Uzaktan ayak sesleri belirmişti. Biraz sonra iki kişinin meydanı geçtiği ve bahçe kapısından girdiği görüldü.
Bunlardan biri jandarma kumandanı îştipli Niyazi Efendi idi.
Kumandan, beş adım arkasında uzun bir jandarma neferi, sekiz on adım önünde boz renkli bir kurt köpeği ile kasaba sokaklarını devirden dönüyordu. Fakat dolakları, tabancaları, fi-şekliklerile bir şekavet veya isyan bölgesinden döner gibi bir hali vardı.
îştipli Niyazi Efendi hürriyet kahramanı Niyazi Beye bir parça benzerdi. O Meşrutiyetin ilk senesinde bir gün Gümülci-nede bir sokaktan geçerken halkın kendisini Niyazi Bey sanarak alkışlaması üzerine bunun farkında olmuştu.
Hemen her gece kahramanın duvara asılı bir resmini indirerek ayna karşısında kendi çehresile karşılaştırır, Allahm hikmetine hayran olurdu. Hattâ bir ara bir geyik satın alarak alıştırmayı düşünmüş, fakat resmî vazifede bunun pek pratik olmıyacağını anlıyarak ucuz bir kurt köpeği tedarik etmişti. Hele Niyazi Beyin öldürülmesinden sonra Gümülcine ahalisi gibi, kendi de kendini onunla karıştırır olmuş, teklifsiz ahbap¬ları yanında Enver paşadan «bizim Enver» diye bahse başlamıştı.
Kumandan, bütün geceyi ayakta geçirmiş olduğu halde dinç ve pırıl pırıldı. Kaymakamın portatifi önünde kunduralarını birbirine vurup bir asker selâmı çakarak tekmil haberi verdi. Sabaha kadar kasabayı dolaşmış, bir bir kapılan çalarak tahkikat yapmıştı. Çok şükür zayiat yoktu. Yalnız..! Yalnız gece yansından sonra merkeze verdiği telgrafta bunun aksini söylemiş, hattâ kaymakamın ağır yaralılar arasında bulunduğunu bildirmişti.
Kaymakam yaralı yerlerinden birine basılmış gibi yatağından hoplıyarak:
— Aman be birader ne yaptın? diye bağırdı.
O klâsik bir idare adamıydı, meslek hayatında vakaları daima olduklarından hafif göstermeyi bir idare kaidesi olarak bellemişti. Dolu, zelzele, dağ yangını, su baskını gibi insan mes'uliyetini aşan gök âfetleri karşısında da, ne olur ne olmaz bu kaideyi değiştirmezdi. Onun için kumandanın bu havadisi adamcağızı deliye döndürdü. Sargı bezlerini bozmaktan kork-mıyarak yumruğu ile kafasına vuruyor:
— Vallahi billahi karışmam, temizlersin yaptığını, diye söyleniyordu.
Zaten yaptığından pek memnun olmiyan kumandan da Halil Hilmi Efendinin bu telâşı karşısında şaşırdı. Dili damağı kuruyarak izahat verdi: Kaymakamın yaralı olduğunu ve daha birçok kimselerin kan revan içinde Çinili medrese avlusuna taşındığını görünce şaşırmıştı. Tahrirat kâtibi bir aydanberi izinli olduğu için ortada hükümet yok demekti. Belediye başkâtibi Rıfatm, havadisi telgrafla İstanbuldaki gazetesine gönderdiğini duyunca o da merkeze bir telgraf uçurmıya mecbur olmuştu. Kaymakamın ısrarı üzerine Niyazi Efendi yan cebinin düğmesini çözdü, meşin kaplı bir defter çıkararak telgrafın suretini okudu. «Şedit hareketiarz vuku bulup ehemmiyetli hasar ve zayiat bulunduğu maruzdur. Kaymakam ağır mecruhlar arasındadır».
Artık yara, bere düşünülecek zaman değildi. Kaymakam
yatağının üzerinde mukabele hafızlan gibi diz çöküp sallanarak söyleniyor, kumandana çıkışıyordu:
— Berbat ettin bir çuval inciri kumandan bey... Ne diye böyle işlere karışırsın be birader?
Kumandan yavaş yavaş kendini toplamıya ve kızmaya başlamıştı. Kaymakama karşı koymamakla beraber daha ileri gidilmesine tahammül edemiyeceğini anlatan donuk bir resmiyetle:
— Müsaadelerine mağruren görürüm kaymakam bey na böyle ortada yatar... Doktor resmen der ki; «ağır mecruhtur; belki olmuştur nezfi dimaği hafızallah anladın mı efendim, başsız kalır mı ya bu memleket? «Sen eşek başı mı idin» derlerse ben ne cevap veririm? Ben askerim. Bilmem ne der sizin karakaplı?
İşin fenası Halil Hilmi Efendi bu işte bir yolsuzluk hissediyor, fakat böyle sıkı bir vaziyette mutasarrıflıkla muhabere salâhiyetinin kime ait olacağına dair kendi karakaplısinda da bir sarahat hatırlamıyordu,.
