Mutasarrıf Hâmit Bey henüz uyumuştu. Bu, üç geceden-beri ilk defa oluyordu. Buna rağmen sokak kapısının zilini ilk defa o işitti ve yatağında doğrularak «bir felâket mi var?» diye ellerile yüzünü kapadı.
Senelerdenberi sinir hastası olan karısı son zamanlarda işi büsbütün azıtmış ve üç gün evvel entarisinin kuşağı ile kendini asmıya kalkmıştı; bereket versin karyolasının cibinlik demirine.
Fakat Hâmit Bey onun bir ikinci defa, cibinlik demirinden daha sağlam bir yer bulup kendini öldüreceğine şüphe etmiyordu.
Mutasarrıf, Meşrutiyetten sonra, altmışına doğru ilk defa İstanbuldan çıkmış bir Babıâli beyi, yillardanberi ihtiyar dadısı Nalân kalfanın kendi elüe pişirdiği Fosfatin mahallebisile yaşıyan bir merak hastası idi. Kalamıştaki köşkünden sonra Sancak ona eski sürgünlerin gönderildikleri Ffean gibi görün. müştü. Dört senedenberi vücutça, ruhça perişan bir halde idi. Üstelik karısı da sinir falan derken son zamanlarda işi azıtmış: âdeta tımarhanelik bir deli olmuştu. Hâmit Bey, Kalamış koyunu, Fenerbahçeyi gözyaşları ile hatırlıyarak kendini buraya atanlara nasıl lanet ediyorsa kadın da ayni sebeple ona lanet
ediyor ve sataşmayı bazan adamcağızın başına hokka, sigara tabağı gibi şeyler fırlatmak derecesine vardırıyordu.
Bu felâketler Hâmit Beyin kendisini de çıldırtarak belki hayat arkadaşından da beter bir hale getirmişti. Fakat kadının gürültüsünden ne kendi, ne de başkaları bunun farkında olmuyorlardı. Mutasarrıf «bir felâket oldu, biliyorum, bir felâket oldu.. bana söylemiyorsunuz» diye çırpınırken Nâlân kalfa:
— Ayol beyefendiciğim, Allah göstermesin, hanımefendi, kendine bir şey yapsa sokaktan kapı çalarak mı haber verirler? Yapmayın Allah aşkınıza dedi.
Zavallı Hâmit Bey, zihnindeki dağınıklığa rağmen kalfanın bu mantığındaki kuvveti anladı ve utanarak sesini kesti.
Gecenin bu saatinde kapıyı çalan telgrafçı idi. Vilâyetin bir şifresini getiriyordu. Nalân kalfa:
— İnşallah İstanbula gidiyoruz diye ümide düştü. Mutasarrıf:
— Ne gezer bizde o talih, dedi. Meşrutiyet hükümeti beni burada öldürmek için bahsa girişti.
Hâmit Bey Ebcet hesabile tarihler yazmiya ve bilmece hal-letmiye çok meraklı idi. Onun için şifrelerini kendi açar, hattâ arasıra, bazı meşhur beyitleri şifre ile yazarak vakit geçirirdi. Sayılar aklında olduğu için valinin telgrafını adi yazıdan daha kolay okudu. Bu, zehir zenberek bir tekdirdi. Sarıpınar zelzelesi hakkında hâlâ tafsilâtlı bir rapor gönderilmemiş olmasının sebebini soruyor, felâketin izam edilerek efkârı umumiyenin beyhude heyecana düşürüldüğü hakkında bazı dedikodular olduğunu söylüyor ve mutasarrıfın derhal Sarıp:nara giderek öğreneceklerini saati saatine vilâyete bildirmesini emrediyordu. Günü gününe de değil de, saati saatine!
Bu emir mutasarrıfa âdeta bir seferberlik emri gibi dehşet verdi. Vali, İttihatçı kodamanlarmdandı. İnsanla «kardeşim» şeker ağabeyciğim» diye konuşan bu adamların, daHarma basıldığı zaman, ne yaptıklarını Hâmit Bey gayet iyi bilirdi. Üstelik de askerdi; Hareket ordusu" ile İstanbula yürüyenlerdendi.
Mutasarrıf, telgrafı okur okumaz «derhal hareket ediyo- 77
rum» diye cevap verdi. Bunu yapabilecek miydi? O başka bah's! Fakat emir «derhal pencereden kendini at» da olsa, gene böyle cevap vermekten başka çare yoktu.
