III. Kaymakam ve karısı

Kaymakam açık havadan çok korkardı. En bunaltıcı yaz gecelerinde bile pencereleri kapamadan, başına takkesini geçirmeden, pazen entarisinin beline yün kuşağını sarmadan ya¬tağa girmez, bunlardan birini ihmal ederse günlerce öksürüp aksırırdı.

Bu huy ona rutubet, sıtma, sivrisinek vesaireli kasabalarda geçmiş yirmi beş yıllık memuriyet hayatının bir yadigârı idi. Sonra karısının yirmi seneye yakın bir zamandanberi hasta olmasının da bunda çok tesiri vardı.

Fakat gariptir ki, geceyi âdeta sokak ortasında geçirdiği, üstelik yaraları sarılırken bir müddet de çıplak kaldığı halde hiç bir rahatsızlık duymuyor, bilâkis vücudunda garip bir canlanma ve tazelenme alâmeti hissediyordu.

Kasaba hâlâ uykuda idi; sokaklarda in cin yoktu. Ortalık açıldıkça ovadaki sis çekiliyor, yaklaşmış gibi görünen manzaralar bunun altından ıslak ve parlak çıkartma resimleri boyala-rile meydana çıkmağa başlıyorlardı.

Halil Hilmi Efendi Beykozlu idi. On beş, on altı yaşlarında iken arkadaşları ile Abraham paşa korusuna gittiği sabahları hatırlıyordu. Bir mehtap gecesini de Yuşa tepesinde geçirmişler, ortalık ağarırken hep bir ağızdan sevdikleri kızları anlatarak dağdan inmişlerdi. İkide birde biribirlerinin ellerini tutuyorlar, bu Yuşa tepesine her zaman döneceklerine ağlıyarak yemin ediyorlardı. Çocukluk şüphesiz, fakat Halil Hilmi Efendi bu çocukluğa gülümserken biraz evvel kırağıdan ıslanmış sakalının şimdi de yine o çocukluk yaşları ile ıslandığını hissediyordu. Hay Allah belâsını versin!

Kaymakama çaydan sonra biraz da peynir ekmek teklif eden Hurşit onun cevap vermiyerek tekrar gözlerini kapadığını gördü ve çekildi.

* * *

Meydanın sol köşesindeki evlerden birinin bahçesinde ara-aıra bir bülbül ötüyordu. Bu ses ona Bulgar kızının zillerini hatırlattı.

Halil Hilmi Efendi onun çiftetelli esnasında bazı duruşları-, na dikkat etmişti. Bu, büyük kuşların havaya kanatlarım gererek bir zaman kımıldamadan boşlukta dinlenmelerine benziyen bir acayip duruştu. Bulgar kızı bu zamanlarda çıplak kollarını yanına bırakarak ve uzaktan kendini çağıran bir sesi dinliyor

gibi gözlerini yumarak olduğu yerde hareketsiz kalıyordu. Vücudunun hiç bir yerinde en küçük bir kıpırdama alâmeti yoktu. Yalnız omuzlarından bileklerine doğru âdeta derinin üzerinden - çeşme mermerleri üzerinden sızan suya benziyen bir şeyin - ağır ağır kaynayıp aktığı seziliyor; hareketsiz parmaklarının ucundaki ziller hemen hemen kendiliklerinden titreşip ses çıkarıyorlardı.

Komşu bahçedeki bülbül her halde geceleyin de birkaç kere bu münasebetsizliği yapmış olacaktı. Yoksa Hilmi Efendinin uzun baygınlığından hatırında kalan uğultu ve karanlığa hâkim olan bu zil sesi başka nasıl izah edilirdi.

Baygınlık mı? Ne baygınlığı? Etrafındakilerin baygınlık sandıklan, yahut da sanmadıkları şey bal gibi sarhoşluktu. Merdivenden uçarken bayıldığı ve bunun bir zaman devam da ettiği muhakkaktı. Fakat sonradan, ayılmıya vakit bulamadan derin bir uyku haline geçtiği daha açıkçası küp gibi sızdığı ayni derecede şüphesizdi.

Onun içtiği birkaç kadeh rakı başkalarının, meselâ ev sahibi Ömer Beyin içtiğine nisbetle neydi? Hiç? Fakat kendisinin ihtiyar ve yıprak vücudu için bu birkaç kadeh rakı ve.. Bulgar kızının zilleri öyle bir. şeydi ki, onu yalnız bu gece değil, türlü türlü şekillere bürünerek kimbüir daha kaç geceler, hattâ aylar sarhoş yaşatacaktı. Daha beter olsun. O bu âkibete çanak tutmuştu.

