XXII.

Halil Hilmi Efendi, bir noktayı çok iyi görmüştü. Ortadaki bütün yolsuzluklarınv hesabını sormak için kendinden başka kimsenin bulunmaması. Nasıl ki, neticede meseleyi kapatmak için vurulması lâzım gelecek belin yine kendi beli olacağı tahmini de ayni derecede doğru idi.

Arabada olduğu gibi Reşit Beyin güveylik karyolasındaki ipekler ve sırmalar arasında da yine deliksiz ve rüyasız bir hamal uykusu uyuyan mutasarrıf sabahleyin iyi kalktı ve bir çocuk sevincile:

— Nikolaki Bey. bu ne iş, dedi. Yediğim bunca müzehre-fat nereye gitti!

Doktor başını sallıyarak cevap verdi:

— Keyfinize bakın beyefendi. Sofada hazırlanan kahvaltıyı da yerseniz daha iyi olur.

Hâmit Bey belediye reisini yanına alarak öğleye kadar kasabayı dolaştı; sonra ikindiye kadar da belediyede birçok ziyaretler kabul etti.

Akşam yemeği Ömer Beyin evinde yenecekti. Mutasarrıf evvelâ kabul etmek istememişti. Fakat

Nikolaki Beyin mııta-

olanlar onu araya koy

sarrıf üzerindeki nüfuzunu anlamış dular.

Doktor, Hâmli t Beye: — Buraların âdetleri tuhaftır beyefendi, dedi. Ömer Bey Sarıpmarda ikinci geliyor. Siz Ömer Beyin yemeğini yemezse-niz sonra o belediye reisi Reşit Beyin başını yer. Biz büe sancakta acısını çekeriz bunun.

Halil Hilmi Efendi, mutasarrıfın Ömer Beyin evine gideceğini haber alınca tekrar saçını, başını yolmıya başladı:

— Bu sefer hakikaten «buyurun cenaız© namazıma...» Vay sarhoş edepsiz vay. İşte bu aklıma gelmezdi. Kasabada topu topu sekiz, on yaralı var. Mutasarrıfa, ben başta olduğum halde hepsinin burada yaralandığını söyleyince ne kalır? Bu adetâ mahallinde bir keşif olacak... tster misin rakı içtiğimizi, kadın oynattığımız, sonra zelzele olunca hep birde kaçtığımızı, benim yemek tepsisine

girerek merdivene fırladığımı herife anlatsınlar. Hattâ edepsiz sarhoşun, bir iş yapıyorum diye bu gece Bulgar kızını bile getirmiyeceği ne malûm?

Bununla beraber mutasarrıf şerefine verilen bir davete git-memezlik olmazdı. Zaten Halil Hilmi Efendi için tek ümit sofrada bulunanların, kendisine acıyarak, dillerini kısa tutmaları idi.

Gece, Halil Hilmi Efendinin korktuğu kadar fena geçmedi. Ömer Bey sofrayı bahçeye kurdurmuştu. Sonra bir gece evvelki kalabalık ve hepsinden daha ehemmiyetli olarak Deli Kâzım yoktu. Gerçi Kâzım şimdi doktor Arif Bey partisinin en ateşli âzasmdandı. Fakat Halil Hilmi Efendiyi de en ziyade ürküten bu ateş değil miydi.

Kaymakam doktorla başbaşa vererek müdafaa tezini hazırlamıştı. Kaymakamın ağır surette yaralandığı ve kendisinin hâlâ şimdi de vazife gayretile ayakta bulunduğu tezine çaresiz tekrar dönülüyor ve doktor bunu tasdik ediyordu. Ortada zelzele tahribatı diye gösterilecek bir şey bulunmamasına göre, kaymakamın o günlerde ifayi vazifeye muktedir olmıyacak şekilde hasta olduğunu iddiadan başka çıkar yol yoktu. Onun birkaç gün sonra kendine gelir gelmez kasabada .ehemmiyetli Vuf'l

bir hasar bulunmadığını telgrafla bildirmiş olması da lehine bir delil sayılmak lâzım gelirdi.

Bu noktada Deli Kâzım ile aralarında bir anlaşmazlık vardı. Mühendis, insanca fazla bir sakatlık olmamakla beraber, zelzelenin kasabayı hayli yıkmış olmasına taraftardı.

— Vücuttaki sakatlığı kim bilir? Doktor. Binadaki sakatlı-tı kim bilir? Mühendis. O halde ben kasabanın birçok binalarında sakatlık olduğunu, fen namına söyledikten sonra başkalarına söz düşer mi? Deveye demişler ki, «sırtın iğri», «yahu zaten nerem doğru» demiş. Onun gibi bu kasabanın da harap olmıyan neresi var? Ama mutlaka zelzele gecesi olmamış da daha evvel yahut daha sonra olmuş. Onun gününü, saatini tayin edecek ihtisas erbabının alnını karışlarım. Buyanın resmî hükümet mühendisi olduğum için ev o gece mi viran oldu, başka zaman mı? Bunu bilmek ancak bana düşer. Nükteyi anladınız mı beyler? Siz «hayır» deseniz bile ben kuvvetli bir zelzele nazariyesini sonuna kadar müdafaa edeceğim.

Загрузка...