Sabaha karşı yalnız o değil, şehir de biribirine girdi. Jandarma dairesine, büyük memurların evlerine adamlar koşturuluyor, eczahaneler, dükkânlar açtırılıyor; arabalar hazırlatılıyordu.
Bu acele harekete sebep gösterilmemesi işe esrarlı bir mahiyet vermişti. Mutasarrıf ev halkına karşı da ayni politikayı kullandı. Evvelâ yine bağırıp çağırmıya kalkan hanımefendi,, sabah alaca karanlığının bir kat daha dehşetini arttırdığı bu fevkalâde hal karşısında, akıllanmıya mecbur oldu. Nalân kalfanın Hâmit Beyin arkasından kova ile sokağa döktüğü sulara basarak arabaya koşuyor: «Allah aşkına kendine iyi bak, beni habersiz bırakma, çıldırırım» diye yalvarıyordu.
Mutasarrıf kapalı bir çehre ile: «haydi Allaha emanet ol, üzülme. Ne yapalım, vazife. Ne olacaksa olacağız. Mamafih sağ salim dönerim yine inşallah» dedi.
Belediye hududunun sonunda bir dere, bir de taş köprü vardı
Hâmit Bey, dört jsenedenberi birçok defalar bu( köprü başına kadar gelmiş, ağır bir zeytin ormanına tırmanarak kaybolan karşı yol hakkında şairane hayallere dalmış; fakat pasaportsuz ayak basılamıyan bir yabancı devlet toprağı önünde bulunuyormuş gibi, bir türlü öte kıyıya geçememişti. Yavaş yavaş- ağaran sabah içinde bu meraklarım halletmek imkânına nihayet kavuşmuştu. Fakat Tanrı nasip etmezse kul ne yapar? Mutasarrıfın üç gündür en kuvvetli uyku ilâçlarına karşı koyan başı, köprüyü geçtikten biraz sonra yanındaki belediye doktoru Nikolaki Efendinin omuzuna düşüyor ve adamcağız gittikçe bozulan yolun dayanılmaz sarsıntıları içinde beşikte bir süt çocuğu gibi mışıl mışıl uyuyor. Yardım heyetinin iki ara yatı ile üç günde gittiği Sarıpı-nara, onlar tahminleri gibi ikindiyin değil, ancak akşam ezanı okunurken varıyorlar.
Yol üstündeki iki nahiye merkezinde verdikleri molalar, her birinde onardan, nihayet yirmi dakikadır. Hâmit Bey arabada yalnız sarsılmakla kalmamış, rüzgâr ve sıcağın türlü cilvelerine de uğramıştı. Nalân kalfanın elile sepete yerleştirdiği Fosfatin tenceresi devrildiği için öğle yemeğinde çaresiz Nikolaki beyin köftelerile karnını doyurmuştur. Sonra uğradığı iki nahiyede birçok abur cubur yemeğe mecbur edilmiştir. Nihayet misafir edildiği 'evde (bunun Sarı. pınar belediye reisi Reşit Beyin evinden başka neresi1 olabileceği akla gelir) bir ziyafet sofrasına reislik etmiştir ve orada da birçok ağır şeyler yemlek zorunda kalmıştır..
Mutasarrıf bu kadar maceradan sonra odasına götürüldüğü zaman doktoruna: «Kuzum Nikolaki Bey, ben bu gece muhakkak öleceğim. Kulağın kirişte olsun. Beni bırakma» diye yalvarıyor, fakat gariptir ki, Hâmit Bey hiç bir rahatsızlık duymuyor ve buna hayret ediycir.
Daha garibi karısına ait evhamları da birdenbire sona ermiştir. Öyle ki, hastayı daima iki kişinin gizlice göz altında bulundurmasını emretmiş olmasına rağmen, bu saatte onun yine bir yolunu bulup kendini öldürmüş olduğunu haber alsa fazla bir teessür duymıyacak gibi bir şey.
— Allah Allah, diye düşünüyor, yoksa ben Mahmureyi sandığım kadar sevmiyor muyum? Sevmemek mümkün mü? Otuz beş yıl bir yastığa baş koyduk. Fakat bu saatte bana öyle geliyor ki, şimdiye kadar onun ölmesinden ziyade bu çirkin ölümü birdenbire haber alarak korkmaktan korktum.