Kumandan bu noktaya bir kere daha bastı: — Bendeniz bilmem öyle pek ince idarei mülkiye ahkâmını... Ama iki paralık gazeteci çarşaf gibi telgrafı döşenince doğru bulmam bendeniz mafevk makamı haberdar etmemeyi affınıza mağruren kaymakam bey.
Kaymakam asker memurlara karşı daima biraz çekingen durur, hele bu Niyazi efendi gibi akıllı uslu konuşurken .sırtarmasına bir an kâfi gelenlerinden âdeta korkardı. Onun için gittikçe artan öfkesinin oklarını hiç tehlikesiz çevirebileceği bir başka hedef bulmuş olmaktan memnun, avaz avaz bağırmaya başladı.
— Demek bunu, o Rıfat teresi yaptı ha... Bak keratanın yediği halta. Memur iken gazetecilik etmek ve üstelik gazetesine tahdişi ezhanı mucip telgraf çekmek ha..! İyi ki haber verdiniz kumandan bey...
Alimallah kuyruğunu tava sapma çeviririm o teresin. Sormadan hudut harici ederim. İstanbuldaki hamisini hiçe sayarım vallahi. Hemen şimdi getirin o teresi bana... Ne öküz gibi yüzüme bakıyorsun Hurşit... O herifi getir diyorum sana... Şimdi yatağımdan kaldıracaksın! Kaymakam bu tehdide rağmen Hurşidin ağır alacağını ve kumandanın araya girerek Rifata şefaat edeceğini umuyordu. Fakat onun karanlık ve sakin bir çehre ile bir kelime söylemeden dimdik ayakta durduğunu ve Hurşidin köşeyi dönmek üzere bulunduğunu görünce tekrar seslendi:
— Geeel!..
Zayıf .adamların çoğunda olduğu gibi onun hiddetleri birdenbire parlamakla beraber ancak tamir edilmez bir vaziyetin başlıyacağı ana kadar sürerdi. Evet, 0 ne Rıfattan, ne onun bugün süngüsü düşük olmakla beraber yarın ne olacağı bilinmiyen Gümülcineli İsmaillerinden ve Şaban ağalarından perva edecek adam değildi Fakat onunla hesabını görmek için daha çok zaman vardı. Yatağında yaralı da olsa şimdi onu vazife bekliyordu. Bu dakikada ne halde olduğu bilinmiyen koskoca bir kazanın mes'uliyeti onun boynunda idi.
— Gel kumandan bey., gel otur da şu işi bana etraflıca anlat...
Jandarma kumandanı, elinde not defteri ile karşısında duruyordu. Ancak bu defterde biraz evvel kaymakama okuduğu telgraf suretinden başka dişe dokunur bir şey yok sibivdi. Onları okumak ihtiyarın tekrar merakını kaldırarak kavgayı ta- | zelemekten başka bir netice vermiyecekti.
Niyazi Efendi kasabayı devre çıkarken her mahallede kaç yıkık ev, kaç ölü, kaç yaralı bulunduğunu kaydetmek için defterine bir istatistik şeması çizmişti. Fakat imamlar, muhtarlar «Halekallahül bakar fi sureti beşer» mahlûklardı. Kumandan kapılarını çaldığı zaman bu hissiz herifler 'horul horul uyuyorlardı. Mahallede ne zayiat olduğunu bilmek şöyle dursun, bazıları zelzeleyi bile ondan öğreniyorlardı.
Hâsılı kumandanın getirdiği haberler de biraz evvel Hurşidin verdiği malûmattan rek farklı değildi. Ancak ««az» sıfatı ile «bir miktar» arasındaki fark kadar.
Kumandan Hurşidin bu sefer de kendisi için demlediği çayı içmek ve masada kalan simit kırıkları ile zeytin, peyniri ye¬mek üzere masa başına oturmuştu. O. arasıra yere attığı parçaları kâfi bulamayıp masaya pertav etmiye kalkan köpeği Bolatini döverek kahvaltısını ederken kaymakam da çatık ve gamlı bir çehre ile yatağında düşünüyordu. Kavga etmek korkusu ile ikisi de zelzele lâkırdısını bırakmışlardı.
