XXIV. Hava değîşiyor

Hava başkalaşmlştı. Kaymakamla yarenliği fazla ileri götürdüğünü farkeden mutasarrıf, kapı kapandıktan sonra çehreyi değiştirdi; parmakları ile düzeltilecek bir yaka arayıp bulamayınca pijamanın düğmesini ilikliyerek değişik bir sesle:

— Gelelim meselemize kaymakam bey, dedi.

Biraz evvelki havadisin neş'esile hâlâ gülümsemiye devam eden Halil Hilmi Efendi de derhal kendisini toparlamış, imtihana giren bir çocuk gibi bacaklarını yanyana getirerek ellerini dizlerine koymuştu.

Kaymakam bey, boynunu kısıp omuzlarını kaldırarak dua edecek gibi ellerini açtı; sonra avuçlarını hafifçe biribirine vurarak:

— Ne diyeyim bilmem ki, mutasarrıf beyefendi, dedi ve sustu.

îkisinin de söyliyecek bir şeyleri yoksa biribirine veda edip ayrılmaları lâzım gelirdi ki, bu olamazdı. Hâmit Bey gözlerini tavana kaldırıp düşündükten sonra: — Herhalde işler iyi gitmemiş kaymakam bey, dedi. Birbirini takip eden yanlış haberler yüzünden hepimiz telâşa düştük, yardım heyetleri gönderdik. İstanbul gazeteleri bu havadisleri telleyip pulladılar. Sarıpmarda taş üstünde taş kalmamış gibi bir yanlış zan hâsıl oldu memlekette. Hâsılı bir bardak suda bir fırtına ki, demeyin gitsin. Herhalde işler iyi gitmemiş. Bunu siz de tasdik edersiniz elbette değil mi kaymakam bey? Bu gibi hallerde bir kelimenin, rasgele ağızdan çıkan bir «evet» veya «hayır» m insanın başına ne işler açabileceğini tecrübelerile bilen Halil Hilmi Efendi yutkundu, yüzü ve elle-rile ancak «talih, kader» mânasını ifade edebilecek müphem bir işaret yaptı.

— Gerçi siz yaralı idiniz, vazife başında değildiniz ama...

— Orası öyle mutasarrıf beyefendi. Hükümet doktorunun ifadesine göre âdeta bir ölüm tehlikesi atlatmışım. Hûda bilir, günlerce kendimden haberim olmadı.

— Halbuki telgrafınızda hiç bir şeyiniz bulunmadığını söylüyordunuz.

— O da bir dereceye kadar kendinden haberi olmamak değil midir beyefendi? Vazife aşkı bırakmadı, yaralı halimde belki bir hizmette bulunurum diye düşündüm. Ateşler ve ağrılar içinde sokakları, köyleri dolaştım.

Konuşma, fazla bir şey ifade etmiyen bu şekilde sual ve cevaplarla bir müddet devam etti.

Halil Hilmi Efendi işi az çok sigortaya almıştı. İcraatın iyi taraflarını kabulleniyor, ötekileri - doktor raporu ile sabit -hastalığına yüklüyordu.

Bu konuşmayı mutlaka bir neticeye bağlamiya mecburiyet gören mutasarrıf sıkılmıya başlamıştı. Kaymakamı sözlerinden yakalamak kabil değildi. Fakat o Halil Hilmi Efendiyi yakalamazsa, sağı solu olmıyan İttihatçı vali kendisini yakalıyacak-tı. Çünkü işin nihayetinde bu kadar rezalet için mutlaka bir mes'uJ» bir kefaret keçisi lâzımdı.

Mutasarrıf için işin asıl güç tarafı, yakasına yapışmiya mee-bur bulunduğu adama karşı duymıya başladığı muhabbetti. Evet, dört sene sonunda Anadoluda anlaşıp koklaşabüeceği tek bir adam bulmuştu. Ne yazık ki, onun da ipini elüe çekmiye mecburdu. Fakat elden ne gelir? Vazife vazifedir. Hâmit Bey ona suallerinden birçoğunu sorduktan sonra dayanılmaz bir nezaket ve tatlılıkla:

— Doğru mu değil mi beyefendi, diyordu.

Halil Hilmi Efendi «doğru, haklısınız» diye tasdik etse mutasarrıf için mesele yoktu. Yüreği şüphesiz yine yanacak, fakat kaymakam suçu kendi ağzı ile ikrar etmiş olduğu için duyacağı azap yüzde telli eksilecekti.

