz kapağım yine fena halde sızla-mıya başladı. Belkemiğini zaten hafif hafif ağrıyordu; şimdi büsbütün arttı. Başımın arka tarafında da., vesaire vesaire...

Buttı'lar tabiî yalandı. Fakat Halil Hilmi Efendi Deliyi oyalamak ve lâkırdıyı başka mecraya sürüklemek için başka çare düşünememişti.

Doktor ellerini kaldırarak:

— Ne diyeyim beyefendi, dedi. Hastasınız diyorum, doktordan iyi bitirmişsiniz gibi «hayır» diye inat ediyorsunuz. Bu kerata iş benim işim, mesleğim, sanatım canım. Ötesi var mı? «Yatacaksınız» diyorum, kırık dingilli arabalarda saatlerce o biçare vücudu sarsıyorsunuz; bastonunuzu alıp sokakîarda dolaşmıya kalkıyorsunuz. Çocuk değilsiniz ki, kulağınızı çekeyim. «Ne haliniz varsa görün» deyip çıkacağım ama ona da hürmetim ve muhabbetim mâni. Hadi odanıza gidelim de bir çaresine bakayım.

Halil Hilmi Efendi şöyle bir yutkundu. Söylenecek çok şey vardı ama, sırası değildi.

Kaymakam ortalığın epeyce yatışmış olduğunu görerek mahzun bir çehre ile:

— Hûda bilir komisyondaki şu ihtilâf manzarası beni ağrılarımdan çok ziyade muztarip ediyor dedi. «Aman» derim arkadaşlar, «aman» derim. Fazla söylemiyeceğim. İşte bu kadar.

Deli Kâzım muhacir meselesini bir kere daha parmakladı:

— Mademki kaymakamımız da bizi tekdir etti, o halde bundan sonra elhap... Artık benden yana itiraz yok. Yalnız sırf hakikat namına doktor bey şu işi tenvir etsin. Kosvalı ihtiyar zelzeleden mi öldü, kangrenden mi?

İhtiyarlık ve hastalıktan az buçuk sersemlemiş olmasına rağmen doktorun ara sıra uyanan hergele bir tarafı vardı. Deli Kâzım sualinden ve ötekilerin acayip hallerinden bir şey ler sezinlediği, münakaşanın mevzuu hakkında kulağına bir parça bir şeyler çalındığı ve galiba birkaç kere yarasını gÖster-miye gelmiş olan ihtiyar mühacıra elinden gelebilecek her şeyi yaptığından emin bulunmadığı için saf bir tavırla:

— Yüzde yüz katiyetle bir şey söylenemez, dedi. Vücudun içinde değiliz ki... Kangren de mümkün... Zaten ayağını sürü-, yen bir ihtiyar için bir düşme, bir şok, hattâ kuvvetli bir heyecan neticesinde ölmek de mümkün... Doğruyu yalnız Allah bilir.

Evkaf müdürü:

— Öyledir. Fakat siz yine zannı âlinize göre bir rapor lûtfetseniz de muamelemizi ona istinat ettifsek, diyecekti. Fakat Deli Kâzımdan çekinerek ses çıkarmadı.

Загрузка...