Niyazi Efendi biraz sonra bu. şeferî vaziyetin uyandırdığı hatıralarla Makedonya dağlarında geçirdiği geceleri, Bulgar, Sırp ve Malisor çetelerine yıllarca nasıl duman attırdığını an-latmıya başladı. Fakat kaymakam bu hikâyelere her zamanki gibi hayran görünmemek suretile hoşnutsuzluğunu gösteriyor, ve büsbütün susmuş görünmemek için arasıra «Hn.. yaaa.. oooo..» gibi nidalarla mukabele ediyordu Halil Hilmi Efendinin kumandana bu kadar içerlemesine sebep yalnız mutasarrıflığa giden tehlikeli telgraf değildi. Arasıra onun ötede beride «burada ben olmasam yer ahali biribi-rini... Bereket yılar benden... Kaymakam bana dua etsin» gibi palavralar sarfettiğini haber alıyor, bu adamın kendisine karşı bir hami tavrı takınmasına tahammül edemiyordu. Kendisi bazan hükümette yahut sokakta ahaliden birinin şikâyetini dinlerken Niyazi Efendi söze karışır, havada kamçısını şaklatarak: «Utanmaz mısınız kaymakam beyimizi rahatsız etmiye be haramzadeler. Ben bilirim sizin ciğerinizin içini... Hâlâ da söyler. Dökerim senin dişlerini» diye şikâyetçiye çıkışırdı.
Halil Hilmi Efendi birkaç kere: «Müsaade edin kumandan bey, müsaade edin» diye söylenip Niyazi Efendinin bir madenî düdük gibi öten sesini bastıramıyacağmı görünce çaresiz kendisi de bağırmıya başlar; fakat bu kumandana karşı olamıya-cağı için arada şikâyetçi yanardı
* * *
Biraz sonra epeyce ışıyan meydanın karşı köşesinde bir köylü hafilesi görünmüştü. Bunlar dağ köyleri ahalisindendi. Çarşamba pazarında satılacak mahsulleri ve hayvanları ile beraber geceden - hattâ bir kısmı bir gün evvelden - yola çıkarak sabaha doğru Pmarbaşmda toplanırlar, bir kervan halinde kasabaya girmek için ortalığın aydınlanmasını beklerlerdi.
Jandarma kumandanı onları görünce acele ile çayını bitirdi ve defterini çıkararak zelzelenin civar köylerde meydana getirdiği zararları tahkik için yanlarına koştu.
Köylülerden hemen hiç birisi hangi saatte yola çıktığını bilmediği için köylerde ne olup bittiğini tabiî haber veremiyordu. Yürürken yahut katır sırtında da bir şeyin farkında ola-mıyacakları aşikârdı. Yalnız bir tanesi altındaki katırın bir ara ayaklarından birini kaldırarak titrediğini söyledi. Bir başkası
da eşekten düşmüştü. Ancak bunun yer sarsıntısından mı, yoksa farkında olmadan eşeğin üstünde uyuklamasından mı ileri geldiğini bilemiyordu. Hâsılı kumandanın karnesi yine boş olarak cebine girdi.
Biraz sonra yoldan çevrilen birkaç kasabalı rençberin de ya sıcaktan açıkta yattıklarını, ya «zelzele değil ya, ayaklarından sürüklenseler farkında olmıyacak» kadar ağır uyuduklarını öğrenince kumandanın öfkesi büsbütün arttı.
O: — Bre namertler... Allahm zulmü olur da siz nasıl farkında- olmazsınız? diye bağırmıya, üstelik Bolatin de köylülerin şalvar ve poturlarına burnunu sürerek havlamıya başlayınca bazıları hakikaten böyle bir şeyi hatırladıklarını söylediler. Bir tanesi hattâ yanındaki testinin devrildiğini anlattı. Hükümetin arka bahçesi bir tel ile sokaktan ayrılmıştı. Birinin burada yattığını görenler yaklaşıyorlar, bunun kaymakam olduğunu öğrenince hayretle telin önünde duruyorlardı.
Halil Hilmi Efendi bu vaziyetten sıkıldı. Gerçi makamın mutlaka makam odasında bulunması lâzım gelmezdi. Asker kumandan gibi sivil devlet âmiri de sıkı zamanda açıkta yahut bir ağaç altında vazife görebilirdi.
Fakat bir kaymakamın, ahaliye karşı, başında acayip bir kavukla, sokakta yatması da oldukça gülünçtü.
Halil Hilmi Efendi telin önünde gittikçe kalabalıklaşan ahaliyi kovmıya giden ve «yahu işiniz yok mu? Karagöz mü oynuyor burada!» diye bağıran Hurşidi çağırdı ve yatağın içeriye naklini emretti.
Yukarı çıkılamıyacağı için en münasip yer bahçe kapısı ya-
mndaki muhasebe odası idi. Hüdanekerde, yeni bir sarsıntı •olursa, bahçe iki adımlık yerdi.
Portatif kolayca yeni makama taşındı. Fakat kaymakamın kendisinin götürülmesi biraz daha güçtü. Kujmandian onu Hurşidin sırtına yüklemeyi teklif ediyordu. Kendi de arkadan tutarak yardım edecekti. Fakat bir büyük idare adamının, daha da ağır olsa, bu vaziyete razı olniıyacağı muhakkaktı. Halil Hilmi Efendi vakar ile ayağa kalkarak:
— Biz siviller de yaralı olduğumuz halde yürümeyi biliriz, kumandan bey, dedi ve fazla bir şey duymadığı halde derin ağrılara dişini sıkiyormuş gibi hareketlerle kumandanın kolunda ağır ağır yürüdü.