Halil Hilmi Efendinin kızması, küstah bir tavırla: «hayır, haksızsınız» gibi bir şey söylemesi de aşağı yukarı ayni neticeyi hâsıl edecekti. Çünkü o zaman kendisi de kızıp köpürecek ve mesele daha kolaylıkla halledilmiş bulunacaktı.

Fakat kaymakam, garip bir şevki tabiî ile karşısındakinin bu halini sezmiş gibi, suçu, üstüne almıya bir türlü yanaşmıyor, merhum lalaya benziyen kaba yüzünde gözyaşlarından daha hüzün verici terlerle mutasarrıf beyin vicdanına, insanlığına müracaat ediyordu.

Bu sıkıntı ve bu pencereleri kapalı odanın boğucu sıcağı mutasarrıfı da kan tere batırmıştı. Bu yüzden (zatürreeye tutulabileceği fikri onda evvelâ korku, sonra da buna sebep olan Halil Hilmi Efendiye karşı bir hiddet uyandırdı. Tam zamanında gelen; kendisini suçlıva karşı tarafsız bir hâkim vaziyetine sokan ve bu nazik dakikada muhtaç bulunduğu enerjiyi veren bir hiddet dalgası.

— Pekâlâ beyefendi, bunların hepsi iyi, hepsi âlâ, fakat şunlara ne buyurursunuz rica ederim?

Halil Hilmi Efendi kendisine uzatılan üç kâğıdı görmek için gözlüğünü taktı. Bunlar gündelik işlere ait üç evraktı: Aylık bordrosu tasdiki, ve buna benzer şeyler.

Kaymakam bu kâğıtlarda buyurulacak bir şey göremiye-rek hayretle gözlerini açıyordu. îmza tarihleri 27 Temmuz yani zelzele gecesinin sabahı, yani zatıâlinizin yaralı bulunduğunuz gün... Mademki ahvali sıhhiyeniz bunları tetkik ve imza etmenize müsaitti, neden öyle ise dört kelimelik bir telgrafla bana vaziyeti bildirmediniz? Mademki size gönderdiğimiz parayı sarfedecek yeriniz yokmuş, neden öyle ise komisyonlar yapıp ortalığı velveleye vereceğiniz yerde iki satırlık bir telgrafla keyfiyeti bana bildirmediniz?

Mutasarrıfın «mademki» ve «neden öyle ise..» diye başll-yan sualleri büyük bir süratle noktasız, virgülsüz akmakta idi. HaliL Hilmi Efendi evvelâ bunların birine cevap vermiye hazırlanırken bir başkasının başladığını görerek bunalıyordu. Fakat sonradan bütün ümidini kaybetti ve oturduğu yerde taş gibi donup kaldı.

Korkunç olan sualler değildi. Onların hepsinin cevabı bulunabilirdi. Korkunç olan sesti ve ona karşı hiç bir kimsenin yapabileceği hiç bir şey yoktu.

Hâmit Beyin sesi gittikçe inceliyor, «neden öyle ise» diye bağırdıkça hallaç tokmağı ile vurulan yay kirişi gibi dızlıyordu. Göz kapaklan gerilerek uzamıştı. Bunların bir kibrit çöpü kadar daralmış aralıklarında iki şaşkın ışık iki cıva damlası akıcılığı ile oradan oraya kayıyor, sivrilerek yukarı kalkmış göz kuyruklarından akacak gibi oluyordu.

Halil Hilmi Efendi, ayın bazı muayyen günlerinde bazı sinirli kadınlarda gördüğü bu bakışlara ve bu sese karşı zaten bir çare tasavvur edüemiyeceğini biliyordu. Fakat mutasarrıf bununla da kalmıyarak, daha ilerilere gitmiye başladı. Yahut daha gerilere.

— Hem o geceki toplantıya da aklım ermiyor benim beyefendi. Toplantıya değil, saçlı sakallı bir büyük memurun böyle bir toplantıya riyaset etmesine... Bütün pislik zaten oradan başlıyor. Bir kere başta kaymakam olmak üzere yaralıların hepsi orada yaralanmış. Aralarında zatıâliniz bulunmasaymış-smız, denemez ki, bu olanlar mutlaka olmıyacakmiş, fakat aralarında hiç değilse kaymakamımız bulunmıyacakmış. Bize hali haber verecek aklı başında bir memurumuz ayakta kalacakmış. Böyle olunca da söz ayağa düşmiyecek ve bu rezalet olmıyacakmiş. Verilen yanlış haberlere aldanarak ben de vilâyeti telâşa düşürdüm; boşu boşuna paralar, yardim heyetleri gönderdim. Sizin yüzünüzden ben de müşkül vaziyete düşüyorum.