Ataların dediği gibi, ancak teneşir temizlerdi ihtiyarlıkta azanı.. (Halil Hilmi Efendide yine bir sarsıntı oldu) fakat ne ihtiyarlığı! Daha kırk beşini bulmamış adama ihtiyar denir miydi?

Ne bakıyorsun onun kırlaşmış saç sakalına; basacağı yeri iyi görmüyormuş gibi sırtım kamburlaştırarak, ağarmış kunduralarının kıvrık burunlarına bakarak yürümesine; elbiselerinin omuzlarmdan, bileklerinden, paçalarından dökülmesine... Mihnet onu, vaktinden evvel çökertmişti. Mihnet ve karısı. Karısına hiçbir diyeceği yok; fakat yirmi senedenberidir hasta... Arasıra yeni bir çocuk doğurmak için bir parça davranır gibi olur, sonra tekrar yatağa düşer.

Daha doğrusu yatağa da düşmüyor; yirmi senedir ortada sürünüyor. Kuşakla karnına bağlı bir tuğla parçası ile iki büklüm yemek pişiriyor, çocuk bezi yıkayor. Böyle bir kadına fena demek için insanda Allah korkusu olmamalı. Evet, yer gök razı olsun. Melek gibi kadın. Fakat kaşık kadar kalan yüzü iri rengi bağlamış, dişleri dökülmüş bir melek. Yanında konuşmak, gülmek yasak olan, vara yoğa ağlıyan, daha fenası haykıran bir melek... Karı kocalık hayatlarının en tatlı hatıraları sıcak yaz günlerinde beraber tarasaya çıktıkları, meleğin güneşten kızmış çinkolar üzerine bir kertenkele gibi yatıp uyuştuğu zamanlardır. Ya meleğin kılık kıyafeti! Tepesinde kıtık haline gelmiş tarak işlemez saçlar, ayaklarında yaz kış kaim yünden kenarları düşük köylü çorapları; entarisinin üstünde kendisinin delik deşik bir eski abası... Sonra bütün gayretine rağmen bakımsız kalmış bir alay hırpani çocuk...

Halil Hilmi Efendi buna karşı ihtiyarlamaktan, ihtiyarladığına inanmaktan başka ne yapabilirdi? Büyük bir makamın şerefini korumak gayreti ve kılık kıyafeti için kuyruğundan tutulup atılmak korkusu olmasa belki daha da kendini bırakırdı. Karısı İspartada kaldığı müddetçe ev tamir edilecek, kendisi hükümette yatacaktı. Hurşit, Halil Hilmi Efendiye geceleri makam odasında bir yer yatağı yapmayı teklif etmiş, fakat o bitişik depo odasını temizleterek bir köşesine kendi karyolasını taşıtmayı daha doğru bulmuştu.

İlk gece kendini bu odada yalnız bulunca şaşaladı; birkaç kere karısının iniltisine benzer bir sesle uyanıp onun yanındaki yerini boş görünce âdeta ürktü. Fakat gün geçtikçe (değirmen birdenbire durduğu zaman uyanan değirmenci gibi) onda garip uyanmalar oluyordu. Uyanmalar ve hattâ değişiklikler. Akşamlan deponun bir tarafını dolduran donanma fenerleri, bayraklar, henüz imha mazbataları yapılmamış kırık eşya karşısında, Hurşidin köşe başındaki aşçıdan getirdiği yemeği yedikten sonra kahveye çıkıyor, Ohanesin eczanesinde saatlerce oturuyordu.

Bu onun için değişik ve yepyeni bir hayattı. Sonra odasına dönünce hemen uyuyamıyarak, Ohanesin hararetle kendine tavsiye ettiği «İhlamur altı» adlı bir aşk romanını okuyordu. Edebiyat meraklısı eczacının bu kitabı, o yakınlarda öldürülmüş olan Mahmut Şevket paşanın harbiye talebesi iken tercüme etmiş olduğunu söylemesi, kaymakamın merakını büsbütün arttırmıştı. Bazı ateşli aşk tasvirlerine rasgeldikçe; «Bak hele... Demek sen de bunlardan anlardın ha! Ah zavallı!» diyor ve gözlerinden sakalına yaşlar akıyordu.

Загрузка...