Halil Hilmi Efendi derin derin içini çekti. Zaten bütün bu gürültünün sebebi o değil miydi? Ümitsizlik içinde bir an:

— Üzülmeyin beyefendi., suç benimdir, diyerek bu işkenceye son vermeyi düşündü. Fakat bir şevki tabiî haline gelmiş memur ihtiyatı buna mâni oldu

— Üzülmeyin beyefendi. Allah emanet... Size nasıl dil uzatılabilir? Merak buyurmayın. Bendenizin azlim her şeyi yoluna koyar. Bakın üzüldünüz Zaten rahatsızsınız. Emrederseniz size Taşdeleninizden takdim edeyim. Acaba şu şişe olmasın.

Halil Hilmi Efendi, karyolanın ayak ucundaki bir hasırlı binliğe doğru yürümüştü. Kasten topallıyordu. Mutasarrıf sert bir sesle:

— Yerinize buyurunuz kaymakam, bey, dedi. O sizin vazifeniz değil. Hem bu kadar terle su içemiyeceğimi bilmeniz lâzım gelir.

Ses sertti. Fakat süratle normale doğru gidiyordu Halil Hilmi Efendi olduğu yerde durdu:

— Af buyurun., düşünemedim. Hakikaten terlisiniz. Gömlek değişmeniz iyi olacak: Cesaretimi affediniz ama, hattâ bir havlu ble bir parça vücudunuzu kuruliasanız. Aramızdaki resmî münasebet ne olursa olsun, bir insanlık, bir hemşerilik münasebetimiz var ki... Emrederseniz ben dışarı çıkayım. Sofada beklerim, ne vakit işinizi bitirirseniz...

Halil Hilmi lefendi âmirinin cevabını beklemeden, yine ay. ni aksak yürüyüşle dışarı çıktı, kapıyı yavaşça kapadı.

Hakikaten lalasına ne kadar benziyordu bu adam yarabbi Hâmit Bey gittikçe karışan bavulundan güçlükle bir gömlek bulup çıkardı. Allah selâmet versin Nalan kalfa gömlek sayısınca da don koymuştu. Gömlekler bu kargaşalığın içinde kolay bulunamıyacak kadar azaldıkları halde ötekiler hemen oldukları gibi duruyorlar ve nereye el atsa don çıkıyordu.

Terli olduğu zaman yeni gömlek giymeden vücudu bir tüylü havlu ile kurulamak ne güzel bir fikirdi. Fakat ne kendisi, ne Nalan kalfa bunu akıl edememişlerdi. Vardı bir şeyler bu biçare adamcağızda ama!..

Mutasarrıf Halil Hilmi Efendiyi tekrar çağırdığı zaman kriz sonlarına mahsus bir vücut düşkünlüğü içinde idi. Yalnız öfkesi sönmekle kalmamış, içini1 garip bir pişmanlık hüznü ve anlaşma ihtiyacı da kaplamıştı.

Her şeyi yoluna koymuş görünen bu celallenme sahnesinden sonra kaymakama yumuşak yüz göstermenin doğru olmadığını gayet iyi anladığı halde kendini tutamadı. Halil Hilmi Efendinin gönlünü alacak birkaç söz söylemiye kalktı ve elinde olmadan ölçüyü kaçırdı. Nerede ise iki ihtiyar ağlaşarak biribirlerinin boynuna sarılacaklardı.

Hâmit Bey, Halil Hilmlı Efendiyi uğurlarken titriyen elile onun mahzun kaba çehresini okşamak ihtiyacından kendini alamadı. Kaymakam bu muamele değişmesinden şımararak yalvarmıya kalksaydı kendisi yeniden yüzünü ekşiterek vazife ile ahbaplığın başka başka şeyler olduğunu söyliyecekti. Fakat o bunu yapmayınca dayanamadı; bazı ümit sözleri söyledi. Hakikaten samimî bir pişmanlığı ve merhameti gösteren ümit sözleri.

Halil Hilmi Efendi daha az tecrübeli bir adam olaydı bunlara inanabilirdi. Fakat deminki buhran gibi bunun da akar bir su üzerindeki sükûn veya dalga gibi, geçici bir şey olduğunu bildiği ve hele doğuştan yırtıcı olmıyan bu zayıf adamı kendi üzerine saldıran sebebi çok iyi takdir ettiği için köşe başını döndükten sonra acı acı:

— Çare yok... Yakacak beni kerata, diye söylendi.

Загрузка...